Yukarı Çık




1.1   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   3 


           
📍 KRUSKOS ASKERİ HAVA KUVVETLERİ TEST LABORATUVARI ÜZERİNDEKİ HAVA SAHASI

📖 KRUSKOS ASKERİ HAVA KUVVETLERİ TEST LABORATUVARI ÜZERİNDEKİ GÖKYÜZÜ, İmparatorluk başkenti Berun’un güneybatısında yer alır ve her zamanki gibi gürültülüdür.
Bir zamanlar yalnızca efsanelerde kayda geçen mucizeleri doğuran küre ve asâ, artık bilimsel araştırmalar sayesinde yeniden üretilebiliyor. Bu gelişme, modern büyübilimin doğmasına yol açtı. Bu alan, dünyayı değiştirebilen bir yöntem keşfetti: hesaplama kürelerinin kullanımı. Üç boyutla sınırlı fiziksel bir dünyada, doğru noktaya uygun uyarımı uygulayarak çeşitli fenomenler gerçek hâline getirilebiliyor. Basit bir örnek vermek gerekirse; çakmağın çarkını elle çevirebilirsiniz, ya da bunu büyünün gücüyle de yapabilirsiniz. Mekanizmayı kavradıktan sonra, büyüsel harikaların pek çoğu yeniden üretilebilir. Artık büyü, bir teknoloji hâline gelmiştir.
Elbette mana ya da etkileşim formülleri gibi temel öğelerin işleyişi hâlâ tam anlamıyla anlaşılmış değil. Ancak büyü mühendisliği, askeri üstünlük sağlamak amacıyla olağanüstü bir ilerleme kaydetti ve İmparatorluk’ta yaşanan kritik bir atılımın ardından akademik bir disiplin olarak kabul gördü. Mana ile analog hesaplama birimini birleştirerek hesaplama küreleri üretildi. Efsaneler çağından farklı olarak, artık büyü yapmak için hangi noktalara, hangi yöntemlerle ve ne ölçüde güç uygulanması gerektiği açıkça biliniyor.
Bu teknolojinin özü, muhtemelen bir büyücünün herhangi bir araca ihtiyaç duymadan uçmasını sağlayan havacılık formüllerinde yatıyor. İtici güç oluşturarak operatörü havaya kaldırıyor ve dengede tutuyor. Dileyen bir büyücü, kendini süpürgeyle uçan bir cadı gibi gösterebilir. Saptırıcı görevini gören sabit süngülü tüfekler, büyü odaklaması için asâlardan çok daha elverişlidir. Ayrıca ateşli silahlar, uzak menzilli muharebe formüllerini kullanmak için de oldukça uygundur.

Her hâlükârda, mühendisler mucizeleri teknolojiyle yeniden yarattı. Üstelik bu gelişmenin askeri alanda olağanüstü geniş bir kullanım potansiyeli olduğu da hızla fark edildi.



Kürelerin önemi uzun zamandır evrensel biçimde kabul görmüştü—işte bu yüzden dünya güçleri arasındaki teknoloji yarışı böylesine amansız bir hâl almıştı.
Ve bu alanda öncülük eden İmparatorluk, doğal olarak bu yarışın ön saflarında yerini almıştı.
Gökyüzü açık ama rüzgâr kuvvetli. Şu anki irtifam dört bin… ve hâlâ yükseliyorum. Günlük testlerin kabaca yarısı tamamlandı. Nem yüzünden paraşütümün açılmadığı ve neredeyse öldüğüm son test gününe göre koşullar daha iyi; ama dürüst olmak gerekirse, bu havada uçmak içimden gelmiyor—özellikle de en ufak bir dalgınlığın hesaplamaları altüst edip kürenin motorunun tutuşmasına yol açabileceği kadar zorlu şartlar altında.
Yüzümdeki kasların istemsizce seğirmemesi için kendimi zorlayarak, plana uygun şekilde temkinli bir seyir hızı sürdürüyorum. Testleri sorunsuz tamamladığım sürece, durmaya hakkım yok. Ve bu da… daha da yükselmem gerektiği anlamına geliyor.
Evet. Bu yükselişi “yeni model” ile yapmalıyım: güven vermeyen, kusurlarla dolu, tam anlamıyla arızalı bir prototip küreyle.
Dünyayı avuçlarının içine alma hissi bu mu? Kürenin simgelediği şey—dünyanın fiziksel yasalarına erişim—incelikle yönetilmesi gereken karmaşık bir işlem. Bu süreci gözlemlemekle görevlendirilmiş bir kişi olarak, toleransı sıfır olan bir cihazı kullanmak en yüksek düzeyde dikkat gerektiriyor… ve Tanya’nın eli parçalanıyor.
Tıbbî gelişmeler olmasaydı, hayatının geri kalanını yalnızca sol koluyla geçirmek zorunda kalacaktı.
Güven vermeyen bir küre taşımak, pimini çektiğin bir el bombasını avucunda tutmaktan farksız. Sonucun ne olacağı ortada. İşte bu yüzden Teğmen İkinci Sınıf Degurechaff, bu işi yapmaktan böylesine nefret ediyor. Uçarken iç çekişini bastırıyor, sadece içinden…

“Motor patladı! Alev aldı! Test iptal! Testi iptal edin!”
Yine Kontrol Merkezi’nden gelen kulak deler çığlıklar… Tanya’nın bir günü daha başlıyor.

Acı dolu iniltiler gökyüzünde yankılanıyordu.
Ben bu belaya nasıl bulaştım ki?
Her şey, kuzeyde yaralandıktan sonra cephe gerisine sevk edilmemle başladı.
Teğmen İkinci Sınıf Tanya Degurechaff o sırada hâlâ iyileşme sürecindeydi ve yeniden hangi birime atanacağının hayat memat meselesi olduğunu düşünüyordu. Ağır savaşlar geçirmişti; kendine has bir muharebe sicili oluşturmuş, hatta bir madalya bile almıştı... Bu ileride terfi etmem açısından faydalı olabilirdi, ama aynı zamanda Tanya’yı ön saflara çivileyebilecek hassas bir sorunu da beraberinde getiriyordu.
“Şimdi inceleyeceğim.”

Zarfı elime alıp açtığımda içimden geçen tek şey şuydu: Yeter ki beni yeniden cepheye göndermesinler.
Ama korkularım yersiz çıktı. Zarfın içinden, Personel Dairesi’nden gelen ve tarihsiz bir iç hizmet emrini içeren belge çıktı. Yani bu emir resmî değildi—ama bir üst rütbeli tarafından imzalanıp tarihlendiği anda yürürlüğe girecekti. Ordunun standartlarına göre bu, gayriresmî görev teklifiydi.
“Sevinsen yeridir. Bu belge, savaş eğitmeni birliğine iç hizmet atamanı bildiriyor. Ayrıca teknoloji denetim personeli olarak karargâha geçici devrin talep ediliyor.”

Özetle, teklif gayet makuldü. Hatta oldukça idealdı: Her anlamda cephe gerisi sayılabilecek bir iç hizmet pozisyonu.
Ancak eğitmen birliğiyle test personeli görevi hâlâ prestijli kariyer yollarına işaret ediyordu. Bu durum, onların Tanya’ya yüksek değer verdiğini açıkça gösteriyordu.
En önemlisi, savaş eğitmeni birliğine atanmak pek çok avantaj sağlıyordu. İmparatorluk Ordusu’nun en seçkin grubu oldukları için yalnızca en iyi teçhizata sahip değillerdi; aynı zamanda burası, muharebe araştırmalarının kutsal mekânıydı. Bu birlik, Tanya’nın yeteneklerini geliştirmesi ve hayatta kalma şansını mümkün olan en üst düzeye çıkarması için mükemmel bir ortamdı. Hatta Tanya ders vermek zorunda kalsa bile, diğerlerinin tekniklerini öğrenip kopyalamak için kusursuz bir konumdu.
Ve en güzeli—eğitmen birliğine atanmak siciline en ufak bir leke bile düşürmezdi.


Karargâha teknoloji denetim personeli olarak geçici görevlendirilme talebi, her ne kadar muğlak görünse de aslında pek de kötü sayılmazdı.
Sonuçta karargâh, cephe gerisinin vücut bulmuş hâliydi. Orada teknoloji denetleyicisi olarak görev yaptığım sürece, “test yürütüyorum” bahanesiyle cepheden uzak kalmak gayet mümkündü.
Eğer illa bir kusur aranacaksa, Demiryolu Departmanı ya da Genelkurmay gibi birimlerdeki görevlerin kaza ihtimalinin çok daha düşük olması nedeniyle, bu pozisyonlardan birinin daha da elverişli olduğu söylenebilirdi. Ama bu öyle önemsiz bir farktı ki, mevcut teklif rahatlıkla kabul edilebilirdi.
“Dileklerinize olabildiğince saygı göstermeyi düşünüyorum. Ancak herhangi bir itirazınız olmadığını varsayabilir miyim?”

Belki de komutan, Tanya’nın görüşlerine şeklen saygı göstermişti; ama gerçekte karar çoktan verilmişti.
Tanya’nın bu görevi reddetmesi beklenmiyordu bile. Böyle bir teklif altın tepside sunulmuşken geri çevirmek affedilemez olurdu.
Mevcut üç cevap şunlardı: “evet,” “oui,” ya da “ja.”
“Evet, hiçbir itirazım yok. Emirleri tevazu ile kabul ediyorum.”

“Harika. Tedarik ve Lojistik Karargâhı’nda yeni bir modeli test edeceksiniz. Usulen, bu göreve eğitmen birliğinden transfer edilmiş olarak atanacaksınız,” dedi komutan, ardından belgeye Tanya’nın kabul beyanını kendi el yazısıyla ekledi.
Sonra da emri imzalayıp geri uzattı—resmiyette transfer o anda tamamlanmıştı. Ne kadar da verimli bir işlem!
Belki de şu sözüm ona “gayriresmî bildirim” süreci başlı başına bir formaliteydi.

“Yine de, eminim sormak istediğiniz bazı şeyler vardır. Soru sorma izniniz var.”

Aklı başında bir üst rütbeliye her zaman saygı duyarım. Bu komutan, hak ettiği takdiri almalıydı.
“Teşekkür ederim. O hâlde ilk olarak şunu sormak istiyorum: Neden beni eğitmen birliğine atamak için bu kadar çaba gösterdiniz?”


Normalde, doğrudan karargâhta bir pozisyon yeterli olurdu, değil mi? Bu detay beni düşünmeden edememişti.



Elbette, eğitmen birliğinde bir kariyer yapmaktan fazlasıyla memnundum, ama Tanya’ya iki birden harika görev verilmesine yol açan siyasi hesapları ve koşulları çözümlemek konusunda da dikkatliydim. Sonradan bir belaya farkında olmadan bulaşıp tepetaklak gitmek istemezdim.
Yine de Tanya’nın sorusuna verilen cevap, ne yazık ki sinir bozucu derecede basitti:
“Yetenekli de olsa, bir çocuğu ön saflara göndermek kamuoyunda hoş karşılanmaz.”

...Üst rütbelilerin biraz yavaş olduğunu biliyordum ama bunu kavramaları bu kadar mı sürdü?
Teknik olarak ben bir çocuğum. Yani korunmam gerekiyor. Görünüşe göre o büyük kafalar sonunda uyanıp sağduyunun kokusunu almaya başlamış.
“Yani diyorsunuz ki, bir ‘as’ı cephe gerisinde vitrin süsü olarak mı kullanacaksınız?”

Cepheden uzak kaldığım için fazla coşkulu görünmek elbette kötü olurdu, ama mevcut durumu netleştirmem gerekiyordu.
Eğer her şey umduğum gibi ilerliyorsa, bu durum hayatta kalma planım açısından mükemmel koşulları beraberinde getirecekti.
Harika. Gerçekten harika. Wunderbar.
Tam o anda, Tanya’nın soğuk ifadesinin ardında tüm insanlıkla empati kurabilecekmişim gibi hissettim.
O kadar mutluydum ki, içimde garip fikirlerin doğmasından endişelenmeye başladım.
“Ne kadar özgün bir görüş, Teğmen. Böyle bir şeyi asla düşünemezdim.”

Bu sözlerle birlikte, Tanya artık öngörülerinin doğru çıktığından emindi.
Üst kademe ne planlıyor olursa olsun, en azından karşısındaki üst rütbeli onun çıkarımlarını yalanlamamıştı.
Bu da büyük ihtimalle işin yolunda olduğunu gösteriyordu.
Cephe gerisindeki hizmetin güvenliği gerçekten tarifsizdi.
“İzninizle...”

“Üst kademedekiler sizi epey değerli buluyor. Bu yüzden, yeni modelin geliştirilmesinden sorumlu olacak bir pozisyon verdiler.”


Aslında, cepheden dönen yetenekli bir büyücünün eğitmenliğe ya da teknik geliştirme görevine atanması, Personel Dairesi’nin makul sayılabilecek standartları içindeydi.
Bu anlamda, gerekçe oldukça makul ve olağandı.


Cepheden genç bir askerin geri çekilmesi…
Muhtemelen ordudaki herkesin tereddütsüz kabul edeceği bir uygulamaydı.
Bana piyangodan çıkmış gibiydi, ama yine de şu “yeni model” meselesi nedir?
Tanya’yı bir kobay gibi kullanacaklarını sanmıyordum, ancak ne tür bir teknolojiyle karşı karşıya olduğunu bilmek en azından içimi rahatlatırdı.
“Yeni modelle ilgili bir soru sormama izin var mı?”

Eğer “gizli” derse, geri adım atmak zorunda kalacaktım.
Yine de en azından belli bir hazırlık seviyesine ulaşmam gerekiyordu.
Bir darbe geleceğini önceden bilirsen, alacağın hasar çok daha az olur—aniden gelen bir yumruk kadar yıkıcı olmaz.
Kendi adıma neyle karşılaşacağımı bilmek istiyordum. Çünkü kendimi ruhen hazırlamam gerekiyordu.
Ve dürüst olmak gerekirse, meraktan çatlıyordum.
“Hmm, bana sadece prototip bir hesaplama küresi olduğu söylendi.”

“Anlıyorum. Teşekkür ederim.”

Tüm bunlar nihayetinde gerçek çıktı.
Tanya, cephe gerisinde güvenli bir şekilde yeni bir hesaplama küresi üzerinde çeşitli testler yapıyordu.
Komutanı ona tek bir yalan bile söylememişti.
Ama… kürenin güvenilirliğinin, bir İtalyan “Kızıl Şeytanı” kadar düşük olduğunu da hiç söylememişti.¹
Ve işte bu yüzden, şu an bu kadar acı çekiyorum.
İmparatorluk başkenti Berun’un güneybatısındaki hava sahasında, on iki bin fit yüksekliğe ulaştım.
Bu yükseklik, mevcut hesaplama kürelerinin azami çalışma irtifasını çoktan aşmış durumda.
Sırf rekor irtifalara ulaşmak için özel olarak modifiye edilmiş bir küre olmadan, bu denli yüksekte çalışmak teknik olarak mümkün değil.
Oksijen seviyesi rahatsız edici derecede düşük. Yetmezmiş gibi, vücut ısım da kritik seviyenin altına indi.
6.800 fitte bu kadar uzun süre geçirip alışma sürecini uzatmam, şimdi bana pahalıya patladı.
İnsanlar, bu kadar yüksekte bu kadar uzun süre yaşamaya uygun tasarlanmamış.
“Teğmen Degurechaff, bilinciniz yerinde mi? Teğmen Degurechaff?!”

[hr]

¹ İtalyan “Kızıl Şeytanı” (Red Devil): II. Dünya Savaşı döneminde İtalyan ordusuyla alay eden, zayıf ve başarısız prototiplere gönderme yapan aşağılayıcı bir lakaptır. Tanya burada, test ettiği kürenin teknik olarak çöp olduğunu ima ediyor.
Oksijen eksikliğinden ağırlaşan baş ve kurşun gibi hareketsizleşen bir bedenle, telsiz üzerinden Kontrol’e yanıt vermek bile insanı bezdiren bir işkence gibi geliyor.
Soğuk hava için özel kıyafetler giymiş olsam da, bu irtifada testleri ancak oksijen tüpü, havadan telsiz ve acil durum paraşütüyle gerçekleştirebiliyorum.
Tanya’nın zihninde tek bir düşünce dönüp duruyor:
Bu yükseklikte, korumasız bir insan göndermeyi akıl eden kim varsa, gelip bir de kendisi yaşasın da görelim bakalım.
“Az çok iyiyim, ama uzun süre dayanabileceğimi sanmıyorum. Açık konuşmak gerekirse, korumasız şekilde daha da yükseğe çıkmak imkânsız.”

Yer seviyesine kıyasla sıcaklık farkı tam 21.6 derece.
Oksijen oranıysa sadece %63’ün biraz altında.
Bu irtifada birinin geçici olarak hava muharebesi yapıp yapamayacağı belirsiz, ama burası kesinlikle insana ait bir alan değil.
Zaten tipik bir hesaplama küresinin azami çalışma irtifası 6.000 fit.
Daha yükseğe çıkıldığında, yerçekimini yenmek için gerekli itici gücü üretemiyor.
İşte bu yüzden Tanya, büyücülerin hava üstünlüğünü bir taarruz helikopterininkiyle aynı düzeyde değerlendiriyor.
Aslında bu irtifa farkı, İmparatorluk’un bile büyücülerle uçaklar arasındaki doğrudan çatışmaların gerçekçi olmadığı sonucuna varmasına neden olmuş durumda.
Ortadaki engel, aşılması neredeyse imkânsız bir bariyer niteliğinde.
Elbette konu yalnızca irtifa olsaydı ve elimde yalnızca rekor yükseklikler için üretilmiş özel bir küre bulunsaydı işler farklı olurdu.
Ama Tanya’nın şu an test ettiği şey, olağanüstü tırmanma kabiliyetine sahip özel bir cihaz değil; “yeni model” etiketiyle ordu kullanımına yönelik olarak tasarlanmış, çok amaçlı bir askeri araç.
Yine de, Elinium Arms Tip 95 hesaplama küresi prototipi, bir ordu modeli olmasına rağmen öylesine absürt bir itici güç üretiyor ki, bu genelde teknik olarak bile mümkün değil.
Ve işin ilginç tarafı, bu sonuçlara ulaşmak için kullanılan yöntem son derece basit ve klişe.
Motor geliştirme şeması bildik:
“Biri yetmiyorsa, iki kullan. İki de olmazsa, dört.”

Sonuç olarak, üzerinde “teknolojik araştırma” mührü bulunması haricinde, bu küre dış görünüş itibariyle diğerlerinden çok da farklı sayılmaz.
Tasarım olarak hâlâ bildiğimiz klasik küre boyutlarında, içi sayısız bileşenle dolu yuvarlak bir makine parçası.
Ama asıl önemli olan, içinde olan bitenlerdir.
“En kötüsü de şu: Bu şey manayı deli gibi yutuyor. Büyü dönüşüm verimliliği tam bir felaket.”

Bildiğiniz gibi, hesaplama küreleri benzin yerine mana kullanır.
Yani dört motorlu bir cihaz, normalden dört kat fazla mana harcar.
Ama bir insanın mana rezervini genişletmek, yakıt deposu eklemek kadar kolay değildir.
Bu da demek oluyor ki, operatör çok daha çabuk tükenir.
Belki bu prototip, teknik verilerine bakıldığında devrimsel bir potansiyele sahip olabilir;
ama imkânsızı talep eden ve büyücüyü tükenmiş bırakan bir kürenin pratikliği fazlasıyla tartışmalıdır.
Tipik bir kürenin dört katı mana tüketmekle kalmaz; aynı zamanda dört çekirdeğin eşzamanlı çalışmasını sağlama gibi ağır bir teknik sorunla da boğuşur.
Geliştiriciler çekirdekleri mini boyutlara indirgemeyi başarmış olsa da, kürenin boyutu neredeyse klasik modellerle aynı kalmış.
Beklenmedik şekilde kompakt: içerdiği parçalara rağmen hâlâ bir büyücünün cebine sığacak kadar küçük. Kullanımı da oldukça kolay.
Araştırmacıların çekirdekleri bu kadar küçültmesini sağlayan teknolojiye gerçekten saygı duymak gerek.
Ama cihazı kullanan kişi olarak, söyleyebileceğim tek şey bunun ne kadar dayanılmaz olduğu.
Karmaşık bir cihazı minyatür hâle getirmek, eski toleransların tamamen ortadan kalkması demek.
Dört çekirdeğin eşzamanlı çalışmasını ayarlamak başlı başına bir baş belası değilmiş gibi,
küçültülmüş çekirdekler sistemi kararsız ve güvenilmez bir hâle sokuyor.
Teoride bu yeni modelin mana tüketimi standart kürenin dört katı olmalıydı.
Ama işin içine mana sızıntısı da girince, harcama altı kata çıkıyor—hem de iyimser bir tahminle.
Alışık olmadığım bir yükseklikte bulunmam elbette büyük bir etken,
ama sadece bu irtifa testi bile, beni sanki iliklerime kadar kurutulmuş gibi hissettiriyor.



Hava muharebe manevralarında tüm enerjimi tüketmiştim.
Yorgunluğum hızla artarken, nefes almak da giderek zorlaşıyordu.
Ama Tanya’nın bitap düşmüş raporunu iletmesinin hemen ardından telsizden gelen yanıt, bir mühendisin umursamaz sesi oldu:
“Teğmen, biraz daha yükselemez misiniz? Teoride on sekiz bine kadar çıkabilmeniz lazım.”

Tanya’nın kalbinde “lanet olsun bu deli bilim insanına” sözleri yankılanırken, komuta uçağına—yani o radyo başındaki şeytani dâhinin bulunduğu yöne—içgüdüsel bir öfkeyle bakıyor.
Şu uçağı indirmenin verdiği huzur ne güzel olurdu…
Tanya, gerçekten cazip gelen bu dürtüyle savaşırken içini çekiyor.
Bu ses, Adelheid von Schugel’e ait.
Prototipin baş mühendisi, aynı zamanda onaylı bir deli bilim insanı.
Onu vurmak istememi bastırmak zorunda olmak canımı sıkıyor—çünkü bu, hiçbir sorunu çözmeyecek ve sadece daha fazla sorun yaratacak.
Tanya’nın yapabileceği tek şey, hayatın saçmalığına içten bir lanet okumak.
Bu mühendisin icadını test etme işine tıkılıp kalmak, bunun en güzel örneği.
“Dr. von Schugel, lütfen mantık dışına çıkmayın.”

Bir insanın daha da yükseğe çıkabilmesi için, yalnızca yalıtımlı değil, aynı zamanda ısıtmalı kıyafetlere ihtiyacı olur.
Üstelik gerçek muharebe deneyimime dayanarak söyleyebilirim ki, sırtıma oksijen tüpü takılıyken uçmam gerektiği anda bu küre pratik olmaktan çıkar.
Zaten tek bir isabetli atışla hava desteğini kesmek, Tanya dışındaki herkes için oldukça “heyecan verici” bir gösteriye dönüşür.
Diyelim ki bir büyücü, hava üretme formülü kullanarak oksijen ihtiyacını karşılıyor ve ısıtmalı giysi ya da tüpe gerek kalmadan bu üst irtifada hayatta kalabiliyor.
Ama bu formül küreye bağlıysa, zaten verimsiz olan cihazın mana tüketimi daha da hızlanır.
Bu nedenle, mevcut kürelere kıyasla beklenen mana tüketimi göz önüne alındığında, bu yeni modelle uzun süreli savaş operasyonları yürütmek neredeyse imkânsız.
Ayrıca oksijen eksikliği gibi sebeplerle manevralar sırasında bayılma riski son derece yüksek.




İşte bu yüzden, bir paraşüt mutlak gereklilik—ve bu, test uçuşları için gayet makul olsa da...



Kendi topraklarımızda yapılan uçuş denemelerinde bile, bilinci yerinde olmayan, hareketsiz bir büyücünün sırtında paraşüt taşıyarak havada kalması, savaş ortamında tam anlamıyla açık hedef hâline gelir.
Ve diyelim ki operatör yere inmeyi başardı—bu, hayatta kalacağının garantisi değildir.
Düşman bölgesine inerse, kesinlikle esir alınır.
Üstelik paraşütün nem yüzünden açılmama ya da alev alma ihtimali de azımsanacak gibi değildir.
Tanya, sırf güvenilir bir paraşüt bulabilmek için cehennem azabı çekmişti.
“Hâlâ yeterli manaya sahip olmalısınız. Aynı şekilde, hesaplama küresi üzerindeki stres de izin verilen sınırlar dâhilinde.”

Ah, yazıklar olsun!
Bu mühendis—maalesef yalnızca icatlarıyla ilgilenen eksantrik bir tip—anlaşılan yalnızca teoride kabul edilebilir değerlere önem veriyor.
“Doktor, bu şeyin toleransı yok! Bu arızalı hurda ne zaman alev alacak kim bilir?!”

Yaşamla ölüm arasındaki it dalaşlarında bulunmuş bir asker için, güvenilirlik teoriye göre her zaman daha önemlidir.
En azından Tanya için bu böyleydi.
Son test tırmanışını hatırlaması bile midesini bulandırmaya yetiyordu.
Gerçekten berbattı.
Çekirdekler çok hafif senkron kaybı yaşadığında, dört bin fitte dengesini kaybetmişti.
Görünüşe göre bu, sihir devrelerinin iletim hızındaki çok küçük bir farklılıktan kaynaklanmış.
Araştırmalarda kullanılan bypass devreleri, savaş tipi olanlara göre çok daha yüksek hassasiyetle üretilmiş olmasına rağmen, bu fark bile düzeltilemiyor muydu?
Bu nedeni öğrendiğimde, ciddi ciddi çığlık atmak istedim:
Bu cihazı ne kadar gerçeküstü hassaslıkta yapmayı planlıyorsunuz?!
Hesaplama küresinin iç mekanizması tarafından kontrol edilemeyen herhangi bir mana çıldırır.
Ve bunun sonucu olarak, çekirdekler aşırı yüklemeye dayanamaz—ardışık büyü patlamaları zinciriyle infilâk eder.
Neyse ki, yanımda yedek olarak taşıdığım başka bir hesaplama küresiyle bu patlamaları hızla bastırmayı başardım.

Ama bu krizi atlatabilmemin tek nedeni, olayın yaklaşık dört bin fitte yaşanmış olmasıydı.
On iki bin fitte olsaydım—o seviyede hava o kadar soğuk ve seyrek ki, hareket bile edemiyorsun—o zaman işler...



…bu yükseklikte**, bilincimi koruyabileceğimden bile emin değilim.
Eğer prototip küre bu irtifada alev alırsa ve kontrolü sağlayamazsam… dünya ile “yoğun bir öpüşme” yaşamak kaçınılmaz olur.
Tanya, bir kız olarak “ilk öpücüğüne” özel bir anlam atfetmese de,
böyle bir öpücüğü kim ister ki?
Kontrol edemediğin bir şeyi atmak gerektiği, kelimenin en basit anlamıyla sağduyudur, değil mi?
Ama ne yazık ki, profesyonel sorumlulukları olan biri için hayat bu kadar basit değildir.
Eğer elimde olsaydı, bu küreyi gözümü kırpmadan fırlatırdım.
Ama… prototip hesaplama küresi gizli sırlarla dolu bir parça.
Öylece atıp kurtulmak mümkün değil.
Kaybolduğu anda, bu bilginin gizli kalmasını sağlamak için üst üste gelen önlemler zinciri devreye girer.
Sonuçta, test pilotunun görevi, prototipi mümkünse sağlam bir şekilde geri getirmektir.
Bu yüzden kazaları en aza indirecek şekilde dikkatli bir kontrol gerekir.
Bu toleranssız küreyi kullanmak tarif edilemeyecek kadar zor.
Ama ille de benzetmek gerekirse:
bıçak çevirerek ip üstünde ateş halkasından geçerken tek tekerlekli bisiklet sürmeye benziyor.
Böylesine öngörülemez bir prototiple hâlâ tırmanmaya çalışmak,
ya akılsızlık, ya da intihara meyil gerektirir.
Elbette, ikisinin birleşimi de bir olasılık.
Ancak görünen o ki, bir test pilotu olarak dürüst düşüncelerim başmühendisin hiç hoşuna gitmiyor.
“Nasıl cüret edersin en büyük başyapıtıma ‘arızalı hurda’ demeye?!”

Tabii ki Tanya bile, bu makinenin teknik özelliklerinin etkileyici olduğunu inkâr edemezdi.
Dört çekirdekli senkronizasyon sistemi uzun süre yalnızca teoride var olmuştu.
Bunu, eksik de olsa, hayata geçirebilmiş olması—bu başmühendisin akıl almaz becerisinin kanıtı.
Ardından çekirdekleri bu kadar küçük boyuta indirip, geleneksel modellerin işlevselliğini koruyarak kullanıma sokmuştu.
Salt tarihsel açıdan bakarsak, bu gerçekten dâhiyane bir başarıydı.

Bu gelişmeyi, küre ile büyü arasındaki bağlantının çözülmesinden beri gerçekleşen
en büyük teknolojik atılım olarak selamlamaya razıyım.

…küreyle asânın bağlantısını çözdüğümüz zamandan beri gerçekleşmiş en büyük buluş.
Ama…
Ne olur, yalvarıyorum,
şu şeyleri tasarlarken bir zahmet kullanıcıyı da düşünün.
Performansı ne kadar yüksek olursa olsun, bir icada insanların uyum sağlaması zorunlu olmamalı.
Bir askere üniformasına uyum sağlasın diye fiziğini değiştirmesi emredilebilir—ama bu sadece başlangıçta beden farkı çok uçuk değilse işe yarar.
“Teknik özelliklere değil, kullanım alanına bakın! Yedeklilik gibi şeyleri de biraz daha ciddiye alın artık!”

Genel kanıdır: askeri ekipman, savaşın en zorlu koşullarında kullanılacaktır.
Ordu, yarış atı değil, hizmet atı ister—dayanıklı, güvenilir, sağlam.
“Ne dediğinizin farkında mısınız?!! Optimum ayarlı küreyi senkron dışı bırakmaya mı çalışıyorsunuz?!”

“Dr. von Schugel, lütfen telsiz üzerinden bağırmayın.”

“SUSUN! Önce o hakareti geri almanız şart!”

Radyo aracılığıyla da olsa, bu patlayıcı laf savaşı, test hava sahasına yankılanıyor.
Aaaah…
Sadece alanına fanatikçe bağlı değil, üstüne bir de ergen kafasına sahip!
Başımı ellerimin arasına alıp kıvranmak istiyorum.
Yani, koskoca başmühendis bu adam mı olmak zorundaydı?!
Kafam ağrıyor.
Şayet insan kaynakları benim elimde olsaydı, bu teknoloji manyağını dizginleyecek bir idareci rütbesi en baştan tayin ederdim.
Ama gerçek şu ki, bu adam gerçekten başmühendis…
Ve ben de baş test pilotuyum.
İmparatorluk’un liyakat temelli değerlendirme sistemine diyecek bir şeyim yok;
ama ne olurdu, birazcık da idari beceriye bakılsa?
İçimden bağırmak geliyor:
Teknik rütbe ile idari yetkinlik arasındaki farkı öğrenmenin zamanı geldi artık!
“Dediğim gibi…”


İmparatorluk’un yönetim sistemine karşı duyduğum hoşnutsuzluk, eski hayatımdaki yönetici geçmişimden kaynaklanıyor.
Aynı zamanda, ben…


Ben hâlâ bir askerim…
Ve bana verilen koşullara uymak zorundayım.
Bu durumda yapabileceğim tek şey, sessizce katlanmak.
Ama bu sinir bozucu tartışma dikkatimizi dağıttığı için, beklenen oluyor—ve aniden kesiliyor.
“Motorun—yani çekirdeklerin sıcaklığı hızla yükseliyor!”

Tch! Aahhh, lanet olsun!
Bu kadar kısa sürede çıkan bir düzensizlikten böylesine büyük bir sorun doğması…
İnsanı resmen inletiyor.
Kürenin çekirdekleri kaosa sürüklenmek üzere.
Senkronizasyon çöktüğünde üzerlerindeki kontrolü kaybettim.
Zaman kaybetmeye yer yok.
Derhâl mana akışını kesiyorum ve hesaplama küresinin içindeki enerjiyi acil tahliye moduna geçiriyorum.
Bu işlemi tek bir hamlede gerçekleştirmek mümkün.
Şanslıyım ki, önceki testte yaşanan patlama ve yangından alınan dersler sayesinde
güvenlik mekanizmaları entegre edilmişti—ve beklediğimden çok daha etkili çalıştılar.
Geçen sefer motor alev almıştı, ama bu sefer…
Devreleri zar zor da olsa dengelemeyi başarıyorum.
Yine de bu, kürenin içindeki mananın zararsızca dışarı akacağı anlamına gelmiyor.
Senkronu bozulan çekirdekler, manayı her yönden birbirine çarptırıyor
ve devreler bir anda infilâk ediyor.
Ama… ne şans!
Defalarca talep ettiğim güçlendirilmiş muhafaza bu teste yetiştirildiği için,
gerçek bir hasar almaktan kıl payı kurtuluyorum.
Ve böylece, Tanya’nın güzel yüzünde bir rahatlama ifadesi beliriyor.
Telsize geri dönüyor, tonunda bariz bir bıkkınlıkla prosedürü bildiriyor:
“Kontrol, durumun farkında mısınız? Paraşütümü açıyorum.”

İrtifam gayet yüksek.
Üstelik burası İmparatorluk başkentine yakın, cephe gerisinde bir savaş dışı bölge.
Bu şartlar altında, düşerken yedek bir küreyi aktive etmeye çalışmaktansa
paraşütü açmak çok daha güvenli.
Başkent semalarında, vurulma riski olmadan rahatça süzülebilirim.
Bu durumda yapmam gereken tek şey:
Sakin kalmak ve inişe hazırlanmak.
Ama…
Paraşütüm açılır, yavaşça süzülmeye başlarken…

“Rog— Hey, Doktor, dur! Geri çekil! Lütfen, çekil geri—!”


Telsizdeki saçma tartışmanın sesini duyar duymaz, Tanya istemsizce gökyüzüne baktı ve birazcık daha oksijen harcayarak derin bir iç çekti.
Bu açıkça, telsiz cihazı uğruna verilen bir boğuşmanın sesiydi.
Anlaşılan birileri, cihazı zorla almaya çalışırken ortalığı birbirine katıyor.
Mühendis Şef Adelheid von Schugel, acaba dehasını sağduyusu karşılığında mı elde etti?
Elbette, bir insanın karakteriyle yetenekleri her zaman örtüşmez.
Ama bu kadar uç bir örnekle karşılaşacağımı hiç düşünmezdim.
Ya bu dünya beni doğrudan nefret ediyor…
Ya da gerçekten şeytan tarafından lanetlenmişim.
Ama madem ki bu kadar bilim dışı bir şey olan büyü bile gerçek, o hâlde ben şeytanla, yani Being X’le açıklamayı tercih ediyorum.
“Teğmen Degurechaff! Yine mi oldu?!”

Görünüşe göre telsizci, asilane mücadelesini kaybetmiş ve şeytani bilim insanı cihazı kapmayı başarmış.
Yine de, cihazı doktordan korumak için cesurca savaştığını takdir etmek gerekir.
Ama madem bu mücadele başarısızlıkla sonuçlandı,
ben de artık kendi kendimi koruma hakkımı kullanmak zorundayım.
Bir gün gelecek ve kendini kurtarmak zorunda kalacağım bir dünyada yaşayacağım deseler… inanmazdım.
Kelimelere dökmem gerekirse:
“Kanun ve düzen nerede?! Tekrar ediyorum, kanun ve düzen nerede?!”
Dünya… merak içinde.
Şu anda içimden, hukukçulara sonsuz saygı ve hayranlık duyuyorum.
Formalist biri bile olsa, birinin çıkıp hukuku yeniden tesis etmesini tüm kalbimle istiyorum.
“Açık konuşmak gerekirse, tam da söylemek istediğim şey bu!”

Zira bu saçma derecede karmaşık sistem, basit patlama tipi büyü formüllerinin bile düzgün çalışmasını engelliyor.
Aslında, bu arızalı sistemin yerde infilâk ettiği denemeler, formül kullanarak başarılı şekilde patlama yaratabildiğim testlerden çok daha fazla.

Bana test uçuşu yapacağımı söylediklerinde,
bir gün gelip yine büyünün ne kadar muazzam bir şey olduğunu fark edeceğimi hiç düşünmemiştim…


Uçuş çabasıyla verdiğim mücadele…
Ben Wright kardeşlerden biri değilim elbette, ama bu süreç bana bir kez daha gösterdi ki, uçuş teknolojisinin peşinden gitmek ölümcül bir çöküş riskiyle iç içe.
En azından o öncüler, bizzat kendileri uçarak bu tehlikeyi omuzladılar.
Ama Başmühendis Adelheid von Schugel, bu riski başkalarına yüklüyor.
Ve üstelik öyle şımarık ki…
Güvenlik sistemlerinin “işlevsel zarafetten yoksun” olduğunu iddia ettiğinde, kulaklarıma inanamadım.
Zorlukla da olsa doğru düzgün değerlendirmeler yapabildiğim o an geldiğinde,
bu adam anlamsız test maddeleri ve görevler eklemeye başladı.
Ve işte o anda, içgüdüsel olarak bir transfer talebi sundum.
Ama… ne yazık ki, reddedildi.
Neden mi?
Her ne kadar adaletsiz olsa da, görünüşe göre testleri bir şekilde tamamlayabilen tek kişi bendim.
Hatta Personel Dairesi’ndeki yetkili, bana şunları söylediğinde hâlâ kulaklarım çınlıyor:
“Önceki testçilerin cesetleri üzerinden yürüyüp geç.”

Bunu mecaz anlamda söylediğini düşünmüştüm…
Ama görünüşe bakılırsa tam anlamıyla kastetmiş.
Bu durumda cephe hattı bile hayatta kalmak için daha umut verici görünüyor.
Geçenlerde, artık “Yaralılar Haçı Rozeti” almaya hak kazandığımı bile duydum…
“Tüm bu sorunlar dikkat eksikliğinden kaynaklanıyor! Sen kendine asker mi diyorsun?!”

Schugel’in hakaretlerine katlandım—ve içimde patlamaya hazır bir küfür tufanını bastırdım.
Orduya isteyerek katıldığım yoktu. Eğlenceli bir meslek de değil.
Ama evet, katıldım.
“İmparatorluk askeri olduğuma sizi temin ederim! Ancak, bir askerin görevi silah kullanmaktır.
Kesinlikle, arızalı bir hurdayı çalıştırmaya çalışmak değildir!”


Ben başlangıçta, bir İmparatorluk askerinin görevini elinde hesaplama küresi, omzunda tüfekle savaşmak olarak hayal etmiştim.
Durduk yere infilâk eden bozuk makineler taşımak bu işin parçası değildi.
Askerler, kendilerine arıza veren tüfek ya da deli gibi sapıtan bir küre verildiğinde
şikâyet etme hakkına sahiptir—
en azından, İmparatorluk Ordusu’nda bu böyledir.


Üstelik, modern savaşın acımasız ortamında, bir büyücünün ekipmanında güvenilirlik ve dayanıklılık vazgeçilmezdir.
Bu, en yeni subaylar arasında bile ortak bir sağduyu kabul edilir.
Ve bu yalnızca büyücülerle sınırlı değildir—sağlamlık ve güven tüm askeri teçhizatlar için en üst öncelik olmalıdır.
Dürüst olmak gerekirse, aşırı karmaşık, eşsiz tasarıma sahip tekil bir ürün, muharebe için uygun değildir.

Bu, sadece performans için tasarlanmış bir yarış arabasının, günlük kullanıma dayanamamasıyla aynı şeydir.
Askerlerin sert ve hızlı kullanımı karşısında toleransı olmayan, nazik ve karmaşık bir silah,
savaş alanında neredeyse anlamsız hâle gelir.



[img]https://ia803200.us.archive.org/BookReader/BookReaderImages.php?zip=/22/items/youjo-senki-volume-01-deus-lo-vult-yen-press-kobo-kitzoku/Youjo%20Senki%20-%20Volume%2001%20-%20Deus%20lo%20Vult%20%5BYen%20Press%5D%5BKobo%5D%5BKitzoku%5D_jp2.zip&file=Youjo%20Senki%20-%20Volume%2001%20-%20Deus%20lo%20Vult%20%5BYen%20Press%5D%5BKobo%5D%5BKitzoku%5D_jp2/Youjo%20Senki%20-%20Volume%2001%20-%20Deus%20lo%20Vult%20%5BYen%20Press%5D%5BKobo%5D%5BKitzoku%5D_0096.jp2&id=youjo-senki-volume-01-deus-lo-vult-yen-press-kobo-kitzoku&scale=4&rotate=0[/img]



“Ne dedin sen?! Yine mi ‘arızalı’ dedin?!”

Elbette, ordu teknoloji denetiminin gerekliliğini anlamıyor değil.
Bazen, teknik üstünlüğünü propaganda amacıyla sergilemek için,
İmparatorluk tek bir alanda uzmanlaşmış deneysel ekipmanlar üretip rekor kırmaya oynardı.
Bu, “dünya rekoru kırmak için yarışmak” gibi bir şeyse anlaşılır.
Ama Tanya’ya verilen prototip küre,
“gelecek neslin lider adayı” olarak tanıtılıyor—
bu da çok yönlülüğü zorunlu kılıyor.
Tanya kendi kendine soruyor:
Bu deli bilim insanı gerçekten silah geliştirmeyi ciddiye alıyor mu?
Yoksa bu onun için bir hobiden mi ibaret?
Ve daha da ötesi…
Tedarik ve Lojistik Karargâhı bu işe nasıl onay verdi, Tanrı aşkına?
Dünya gerçekten anlaşılmaz bir yer.
“Bu yükseklikte rastgele bozulan bir hesaplama küresi, hangi akla hizmet ‘meşru bir silah’ sayılabilir ki?!”

Bir uçağın motorları aniden dursa, herkes ona “ölüm makinesi” der.
Eğer kusurları çok ağırsa, halk arasında “dul bırakan” lakabını bile alabilir.
Ama bu kürenin sorunları bunların da ötesinde.
Çünkü bu cihazın çalışıyor olması bile mucizeyle eşdeğer.
Arızaya yatkınlığı, parçalanmaya meyli,
çıktı kararsızlığı, genel performanstaki güvensizlik...
Bunların hepsi, bu aletin silah olarak anılmaması gerektiğini düşündürüyor.
“Sadece siz ahmaklar onu sağa sola çarpa çarpa mahvettiğiniz için!
Bu hassas cihazlarımı nasıl bu kadar çabuk bozuyorsunuz?!”

“Çünkü sen onları camdan yapar gibi üretiyorsun!
‘Askerî kullanım’ ne demek, haberin var mı?!”


Bu deli bilim insanı, bu terimin anlamını kesinlikle bilmiyor.
Yine de hakkını vermek gerek…
Geliştirdiği prototip, teknik özellikler açısından tüm beklentileri yerine getirmiş.


Ordu’nun talebi buydu.
Ve evet, bu sadece kâğıt üzerinde geçerli—o da belli bir dereceye kadar.
Ama bu prototip kürenin çalışma irtifası, teoride bombardıman uçaklarını durdurabilecek seviyede.
Bu da büyücülerin stratejik değerini bir kez daha dramatik şekilde artırabilir.
Anında uygulanabilir ateş gücü, teorik olarak dört katına çıkmış olur.
Büyücüler artık gökyüzünde ölüm makinesi gibi süzülebilir.
Ama bütün bu varsayımlar, lanet cihazın düzgün çalıştığı bir dünyada geçerli.
Söylemeye bile gerek olmamalı—ama dürüst olalım:
Sanat eseri gibi bakım isteyen bir küre savaşta işe yaramaz.
Schugel’ın tek amacı, sadece yarış anında performans sergileyen bir safkan üretmek mi diye sormak geliyor içimden.
Normalde, hesaplama küreleri ayda bir temel bakım alırsa gayet iyi çalışır.
Ama bu cihaz, her kullanımdan sonra tam kadro teknik personelin çalışmasını gerektiriyor—
yani, sadece teknik ekip değil; en büyük cephe gerisi desteğine sahip araştırma merkezinin tüm kadrosu.
Yani Tedarik ve Lojistik Karargâhı’nın tamamı.
Anlaşılan, Doktor “bakım” kavramının ne anlama geldiğini unutmuş.
Sadece cephe için hedeflenen bakım standartlarını tutturamamakla kalmamış…
O standartların yanından bile geçememiş.
Bu prototipin ileri düzeyde oluşu, Tanya’dan belli bir sertifikasyon süreci yürütmesi beklendiği anlamına geliyor.
Ama yine de, bu kadar çok uygulama probleminin çözülmesiyle hâlâ şaşkına dönüyorum.
“Dört motoru senkronize etmeyi başaran bu teknolojinin ne kadar devrimsel olduğunu neden anlamıyorsun?!”

“Gayet iyi anlıyorum. Zaten bu yüzden çalışan bir versiyonunu yap diyorum sana.”

“Teorik olarak çalışıyor! Sadece sen doğru kullanamıyorsun!”
…diyor yüzünde tek bir utanma ifadesi olmadan, bir mühendis değil de akademisyen edasıyla.


Tanya’nın kişisel görüşleri ve biraz önyargılı insan kaynakları teorisine göre…
şayet bu adam bir yönetici pozisyonundaysa…



Eğer Tanya bir gün çalıştığı kurumda bir bilim insanıyla yeniden karşılaşacaksa,
gelecekte dikkat etmesi gereken tek bir şey var:
Kısaca—o kişi deli mi, değil mi?
İdari yetkinlikten önce bakılması gereken ilk şey şu:
Bir ekiple çalışmak için asgari iletişim becerisine sahip mi?
Hepsi bu.
Hani derler ya, deha ile delilik arasında ince bir çizgi vardır…
Ama bence aradaki fark aslında oldukça kolay anlaşılır.
Eğer bir konuşmanın sonunda karşındakine tam bir şarjör boşaltmak istiyorsan—o kişi delidir.
Ama hâlâ onunla ikinci bir sohbet yapabilecek gibi hissediyorsan, o zaman o bir dahidir.
“Dr. von Schugel! Bu cihazı saha kullanımı için uygun seviyeye getirmeye çalışıyorum.”

“Zaten bu deneyleri bu yüzden yapıyoruz!
PDCA Döngüsü’nü hiç duymadınız mı?!”

…Yedek küremle onu gökten aşağı indirmek bana öyle huzur verici gelirdi ki.
Böyle hissettiren herkes deli bilim insanıdır.
Sağduyum beni engellemeseydi… ellerimi kirletmiştim bile.
Gereksiz yere söylememe gerek yok ama…
PDCA Döngüsü’nü gayet iyi biliyorum.
Planla (Plan), uygula (Do), değerlendir (Check), düzelt (Act)—herkesin bildiği klasik yöntem.
Yani bu sıradan yöntemi kullanmalarına bir itirazım yok.
Hatta daha da sıkı prosedürlere uymalarını canıgönülden isterim.
Yalnızca şu kadarcık: En azından icatlarına bir kez olsun adam gibi baksınlar.
Bu küreyi kullanan kişi olarak net şekilde söyleyebilirim ki:
Sorunlar öyle küçük iyileştirmelerle çözülebilecek cinsten değil.
Küre çok ciddi hatalar, arızalar ve tasarım kusurlarıyla dolu.
Eğer içine entegre edilen güvenlik sistemleri olmasaydı,
gizlilik yükümlülüğüme rağmen bu lanet şeyi çoktan fırlatıp atmış olurdum.
Ama işin kötüsü…
o güvenlik sistemleri bile standartlara tam uymuyor.

Her ne kadar bu sefer sorunsuz çalışmış, Tanya en kötü ihtimali atlatmış olsa da,
mana sızmasını tamamen önleyemedi.
Eğer devreler gerçekten patlarsa… bu küre… işlevsiz bir hurdaya dönüşecek.



Bu küre işe yaramaz hâle gelirse, her zaman en kötü senaryoyu hesaba katmak zorundayım.
En korkunç ihtimal?
Patlamanın oksijen tüpümü ateşe vermesi.
Hiç de eğlenceli olmaz.
Geçmişte yaşananlardan ders çıkarıldığı için,
bana alev geçirmez ve yırtılmaya dirençli kumaştan yapılmış, geliştirilmiş paraşütler verildi.
Ama bu bile %100 güvenlik garantisi sunmuyor.
Tanya bilincini kaybederse, paraşütün otomatik açılmama riski her zaman mevcut.
Ya da patlamanın büyüklüğüne göre, paraşütün halatlarına dolanıp
yere çakılmadan önce boğulma ihtimali de var.
İnsanlık, Murphy Kanunu’yla öğrenmiştir:
“Ters gitme ihtimali olan her şey ters gider.”
Bir ofis çalışanı sorun çıkarabiliyorsa, kesinlikle çıkaracaktır.
Mesela: finansal sorunlar yaşayan bir çalışana muhasebe departmanında görev verilmez—İK’da bilinen en temel kuraldır.
Aynı mantıkla düşünürsek, her an patlayabilecek bir küreyle uçmak,
bombanın ne zaman patlayacağını beklemekten farksız.
Yere indiğimde, artık bu sefer gerçekten bir transfer talebi vermeye karar veriyorum.
Tanya’nın kararlılığı, başını sertçe sallayarak kendini belli ediyor.
En kötü ihtimalde üstlerinin gözünden düşse bile,
Personel Dairesi’yle pazarlık yapacağına kendi kendine yemin ediyor.
Şu hâliyle, yüz can bile yetmez ona.
Eğitmen birliğine atanmak, Tanya için tek kurtuluş yolu.
Daha önce bağlılığımı kalkan yaparak oraya görev talebinde bulunmuştum,
ama yalvarmak yetmedi.
Gayriresmî taleplerle oyalanırsam, bu deli bilim insanının deneylerinde kurban edilecek ilk kişi ben olabilirim.
O yüzden artık resmî yoldan transfer talebinde bulunmam şart.
Ve bunu mümkün olan en kısa sürede yapmalıyım.

Bu yüzden...
İndikten, görevimi tamamladıktan hemen sonra, kalemi elime alıyorum.






📍 İMPARATORLUK ORDUSU TEDARİK VE LOJİSTİK KARARGÂHI, TEKNOLOJİ BİRİMİ




Transfer talebi, resmî formatına tamamen uygundu.
Büyücü Teğmen İkinci Sınıf Tanya Degurechaff’ın başvurusu, içinde acil bir yardım çağrısı barındırıyordu.
Tedarik ve Lojistik Karargâhı’na bağlı Teknoloji Birimi, büyük bir bürokratik yapı olarak, resmî yollarla sunulan her transfer başvurusunu kabul edip işleme koymak zorundaydı.
Genel kanı şuydu:
“Bu kız bu sefer gerçekten kararlı.”

Bu da pek şaşırtıcı sayılmazdı—çünkü bu başvuru, gayriresmî olanlar da sayılırsa, tam olarak dördüncü girişimiydi.
Daha önceki gayriresmî talepleri, belgesiz dileklerden ibaretti.
Dolayısıyla personel, onu birkaç teselli sözle yatıştırmayı başarmıştı.
Ama her seferinde Tanya’nın tonu daha da samimi, içten ve yalvarır hâle gelmişti.
Bu resmî başvurunun er ya da geç geleceği belliydi.
Ne var ki, Teğmen İkinci Sınıf Tanya Degurechaff’ın transfer dilekçesini okuduklarında,
Tedarik ve Lojistik Karargâhı’nın Teknoloji Birimi’ndeki tüm yöneticiler,
ellerini başlarına götürüp derin bir çaresizlikle iç çekmişti.
“Ee, ne yapacağız şimdi? Bunlar bildiğin resmî belgeler, hani.
Verelim mi izni?”

Daha önceki denemelerde Tanya örnek bir disiplinle yatıştırılmayı kabul etmişti.
Ama bu başvuru gösteriyor ki, artık sabır sınırının sonuna gelmiş.
Personel Dairesi açısından bakıldığında, Kuzey Cephesi’nde hâlâ bir miktar esneklik vardı.
Bu yüzden, genç askerleri uluslararası ve siyasi denge gözetilerek çeşitli arka hat görevlerine dağıtıyorlardı.
Bu bağlamda, Tedarik ve Lojistik Karargâhı için Degurechaff’ı rastgele bir göreve atamak,
pek de zor olmayacaktı.

Ama işin aslı şu ki…
Mevcut konumunda Tanya o kadar değerliydi ki, bırakmaya kimse gönüllü değildi.



“Söz konusu bile olamaz. Schugel’in standartlarını az da olsa karşılayabilen tek kişi o.”

Başmühendis von Schugel, yalnızca yeteneğine—ya da doğrusu, yeteneğinden başka hiçbir şeye sahip olmamasına rağmen—etkileyici bir uzmanlığa sahipti.
Yeni nesil küre geliştirme süreci, hem temel veri toplama, hem de ileri düzey teknolojilerin yaratılması ve sertifikalandırılması hedeflerini bir araya getiriyordu.
Ve her ne kadar hedefler hafif tabirle aşırı iddialı olsa da,
Schugel, plan belgelerinde belirtilen standartları karşılamayı başarmıştı.
“İyi bir nokta. Belki de araştırmasının artık meyve vermek üzere olduğunu da hesaba katmalıyız.”

Onun dehası, büyü teknolojisi araştırmalarında bilimsel gözlemle öncü olan İmparatorluk içinde bile belirgindi.
Her ne kadar büyü mühendisliği, artık bağımsız bir bilim alanı olarak tanınmış olsa da,
hâlâ hataya açık birçok yönü ve belirsiz öğesi vardı.
Schugel, bu alanı dar ama kararlı bir hatta yönlendirerek,
sonrasında da o çizgiyi geliştirerek büyük katkılarda bulunmuştu.
Eğer sadece araştırma boyutu temel alınsaydı,
Type 95’in ürettiği veri ve teorik değerlerin, büyük ilerlemeye dönüşen meyveler verdiği tartışmasızdı.
Ancak bu değerlendirme yalnızca araştırma açısından geçerliydi.
Yıkıcı teknolojik atılımlar, bir araştırma enstitüsü için yeterli olabilir;
ama Tedarik ve Lojistik Karargâhı, savaş ortamına dayanabilecek bir ürün istiyordu.
Bu yüzden değerlendirmeleri daha geniş kapsamlı olmak zorundaydı.
“Öte yandan, Type 95 prototip küresini kullanabiliyor olması da,
bu kadar yetenekli birini harcamamız gerektiği anlamına gelmez.”

“Uzun vadeyi düşünmeliyiz.
Bu seviyede üstün test personeli, kolay kolay yerleri doldurulamaz.”

Bölüm başkanlarının konuşmalarından yayılan ses tonu,
böylesine kıymetli bir büyü yeteneğini harcamamak yönünde kaygı taşıyordu.

Gerçekteyse, uluslar arası rekabet,
askerî teknolojide baş döndürücü ilerlemeleri hızla tetikliyordu…


teknoloji geliştirme ve yenilik yarışı,
İmparatorluk’un askerî gücünü artırmak için bir zorunluluk hâline gelmişti.
Bu nedenle, bilimsel ilerleme uğruna değerli canlar feda edilmesi nadir olsa da,
zaman zaman yaşanan bir gerçekti.
Ulusal güvenlik endişeleri nedeniyle, silah geliştirme programları son derece sıkışık takvimlere göre yürütülüyordu.
Bu da, aşırı çalıştırılan bölümlerde ara sıra kazaların yaşanmasına yol açıyordu.
Görev başında hayatını kaybedenlerin listesi, hiç de kısa değildi.
“Katılıyorum. Uzun vadeden bakarsak, yetenekli büyücülerin kazanımı, eğitimi ve elde tutulması,
İmparatorluk için ciddi bir mesele.”

“Ve şunu da eklemek isterim…
Yaşının dikkate alınmaması gerektiğini biliyorum,
ama ne kadar yetenekli olursa olsun, o hâlâ küçük bir kız.
Onu Dr. von Schugel’in oyuncağı yapmak… kalbimi acıtıyor.”

İmparatorluk’un büyücü birliği ve donanma gibi genişletilmek istenen kollarında,
bireysel ustalık yalnızca uzun süreli eğitimle geliştirilebiliyordu.
Hesaplama küreleri ya da savaş gemileri seri üretilebilir,
ama tecrübeli, yetkin bir kadro oluşturmak kolay iş değildi.
Bu bağlamda Degurechaff sadece ordunun en genç yaş grubuna dâhil olmakla kalmıyor,
aynı zamanda bir akademi mezunu ve gerçek muharebe deneyimine sahipti.
Tüm bu nitelikler onu son derece kıymetli kılıyordu.
Onu harcamak, tam anlamıyla israf olurdu.
Ayrıca, Elinium Arms şirketi İmparatorluk’un yeni nesil standart küresini üretme yarışı içinde olan tek fabrika değildi.
Bu da meseleyi siyasi olarak karmaşıklaştırıyordu.
Gümüş Kanatlar Taarruz Rozeti’ne layık görülmüş parlak bir askerin görev başında ölmesine izin verirlerse,
medyada kopacak fırtınayı kimse göğüslemek istemezdi.
En önemlisi, Degurechaff, aklı başında herkesin gözünde fazlasıyla gençti.
Vicdan meselesi yapılmasa bile,
zamanla yeteneklerinin dramatik biçimde gelişmesi olasıydı.
Halihazırda sergilediği beceriler, onun askerî kariyerinde büyük bir gelecek vaat ettiğini açıkça gösteriyordu.
Kendilerine “Bu kızı kurban etmeli miyiz?” diye sorduklarında,
cevap kesinlikle hayırdı.

Yukarı kademeler, belki geçici transferini onaylamış olabilir, ama...



Onu eğitmen birliğine atayarak verdikleri mesaj gayet netti:
“İstediğiniz gibi onunla deney yapabilirsiniz… ama onu canlı geri gönderin.”

“Ama zaten şu an ne yapacağımızı bilememizin sebebi, Type 95’in kaybedilemeyecek kadar umut verici olması!”
Başını ellerinin arasına gömmüş bir katılımcının ağzından kaçan bu sözler,
grubun yaşadığı çıkmazı mükemmel şekilde özetliyordu.

“Gerçekten de, şimdiye kadarki süreç verimliydi.
Elde edilen teknolojik kazanımlar asla yabana atılacak gibi değil.”

Bu araştırmadan beklenen getiriler o kadar büyüktü ki,
İmparatorluk belli bir risk seviyesini göze almaya hazırdı.
İşte bu yüzden, Type 95’in bütçesine oluk oluk para akıtıldı.
Ve şimdi, devasa bir sermaye yatırımı ardından,
nihayet potansiyel parıltısı görünmeye başlamıştı.
Askerî teknoloji söz konusu olduğunda, İmparatorluk hâkimiyeti elinde tutuyordu.
Bu teknolojik üstünlüğün temel direklerinden biri,
büyü teknolojisindeki devrimsel gelişmelerdi.
Bu potansiyelin sonuçları büyüktü.
Getiriler muazzam olurdu—öyleyse bu projeye yatırım yapmak,
bedeline değmez miydi?
Üstelik senkronize küre çekirdeği teknolojisinin çalıştığı çoktan kanıtlanmıştı.
Sadece bu bile, büyücü kabiliyetlerini dramatik biçimde artırmaya yeterliydi.
“Dört çekirdeğin senkronizasyonunun önemini kabul ediyorum,
ama bu teknolojinin **gerçekte işe yarayıp yaramayacağı hakkında hâlâ hiçbir fikrimiz yok!””

Doğal olarak, karşıt görüşte olan taraf bile bu projenin
teknolojik önemini inkâr etmiyordu.
Bu teknolojinin devrimsel doğasını anlıyor,
İmparatorluk’un büyünün bilimsel analizine yaptığı yatırımın ciddi kâr getirdiğini kabul ediyorlardı.
Ama onlara göre, Type 95’in geliştirme sürecindeki bazı yönler,
fazla masraflıydı.
Sonuçta, teorik verileri ne kadar umut verici olursa olsun,
kullanıcı geri bildirimi, cihazın pratik kullanım açısından fazlasıyla sorunlu olduğunu ortaya koyuyordu.

Ve üstelik bu cihaz, o kadar çok son teknoloji ve devrimsel mekanizma ile donatılmıştı ki,
yalnızca “gelecek nesli” değil—
bir sonrasını bile aşabilecek kadar karmaşıktı.
Bu da demekti ki: Henüz sahaya sürülmesi için fazlasıyla erken.


Bu cihaz yalnızca “gelecek nesil”i değil—belki de “bir sonraki nesli bile” aşacak seviyede.
Böyle bir teknolojinin şu aşamada pratikte kullanılabileceği fikri dile getirildiğinde,
bu hemen hemen bir masal gibi görünüyordu.
Ve işte tam da bu nedenle tartışmalar aynı döngüde dönüp duruyordu.
Tüm bu kararsızlığı sonlandıran şey,
tek bir raporun dikkate alınması oldu.
“Teknik raporu okudunuz mu?
Teğmen Degurechaff’ın analizleri oldukça keskin.
Ne kadar fazla mananız olursa olsun, bu küreyi sürdürülebilir şekilde besleyemiyorsunuz.”

Type 95 için sunulan test raporu,
keskin analiz yeteneği ve
deneyimle desteklenmiş gibi duran derin bir kavrayış içeriyordu.
Ofistekiler bu raporu on yaşında bir çocuğun yazdığına inanmakta zorlandılar.
Hatta bazıları, bunun gerçekten ona ait olup olmadığını sorguladı.
Ama içerik açısından bakıldığında, rapor
yerinde, dikkatli ve yüksek sezgi gücüne sahipti.
Ve eldeki tüm bulgular, metni gerçekten onun yazdığını gösteriyordu.
Henüz askerî hazırlık okuluna girmeye yaş olarak uygun olmasa da,
on yaşındaki Degurechaff, ortalama mana kapasitesine sahip bir büyücüydü.
Yeteneği ve sahip olduğu mana miktarına göre,
gelecekte büyük başarılar elde etmesi neredeyse garanti görünüyordu.
Ama bu kadar erken gelişmiş ve yetkin bir büyü subayı bile,
“Bu küreyi güvenilir şekilde çalıştıramıyorum.”
diyerek imdat çağrısında bulunuyordu.

“Menzil, güç artışı ve birden fazla formülü aynı anda aktive edebilme kabiliyeti—
Bunlar elbette harika gelişmeler.
Ama bu kazanımlar, uzun süreli muharebe kullanımını kritik ölçüde baltalıyorsa,
o zaman bunların hepsi *boşa gider.”

Her ne kadar amaç teknoloji denetimi olsa da,
muharebe manevralarını sürdürülemez kılacak mana tüketimi,
bu dört çekirdekli motor tasarımının kusurlu olduğunu gösteriyordu.
Belki ani ateş gücünü artırmıştı—ama
eğer bu, sürekli savaşabilme süresini dramatik biçimde düşürüyorsa,
kabul edilemezdi.

Bir anlamda bu durum, sağlıklı bir değerlendirme sisteminin çalıştığını gösteriyordu.
Zaten gelişmiş ekipmanlardaki kusurları ortaya çıkarmak,
teknoloji denetiminin asıl önemi değil miydi?

Yine de…
Eğer sorun, birden fazla küre çekirdeğine mana aktarımı sonucu oluşan yapısal bir aşırı tüketimse,
bu konuda yapılabilecek pek bir şey yoktu.
“En başından beri amacımız, ileri düzey teknolojiyi doğrulamak ve test etmekti.
Hâlâ kabul edilebilir sınırlar içinde kalıyoruz.”

Öte yandan, geliştirme yanlısı fraksiyon,
projenin uzun vadeli muharebe sürdürülebilirliği açısından eksik olduğunu kabul ediyordu.
Ama onlara göre bu, en azından denetim düzeyinde pek de önemli değildi—
zaten amaç çalışabilirlik kanıtı (proof of concept) olarak tanımlanmıştı.
Bu mühendisler, kullanım kısıtlamalarının fazla dert edilmemesi gerektiği görüşündeydi.
Çevreleyen büyük güçlerle girilen teknoloji yarışı, öylesine hararetliydi ki…
herkesin kalbinin derinliklerinde,
Type 95’in anavatana teknik üstünlük sağlayacağına dair büyük bir umut yatıyordu.
Eğer yenilikte geri kalmak ölümcül bir tehditse,
ve üstünlük devasa kazançlar vaat ediyorsa,
herkes bu projeyi sonuna kadar zorlamak istiyordu.
Eğer değerlendirme potansiyele dayalı yapılırsa,
Type 95’e ait tüm maliyetlerin onaylanması mümkün görünüyordu.
“Teknolojik önemi bir yana, **ordu durup oyuncakla uğraşamaz.””

Ama bu görüş yalnızca geliştirmeyle uğraşan mühendisler ve onlara destek veren araştırmacılar arasında yaygındı.
Asıl silahları kullanan cephe birliklerinin, bambaşka bir bakış açısı vardı.
Bu birlikler, farklı türdeki silahları kullanırdı—ve açık konuşmak gerekirse, onlara hiç nazik davranmazlardı.
Zaten standart bir hesaplama küresi, en güçlü silahlar kadar pahalıya mal oluyordu.
Ama bu tek seferlik, özel üretim prototip,
sık sık arıza çıkarıyor,
ve ilk geliştirme bütçesini çoktan katbekat aşmıştı.
Cihaz akıl almaz miktarda fon tüketmişti ve
daha fazla yatırım yapma konusunda herkes giderek daha fazla tereddüt ediyordu.
Şayet bütçe başka bir projeye aktarılırsa,
verimlilik açısından çok daha mantıklı olmaz mıydı?
Bu tür iddialar, mantık çerçevesinde tamamen geçerliydi.
İmparatorluk güçlüydü, askerî bütçesi de azımsanacak gibi değildi—
ama yine de sınırsız değildi.
Ve fonlar sınırlıysa,
öncelik her zaman verimlilik olmalıydı.

“Peki ya manayı sabit forma dönüştürme potansiyeli? Bu konu... değil mi?”




“Bu, geliştirmeye devam etmek için fazlasıyla yeterli bir sebep değil mi?”

“Onu simya peşinde mi koşturacaksınız?
Sınırlı bütçemizi ve personelimizi sonsuza dek buna harcayamayız.”

Mana’nın sabitlenip depolanabilir hale gelip gelemeyeceği konusunda,
taraflar bir türlü ortak bir zeminde buluşamıyordu.
Teoride, her şey oldukça mantıklıydı.
Hatta Schugel bile, kürenin oburca büyü enerjisi tüketmesinin,
sürekli çatışmayı engellediğini kabul ediyordu.
Buna karşılık olarak, şayet manayı—kimyasal enerjinin pillerde depolandığı gibi—saklayabilirse,
bütün sorunların çözüleceğini düşünüyordu.
Ama gerçekte, manayı sabit hâle getirme konusunda çığır açmaya çalışanlar,
bu imkânsız görevden vazgeçmek zorunda kalıyordu.
Hesaplama küresi aracılığıyla mana optimize edildiğinde,
bir büyücü iradesiyle gerçekliğe müdahale edebilir.
Bu müdahale, somut bir olgu yaratır.
İşte büyü formüllerinin temelindeki prensip buydu.
Doğal olarak, büyücünün yaptığı sihir geçicidir.
Mesela biri bir patlama dilerse, bu bir patlamaya yol açar.
Ama bu yalnızca geçici bir fenomendir,
ve patlamayı yaratan mana dağıldığı için, elde tutulamaz.
Eğer mümkün olsaydı, büyücü sadece fenomenin dünyada kalmasını dileyerek onu sabit kılabilirdi.
Bu tür fikirler, hesaplama kürelerinin pratik kullanımı yaygınlaşır yaygınlaşmaz gündeme gelmişti.
Ama ne zaman mana ile manayı sabitlemek gibi bir yöntem denenmişse,
başarısızlıklar katlanarak artmıştı.
Araştırmacılar ne kadar iyimser olsalar da,
konuyla ilgili başarısız uygulamaları anlatan yüzlerce makale mevcuttu.
Bu fikre ciddi yatırımlar yapan tüm büyük güçler,
en sonunda onu terk etmişti.
Zira büyücü iradesiyle dünyaya müdahale ederek bir nesne yaratabilir gibi görünse de…
bunu gerçekleştirmeye çalışmak,
doğanın yasalarını çiğneyip fiziği sürekli eğip bükmek anlamına geliyordu.

Ve bu noktada konu artık—başka bir âleme kayıyordu.


Eskilerin simya öykülerinden farksızdı.
Başka bir deyişle, realist askerlerden oluşan sıraya göre kulağa bu kadar uçuk geliyordu. Onlara göre, fazla abartılan bu yeni teknoloji açıkça şüpheliydi. Teorinin kendisi de zaten oldukça eskiydi.
Bir bakıma, bu teori, tıpkı simya gibi, gelecek kuşaklara bırakılması gereken teknolojik bir hayalin ürünüydü. Ama o kadar ün salmıştı ki artık yalnızca silah geliştirme alanında çalışan askerler değil, büyüyle ilgilenen herkes ondan haberdardı.
Doğanın yasalarını eğip o hâli sürdürebilmek, muazzam miktarda mana gerektiriyordu. Aynı anda aktarılabilecek mana miktarını artırmak için, olguların en az iki çekirdekle işlenmesi gerekiyordu. Aynı şekilde, olguları sabitlemek için iki çekirdeğe daha ihtiyaç vardı. Sonuç olarak, sabitleme işlemi, eş zamanlı olarak kendi görevlerini de yerine getiren en az dört senkronize çekirdeğin kusursuz kontrolünü gerektiriyordu. Şu ana dek tüm bunlar yalnızca teoriden ibaretti.
“Şimdiden dört çekirdekli senkronizasyonu gerçekleştirdi. Bu olasılığı inkâr edemezsin.”
“Mevcut durumda, bunun kusursuz bir senkronizasyona ulaşmasını bekleyemeyiz. Şu ana dek bunda başarılı olan yalnızca Teğmen Degurechaff’tı, ama onun elde ettiği görev başarı oranı bile tatmin edici değil.”
Tam da bu yüzden, geliştirme yanlısı grup ile fişi çekmeyi önerenler, aynı sonuçlara bakmalarına rağmen tamamen zıt kararlar almıştı. İlk grup bu işte bir umut ışığı görüyordu; diğeriyse tüm çabayı boşa çıkarılmış sayıyordu. Üstelik her iki sonucun da kendince mantıklı gerekçeleri vardı. Gerçekçi olmak gerekirse, her testte sorun çıkaran bir küreye güvenilemezdi. Elbette, hiçbir ilk prototip kusursuz olmazdı; belirli sayıda aksaklık zaten beklenirdi.

Ama bu denli sık yaşanan büyük kazalar daha önce hiç görülmemişti. Raporlardan çıkarılan izlenime göre, Degurechaff her seferinde kıl payı kurtuluyordu. Üstelik hayatını hiçe sayarak yürüttüğü bu deneyler sonucunda, küreyi ancak ucu ucuna çalıştırabilmişti.


Sadece bu bile, mevcut ilerlemeye kıyasla kayda değer bir gelişme olarak ilan edilmişti ki, işlerin aslında ne kadar “iyi” gittiğini açıkça ortaya koyuyordu. Bu yüzden, bazı askerler bunun tam anlamıyla bir para israfı olduğunu dile getirmeye hazırlanırken, toplantıya katılan Personel Dairesi’nden orta rütbeli bir subay konuyu biraz farklı bir açıdan ele alan bir soru yöneltti:
“Şunu merak etmeden edemiyorum—neden o?”
Yüzeyde masum görünen bu soru, öte yandan oldukça ilginç bir noktaya temas ediyordu. Büyü İkinci Teğmen Tanya Degurechaff’ın kariyeri kötü sayılmazdı ama ondan çok daha iyi niteliklere sahip sayısız asker vardı. Belki de onun neden başarılı olduğunu anlamak için, daha önce teste giren personelle kıyaslama yapıldığında cevap ortaya çıkabilirdi. Bu düşünce akıllarına düştüğünde, böylesine basit görünen bir sorunun aslında ne kadar derin bir değeri olduğunu fark ettiler.
“Hayır, tersinden bakıyorsunuz. Bizim odaklanmamız gereken şey onun neden başarılı olduğudur.”
Tam bu noktada, toplantıyı yöneten Tedarik ve Lojistik Karargâhı Direktörü en bariz sorulardan birini ortaya attı:
“Peki neden o seçildi? Kim onu görevlendirdi?”
Şüpheye yer yoktu ki, görevlendirme Tedarik ve Lojistik Karargâhı’ndaki Personel Şubesi tarafından onaylanmıştı. Yani birisi evrakları teslim etmiş olmalıydı. Ve o evrakların içinde, onun neden seçildiğini açıklayan bir gerekçe bulunmalıydı.
Amirin bu sorusu üzerine genç memurlar belgeleri karıştırmaya başladı ve sonunda personel atama formuna ulaştılar. Şu ana kadar gözden kaçmıştı, ancak aradıkları tüm yanıtlar oradaydı.
“Başmühendis von Schugel onu şahsen seçmiş. Görünüşe göre, küreyi başarıyla çalıştırma olasılığı en yüksek kişi olduğuna inanıyormuş.”
“Peki bunu nereden biliyormuş?”

Önceki tüm test personelinin başarısızlığına bakıldığında, İkinci Teğmen Degurechaff’ın bu görevi başarabileceğine onu ikna eden bir şey olmalıydı.

Peki neden özellikle cephedeki biri gibi onu istemişti? Ona özgü bir şey mi vardı? Yetenekleri mi? Yoksa bambaşka bir sebep mi? Gerçekten merak uyandırıcı bir soruydu.
Ama Başmühendis von Schugel’in atama formuna yazdığı yanıt fazlasıyla basitti:
“...Şöyle yazıyor: Geleneksel küreye alışkın olmadığı için, prototipi diğer askerlerin kendi kürelerine davrandığı gibi ele almayacağını düşünmüş.”
Doğrusu, küre yepyeniydi. Mantığı gayet yerindeydi. Dört çekirdekli senkronizasyon sistemi tamamen bambaşka bir şeydi; dolayısıyla manayı eski yöntemlerle iletmeye çalışmak işlevsel olmazdı.
Mana iletimi ne kadar garip hissettirse de, ona karşı koymamak gerektiğini kavrayacak esneklikte bir zihne sahip olmak şarttı. Degurechaff gibi erken gelişmiş biri, mana iletimi konusunda güçlü bir sezgiye sahipti; dahası, işin ardındaki mantığı kavrayabiliyor ve uygulamaya dökebiliyordu. Gerekçe son derece tutarlıydı.
Buraya kadar olan kısmı anlayan herkesin aynı anda inlediği nokta da tam burasıydı. Bu, nahoş bir gerçeğin fark edildiği anda çıkan o iç çekişti.
“...Şey, geleneksel hesaplama küresine alışık olmayan yetenekli büyücü sayısı pek fazla değil.”
Bu zaten su götürmez bir gerçekti. İnsan kaynaklarını tepeden tırnağa tarasalar bile, bu koşulları sağlayan büyücü sayısı son derece az olurdu. Oysa yeni nesil standart olarak Type 95’in kullanıma sunulabilmesi için, mevcut büyücülerin çoğunluğunun onu kullanabiliyor olması gerekiyordu. Aksi takdirde tam kapasiteye ulaşamayacaksa, tüm sistemin bir anlamı kalmazdı.
Bu da şu anlama geliyordu: Type 95’in kullanımı, aşılması gereken devasa bir engeldi. Eğitim sistemini kökten değiştirmeden ve görevdeki tüm büyücüleri yeniden eğitmeden bu modelin bir faydası olmayacaktı. Üstelik mevcut hesaplama küresine kıyasla kullanımı daha zordu; dolayısıyla yeni birlikler için uygulanan talimlerin de gözden geçirilmesi gerekiyordu.

Ve tüm bunların başarılabileceği varsayılsa bile, kürenin görev uygunluk oranı, güvenilirliği ve maliyeti... hepsi ikinci kez düşünmeye yetecek kadar sorunluydu.



Toplu dağıtım düşüncesi de oldukça sorunluydu. Bu cihazların çalışabilmesi için gereken işçilik seviyesi göz önüne alındığında, bu işler resmen kazaya davetiye çıkarmaktı.
“Bütçemiz sonsuz değil. Acaba çok mu fazla önem yüklüyoruz çok yönlülüğe?”
“Zaten küre güvenlik mekanizmalarında ve diğer alanlarda epey ilerleme kaydettik. Artık bu işi sonlandırmanın zamanı gelmedi mi sizce de?”
Sonuç olarak, geliştirme sürecini tamamen iptal etmek ya da en azından ciddi ölçüde küçültmek akıllıca bir karar olabilirdi. Bu görüşün toplantı salonunda ağırlık kazanmaya başlaması pek de şaşırtıcı değildi.
Teknoloji ne kadar cazip olursa olsun, yakın vadede hayata geçirilemiyorsa ordu bu projeyi terk etmek zorundaydı. İmparatorluk Ordusu’nun bu tür “oyunlara” ayıracak ne bütçesi, ne personeli, ne de kaynakları vardı.
“Ateş gücünü artırma vaadi gerçekten baş döndürücü. Dört çekirdek yerine çift çekirdek kullanamaz mıyız mesela?” Elbette, geliştirme sürecinin durmasından pişmanlık duyanlar hâlâ projeye olan bağlılıklarını tam olarak koparamamıştı.
“Bu mantıklı bir öneri. Sadece iki çekirdek olursa senkronizasyon çok daha kolay olmaz mı?”
“Nispeten, evet.” Dört çekirdekli senkronizasyona kıyasla yalnızca iki çekirdeği birbirine bağlamak tabii ki daha kolay olurdu. Ne ironiktir ki, bu çözüm önerisi geliştirme yanlısı fraksiyona mensup teknoloji bölümünden bir üyeden gelmişti. “Ama yine de, yapısal karmaşıklığı nedeniyle görev yeterliliği oranlarının düşük kalacağını düşünüyoruz.”
Zaten senkronizasyonun mekanizması en başından beri son derece yenilikçi ve karmaşıktı. Görev uygunluk oranının iyileştirilmesini beklemek pek gerçekçi değildi.

“O hâlde, büyücülerin yanlarında iki ayrı hesaplama küresi taşıması daha hızlı olurdu.”



“Cephede düzgün çalışmadıkları sürece hiçbir işe yaramazlar. Görünen o ki, henüz senkronizasyon teknolojisine hazır değiliz.”

Böylece geliştirme süreci durduruldu. O noktada, bu en makul karardı.



Algının Ötesindeki Âlem


“Beyler, korkarım ki durum vahim.”
Burası tanrısal âlemdi. Ve bu âlemin bir köşesinde, tanrılar gerçekten endişeliydi. Üstelik bu endişeleri samimi, hatta iyilik doluydu.
“Zaten bildiğiniz gibi, dindar insanların sayısı hızla azalıyor.”
“Medeniyetin ilerleyişiyle dini dengelemek son derece zor.”
Kimileri insanı daha yüksek varoluş düzeylerine taşımaya çalışıyordu. Kimileriyse müdahaleyi asgari düzeyde tutuyordu. Hangi yöntemi benimsemiş olurlarsa olsunlar, giderek artan sayıda kısıtlama, yaşam ve ölüm döngüsü sisteminin sürdürülebilirliğini tehdit ediyordu.
Özellikle insanlar ne kadar ilerleme kaydederse, o kadar mutlu oluyor ve inançları o kadar çöküyordu. Sistem için bundan daha korkunç bir kâbus olamazdı.
“Peki ya deneyin sonucu?”
“Pek iyi değil. Olağanüstü bir doğa olayı olarak algılamış olabilirler ama onun ötesine geçemediler…”
Radikal bir başmelek ve bazı destekçileri, halkın kalbine inancı yeniden aşılamak amacıyla doğaüstü fenomenler yaratılması gerektiğini savunuyordu. Musa ile başlayan yolu izlemeleri gerektiğine inanarak çeşitli deneyler yürütmüşlerdi, ancak sonuçlar başarıdan çok uzaktı.
Bir gün bilim, olup biteni elbette açıklayabilecekti.

Ancak o an için, bu fenomenler halkın kavrayışının ötesindeydi. Anlaşılamamışlardı ve bu yüzden sadece araştırma ve inceleme konusu olmaktan öteye gidemiyorlardı.



İçime doğmuştu... bunun iyi gitmeyeceğini hissetmiştim.
“Acaba sorun ne? Eskiden onlarla sadece konuşmamız yeterliydi, tanrı olduğumuzu hemen anlarlardı.”
“Bazen onlar bize seslenirdi, biz çağırmadan bile.”
Evet. İnsanların inançları derinken onlarla konuşulmalıydı. O zaman tanrısal iradelerini iletebilirlerdi. Üstelik, bazıları kendi rızalarıyla tanrılara yakarır, adlarını anardı. Ama artık öyle kimse kalmamıştı. Gerçekten kurtuluş arayan seslerin sayısı yok denecek kadar azdı.
Bu nasıl olmuştu? Uzun uzun düşünülse bile yanıt bir türlü ortaya çıkmıyorsa, o zaman başarıya ulaşılmış dönemleri geri dönüp incelemek en doğrusu olurdu. Bu düşünce başlı başına fazlasıyla mantıklıydı. Bu yüzden, tanrıların yüce idealleri ve görev bilinci onları harekete geçirdi; mitler çağından günümüze kadar her şeyi araştırmaya başladılar. Onlar için mit çağı da geçmişin sıradan birer hatırasından ibaretti. Elbette isterlerse her olayı tek tek hatırlayıp gözden geçirebilirlerdi.
“...Her şeyin temelinde ilahi lütuf yok muydu zaten?”
Bu çıkarım bir bakıma son derece pragmatikti.
“Ne demek istiyorsun?”
“Eskiden, insan uygarlığı çok ilkelken, onların kendi başlarına önleyemeyeceği felaketlere karşı müdahale ederdik.”
Günümüzdeyse gelişmiş ülkeler için fırtınalar artık ciddi bir tehdit oluşturmuyordu. Bir kasırga, bırak temel yapıları yıkmayı, duvarlarını bile zor çatlatıyordu. Açık konuşmak gerekirse, çoğu ülke için şiddetli rüzgârlar ve sağanaklar sadece şehirlerin geçici olarak felce uğramasına neden oluyordu.

Oysa bir zamanlar tek bir fırtına, tarlaları yerle bir edebilir, insanları sellerle sürükleyip götürebilir, bütün bir aileyi yoksulluğa mahkûm edebilirdi. İşte bu yüzden, tanrılar artık müdahale etmekten özellikle kaçınıyordu.


İnsanlardan daha fazlasını vermişlerdi—ve bu yüzden unutuluyorlardı.
İnsanlığın yüksek düzeyde düşünsel yetiler geliştirebilmesi için öz yeterliliğinin teşvik edilmesi şarttı. Ancak uzun bir süre kimse, bunun inanç eksikliğine yol açacağını öngörememişti.
Antik çağlarda insanlar ilerlemeyi tanrısal bir lütuf olarak överdi. Roma İmparatorluğu, tanrılarla iç içe var olmuştu. Roma’nın çöküşünden sonra, Orta Çağ boyunca Kilise Tanrı adına hüküm sürdü; fakat “kralların tanrısal hakkı” savunucuları, egemenliğin Tanrı tarafından verildiğini öne sürünce, Kilise yavaş yavaş doktrinini değiştirdi. Ardından, dini inançlardan yola çıkan bilim insanları, Tanrı’nın yarattığı dünyanın hakikatini araştırmaya başladılar. Kimse farkına bile varmadan, insanlık inancını bütünüyle yitirmişti—oysa bu kimsenin niyeti değildi.
“Evet, son zamanlarda ölümlülerin dünyasındaki medeniyetler oldukça güzel ilerleme kaydediyordu. Biz de gelişimlerini baltalamamak adına müdahaleyi bıraktık ve onları özgür bıraktık.”
“Fakat bu da tam olarak onların varlığımızı tanımakta zorlanmalarına neden olmuyor mu?”
Amaçları insanlığın gelişimini engellemek değildi. Aksine, ilk planlarına bakıldığında, gelişmeleri teşvik edilmek istenmişti.
“Tanrı’nın yarattığı düzene ulaşmalıyız.” Doğa bilimleri işte bu amaca dayanıyordu ve tanrılar da bu süreci başından beri destekliyordu. Düşünce şuydu: insanlık körü körüne tapınmadan, anlayışla beslenen saygılı bir inanca evrilecekti. Bu mantıkla daha yüksek bilinç seviyelerine ulaşabilirlerdi. Tanrılar bunu anmaya değer bir ilk adım olarak görmüşlerdi.
Ne var ki bu süreç tam tersi etki yaratıyorsa, bu oldukça ciddi sorunlara yol açabilirdi—ve açıyordu da. Çok fazla dünya yalnızca doğa bilimlerini besleyerek büyümüştü.
“Hmm… bu işleri gerçekten zorlaştırıyor.”

Tüm grup düşüncelere daldı. Eğer bu sorunu çözemezlerse...



Küçük bazı düzeltmelerle sorun çözülebilirdi ama tanrılar bunun fazlasıyla zahmetli bir sürece dönüşmesinden korkuyordu. Durum oldukça sıkışıktı. Ve ne kadar göz ardı ederlerse, işlerin o kadar kötüleşeceğini öngörüyorlardı.
“Bu çıkmazdan kurtulmak için önerisi olan var mı?”
Kerubim her zamanki gibi hayal kırıklığına uğratmadı; içlerinden biri, uğruna kafa patlattığı planı açıklamaya koyuldu. Temel politikalarının büyük ölçüde doğru olduğunu savundu. Özünde, kaybolan dini inancın yerini telafi edebilecek bir sistemleri olsaydı, hiçbir sorun kalmayacaktı.
“Bu nedenle, yalnızca tek bir noktayı iyileştirerek inancı yeniden canlandırmalıyız.”
Öneri neredeyse oy birliğiyle kabul edildi. Yine de önceki politikaları göz önüne alındığında, sanki artık somut fikirleri kalmamış gibiydi.
“Plan gayet mantıklı ama… tam olarak ne yapmalıyız?”
“Bilemiyorum, belki de dünyaya yeni bir kutsal emanet vermeliyiz?”—
“Hmm? Nasıl yani?”
Tanrılar, gökteki yıldızlar kadar çok kutsal emanet bırakmıştı ölümlülerin dünyasına. Sayılar bölgeden bölgeye, ülkeden ülkeye biraz farklılık gösterse de, bu konuda yeterince yatırım yapılmıştı. Ancak inancı teşvik etme açısından bu yöntem pek de başarılı olmamıştı. En iyi ihtimalle, bu emanetler tarihî merak unsurları olarak değer görmekteydi.
“Şu anki kutsal emanetler gözbebeği gibi korunuyor, kilit altında tutuluyor. İlahi lütfu halk kitlelerine duyurmak gibi bir görev üstlenmeleri neredeyse imkânsız hâle gelmiş durumda.”

Tanrılar bunu bilmiyordu. Sonuçta, onların ömrü uzundu. Kutsal emanetleri insanlara verdikleri zamanı hâlâ hatırlıyorlardı; fakat bu nesneleri sonradan sürekli izlemeleri gibi bir durum olmamıştı. Mevcut durumu araştırdıklarında nihayet anlamışlardı ki, bu eşyalar artık sadece süs niyetine sergilenen objelere dönüşmüştü.


“Anlıyorum. Demek bu yüzden unuttular dini ve duayı. Bir bakıma, oldukça ironik…”
Tanrılar artık göz ardı edilebilecek varlıklara dönüşüyordu. Durum bundan ibaretti—ama yine de içlerinde karmaşık duygular kabarıyordu. İnsanlara dini tek taraflı dayatmak gibi bir niyetleri yoktu. Fakat inanç artmazsa, sistemin zorlu bir sürece girmesi kaçınılmazdı. O hâlde, insanların inancın gerekliliğini kendi başlarına fark edebilmeleri için, tanrısal emanetler belli aralıklarla ihtiyaç duyulan yerlere bırakılmalı mıydı?
Tanrılar, bu fikrin denemeye değer olduğuna karar verdiler.
“Öyleyse, dünyanın ihtiyaç duyduğu kutsal emaneti ona bahşedelim—ve insanlara nasıl dua edeceklerini öğretelim.”
“Harika fikir. Hemen başlayalım.”
“Benim elimde tam da gereken şey var.”
Karar oldukça hızlı alındı. Doğaları gereği sabırlı ve sakin olan tanrılar, bu meseleye istisnai bir ciddiyetle yaklaşıyorlardı. Bu yüzden tüm süreci büyük bir özveriyle yürüttüler—ne kestirme yollara saptılar ne de tanrılara özgü o meşhur “yarı yolda sıkılıp bırakma” huylarına yenik düştüler.
“Oh?”
“Ölümlü dünyada bir insan, tanrısal âleme yalnızca bir adım uzaklıkta olan bir nesne üzerine araştırma yapıyor. Bir bin yıl daha verilirse, başarıya ulaşabilir.”
“Ah, bir tekillik noktası. Peki, bu insanla temasa geçebildin mi?”
Oldukça nadirdi, ama geçmişte de tüm dünyalarda, doğa bilimlerinin peşinde tanrısal âleme yaklaşan insanlar çıkmıştı. Bu sıra dışı fenomen bugünlerde hayret vericiydi, ama örneksiz değildi. Üstelik, bu insan, bu test için en uygun örnek gibi duruyordu.

“Ne kadar yolu olduğunu fark etmiş olmalı. Ona Tanrı’nın işlerini anlatmak için yaklaştığımda, olağanüstü bir hayranlık duydu.”



“Yani oraya bir kutsal emanet mi göndermemizi öneriyorsun?”
“Hayır—bu bir mucize olmalı.”
“Mucize mi?”
Görünüşe göre bazı haberler hem iyi hem kötü olabiliyor. Büyü İkinci Teğmen Tanya Degurechaff’ın bu bildirimi aldığında hissettiği tam da buydu—sahici ve içten bir duygu.
Resmî olmayan bir bildirimden ibaret olsa da, üst makamlar artık ek fon sağlamayacaklarını ima ediyordu. Bu, muhtemelen Type 95’in geliştirilmesinin iptal edileceğine dair örtük bir mesajdı. Aynı anda, Personel Dairesi de yakında katılacağım eğitmen birliğine odaklanmam gerektiğini belirtiyordu. Bu tam da benim istediğim şeydi.
Bu kusurlu kürenin geliştirilmesinin sona ermesinden ve eğitmen birliğine geri dönmemden ötürü mutlu olmam gerekir. Tek sorun, bunun yalnızca gayriresmî bir bildirim olması; henüz kesin bir karar değil. Ama muhtemelen iş çoktan karara bağlandı. Artık hayatımı riske atmam gerekmeyeceği için, bu haberden iyisi olamaz.
Kötü haber ise şu: Araştırma ne olursa olsun artık devam edemeyeceği için, çılgın bilim adamı tam anlamıyla başkaldırmış durumda ve daha önce çok tehlikeli bulunarak durdurulmuş deneyleri yürütmeye karar vermiş. Keşke moral bozsa da biraz uysallaşsa! Ama ne yazık ki bu umutlar boşa çıktı. Üstelik bu çılgın bilim adamı sanki bir yerlerden radyo dalgaları alıyormuş gibi davranıyor.
Hiç beklenmedik bir anda, gökyüzünden ilahi bir esin aldığını haykırmaya başlıyor ve “Artık yapabiliriz!” diye bağırıyor. Oysa normal ruh hâlindeyken bile, bu deneyi fazla riskli buluyordu. Şimdi bu çılgın hâliyle bu deneyi gerçekleştirmekte ısrar ederse, bu işin iyi sonuçlanması mümkün değil.

Bir de üstüne, diğer mühendisler de geliştirmenin sona yaklaşmasından dolayı sarsılmış durumda. Hangi mühendis, üzerinde yıllar harcadığı bir projenin...



Projelerinin meyvelerini görmek istemeleri anlaşılır bir şey. Bu duygularla dolu olan mühendisler, yalnızca göstermelik itirazlarda bulunuyor. Bu da çılgın bilim adamının istediğini elde etmesini fazlasıyla kolaylaştırıyor.
Şu ana dek hayatta kalmayı başardım, ama aklı başında herhangi bir bilim insanının intihar girişimi olarak değerlendireceği bir deneyi yapmaya zorlanmalarını engelleyemiyorum. Deneyimizin konusu: maddeselleşmiş mana fenomeninin mekânsal koordinatlara sabitlenmesini, bileşik girişim örtüşmesi yoluyla test etmek. Kısaca “mana sabitlemesi.” Tek bir aklın çılgın hayal gücünün ürünü bu.
Görünüşe göre, Type 95’in geliştirilmesindeki nihai hedef en başından beri bu deneyin başarıyla gerçekleştirilmesiydi. Ancak başarı ihtimali o kadar düşük görülüyordu ki, kimse bunu ciddiye almamıştı. Bu deneyin başka bir sonuçla bitmesini hayal etmek güç. Teorisi kulağa makul geliyor, Tanya da bu fikri daha önce hiç duymamış değil zaten.
Type 95’in hassas iç yapısı, onun doğası gereği kırılgan, göreve uygunluk oranı düşük ve bakımının zor olmasına neden oluyor. Bu eksiklikleri aşabilmek için, bu dünyada bir fenomeni mana yoluyla tanımlayıp ardından bu gücü sabitleme aracılığıyla tutmak gerekirdi.
Teorik olarak, Type 95’in dört çekirdekli senkronize sistemi, böyle bir şeyi mümkün kılmak için gerekli teknolojik zemini çoktan hazırlamış durumda. Tanya’nın bu umutsuz çabası—Type 95’in teknolojik zirvesine ulaşma girişimi—küçümsenmemeli; çünkü bu süreç, cihazın kusurlarını açığa çıkarmada büyük önem taşıyacak.
Mühendisler bunu anlattığında, kulağa sanki bütçe ödeneği gerekçelendirmesi gibi gelmişti. Bu tür açıklamalar genelde akıllıca duyulur. Ama şimdi hiçbir şüphem yok ki bu deney yalnızca çılgın bilim adamının merakından kaynaklanıyor. Bu işin ne tür zorluklar içerdiğini ortaya koyan mantıklı bir argüman oluştursam bile, sonuç değişmeyecek—çünkü o kaçık deneyi iptal etmeye hiç niyetli değil. Tamamen şansa dayanan dengesiz bir mantıkla hareket ediyor ve başarılması için her şeyini ortaya koymuş durumda.
“Teğmen, hazır mısınız?”

Elbette... bu işin ne kadar tehlikeli olduğunu anlamış olması gerek.
,


Peki, nasıl oluyor da hâlâ böyle neşeyle sırıtabiliyor? Schugel’in akıl sağlığını ciddi şekilde sorgulamaya başlıyorum. İçimde ona etrafına bir baksın diye bağırma isteği yükseliyor.
Şu anda, uçsuz bucaksız bir gerçek mühimmat tatbikat alanının bir köşesindeyiz ve göz alabildiğine hiçbir insan yapımı şey görünmüyor. Özellikle insan faaliyetine dair bir iz ararsam gözüme çarpan tek şey, kayıt cihazı ve doktorun kendisi oluyor. Geri kalan ekip ise tehlikeyi gayet iyi kavramış gibi görünüyor—hepsi test alanından oldukça uzakta kurulmuş gözlem istasyonunda bulunuyor ve olup biteni sadece saha kamerasından takip ediyorlar. Kimse standart sinyal kontrollerini bile yapmak istemiyor. Başka bir deyişle, herkes Type 95’in patlayacağı varsayımıyla sığınaklara çekilmiş durumda.
Tanya’nın sürekli deneyi iptal ettirmeye çalışmasının arkasında da bu var—haklı olarak. “Doktor, gerçekten bunu yapmasak olmaz mı? Hesaplamalara göre en kötü senaryoda tüm tatbikat alanı havaya uçacak.”
Schugel dışında herkes, Tanya’nın neredeyse imkânsız olan bu “kusursuz kontrol” görevini başaramayacağını düşünüyor. Sadece o, sarsılmaz bir inançla Tanya’nın bunu başaracağına güveniyor.
Geliştirme ekibi ise “düşünceli” davranarak tam donanımlı bir tıbbi ekip hazır etmiş. Hazırlıklar epey titiz: deney sırasında görev alacak bir acil müdahale timi ve tam kapasiteli bir saha hastanesi dahi mevcut.
“Bilimsel ilerleme her zaman fedakârlık ister. Doğal olarak, yalnız olmayacaksın—ben de buradayım. Sorun nedir ki?” Diğer herkes deneyle ilgili endişe içindeyken, sadece bir kişi, Başmühendis Adelheid von Schugel, bu sözleri kendinden emin bir gülümsemeyle dile getiriyor. Ne güzel olurdu, şu her şey yolundaymış gibi sırıtıp duran yüzüne yumruğu geçirmek.

Belki de kendi icadın tarafından havaya uçmak istiyorsun. Buna tam da “hak ettiğini bulmak” denir. Benim asıl merak ettiğim şey ise şu: Bu çılgın bilim adamıyla birlikte kendimi neden öldürmek zorundayım? Zorunlu bir çift intihar biraz fazla değil mi? Yine de Tanya, bu duygularını doğrudan değil ama sosyal olarak uygun, dolaylı ve sahici bir dille ifade etmeyi başarıyor.


“Açıkçası, keşke bu dirayetini başka bir şeyde kullansanız.”
“...? Bir bilim insanı, arayışına sadık kalmalıdır. Artık şikâyeti kes ve testi başlat.”
Ama anlaşılan, bu fazlasıyla ahlaki çılgın bilim adamı bile Tanya için fazla. Madem böyle davranacaksın, öl o zaman—sana kalmış. Sadece etrafındakilere zarar vermemeye çalış. O bile fazla geldiyse, en azından beni rahat bırak.
“Ben bir askerim, bilim insanı değil.”
Tanya sadece bir asker olarak görev yapıyor. Ve hiçbir koşulda bu görev tanımına, bir bilim insanıyla birlikte intihar etmek dahil değil.
Ve bir bakıma, bilim insanının bu itiraza cevabı kusursuz:
“Öyleyse bunu bir emir olarak düşün. Hadi, başla.”
Tanya bir asker olduğuna göre, emir komuta zincirine uyması gerek. Onu köşeye sıkıştıran tam da bu—ve ne yazık ki haklı.
“...Type 95’e mana aktarımı başlatılıyor.”
Elinden gelen her yolla direnmiş olmasına rağmen, Tanya kaderine lanet ederek yavaşça ve dikkatlice Type 95’e enerji aktarmaya başlar—
“Gözlem ekibi, anlaşıldı. Dualarımız sizinle.”
Bunu söylemek nezaket kuralıdır, ama şu anda bu sözler tehditkâr bir anlam taşıyor. Type 95’in her an infilak edeceğine dair korku, yüzümde açıkça okunuyordur. Dürüst olmak gerekirse, burada hayatımın savaş alanındakinden bile daha büyük bir tehlikede olduğunu hissediyorum.
Bir büyücünün sağlam savunma kabuğu da, doğrudan darbeleri saptıran koruyucu katman da büyü küreleriyle oluşturulur. Kürenin patlaması hâlinde elimde hiçbir koruma olmayacak olması, aklımı kurcalamaktan geri durmuyor.

Ama Tanya’nın yüzünü bükerek şekillendiren o tarif edilemez duyguyu görünce...


Bu saçma durumun yarattığı tedirginliğe karşı Tanya’nın yüzündeki ifadeyi gören Schugel, gülümseme cüretini gösteriyor. Tanya, neredeyse ilk kez doktorun ona gerçekten içten bir güven duygusu verdiğini hissediyor. Yüzündeki ifade adeta “Rahat ol,” der gibi.
“Ne var bunda? Endişelenmene gerek yok. Bu neredeyse kesinlikle işe yarayacak.”
Ancak Tanya, o masum, saf ve bir tarikat mensubuna özgü tehlikeli bakışı gördüğünde, şüpheleri zihninde çığ gibi büyüyen alarm zillerine dönüşüyor. Ben bu gruptan kesinlikle uzak durmalıyım...
“...Doktor, size bu kadar güven veren nedir?”
Eğer sadece bir psikopat olsaydı, bu hiç de şaşırtıcı olmazdı. Asıl sorun, onun deliliğinin Tanya’yı da devasa ve affedilemez bir felakete sürükleyebilecek olmasıydı.
“Ne mi? Cevabı gayet basit.”
Doktor, kollarını teatral biçimde iki yana açarak sanki birazdan basit bir gerçeği açıklayacakmış gibi davranıyor. Bu hareket tek başına bile Tanya’nın omurgasından aşağı buz gibi bir ürperti inmesine yetiyor. Masum gözlerle evrensel doğruları vaaz etmek mi? Tam anlamıyla fanatik işi. Tehlikeli bir dine kapılmış birinin tavrı.
“...Ve bu basit gerçek ne olabilir?”
Körü körüne bir inanca kapılmış biriyle karşı karşıyayken yapılabilecek en tehlikeli şey, açıkça onaylamak ya da reddetmektir. İnsan kaynaklarında çalıştığım günlerden kalma bir ders: bir tarikat etkisi altındaki bir çalışanı istifa etmeye ikna etmek gerekiyorsa, onun inançlarını ne destekleyecek ne de çürütecek şekilde davranmalı, tamamen tarafsız kalmalıydın. Yani yanlış anlaşılmaya yer bırakmamak için mesafeni koruyacaksın.
Dolayısıyla Tanya’nın şu durumda yapabileceği tek şey, ses tonunu mümkün olduğunca nazik tutarak konuşmayı uzatmak.

“Ben başmühendisim. Teğmen, siz de baş denek konumundasınız. Yani... karşı karşıya durmak yerine birlikte çalışırsak, her şeyi başarabiliriz.”


Bütün tarikat üyeleri aynıdır. İlk karşılaşmada sadece mantıklı şeyler söylerler, sakin bir ses tonuyla ve masum bir ifadeyle.
“Geçen gün ilahi bir vahiy aldım.”
“...İlahi bir vahiy mi?”
Evet, tahmin etmiştim. Bundan korkuyordum. Hmm. Muhtemelen mecaz yapıyor. Ama içimi kemiren uğursuz bir önsezi—mantığın sesi—susmak bilmiyor. İçimde bir şeyler çığlık atıyor. Gerçekten kötü bir his bu... süper-zırhlı-sınıfında kötü.
“Aynen öyle. Eğer Tanrı’dan başarı için dua edersek, O’na inananlar kurtuluşa erecektir.”
“...Ugh.”
Buna hazır olmama rağmen, kendimi tutamayıp iç geçiriyorum. Hatta farkına varmadan derin bir nefes veriyorum.
Tanrı’dan başarı mı dilemeliymişiz? Bunu bir bilim insanı mı söyledi? Bir bilim insanı bana dua etmemi mi söyledi? Bu kadarını düşününce, Tanya için bu durumun ne kadar olağandışı olduğu apaçık hale geliyor. Başmühendis, projenin iptal edilmesine dayanamayarak sonunda aklını mı yitirdi? Pekâlâ mümkün.
Durumu kavrayınca, emir filan dinlemeden, deneyin fazla tehlikeli olduğuna hükmediyorum. Anında karar alıp mananın akışını kesiyor, küre çekirdeklerinin kontrolden çıkmasını engellemek için güvenlik mekanizmalarını devreye sokuyorum.
“İnsanın tevazu içinde olması, kibirden uzak durması önemliymiş.”
Ama... güvenlik mekanizmaları çalışmıyor. Dışarıdan sakin görünmeye çalışsam da, elimde tuttuğum küreye bir kez daha bakarken şokumu gizleyemiyorum. Bu, daha önce sayısız kez test ettiğim, fazlasıyla tanıdık prototip kürenin ta kendisi. Üzerinde birçok güvenlik devresi açıkça görülebiliyor... ve hiçbiri çalışmıyor mu? Bu durumda, hepsi devre dışı bırakılmış... Öyle değil mi? Kurcalamadan duramamış.

Bunu yapabilecek tek kişi ise... hâlâ o huzurlu gülümsemeyle duran...



Karşımda duran başmühendis. Bunu gerçekten ciddiye alıyor. Zaten baştan beri bu kadar deli oluşu, bunu tam olarak idrak etmemi birkaç saniye geciktiriyor.
“Bu harika bir fırsat değil mi? Haydi, başarı için birlikte dua edelim.”
“Doktor... siz ateist değil miydiniz?”
“Buluşun tanrısı bana indi. Artık tam anlamıyla imanlıyım.”
Lanet olsun. Gerçekten de durum umutsuz görünüyor.
Type 95, yaratıcısı gibi davranmaya başlıyor—dengesiz ve garip. Şimdiye dek manayla kaplamasını kontrol ediyordum ama artık bunu sürdüremiyorum. Devrelerinde de bir tuhaflık var gibi. Bu hızla giderse, mana doğrudan kaosa doğru savrulacak. Üstelik normalde güvendiğim güvenlik sistemleri de devre dışı.
Manayı elle çekmeye kalkarsam, tüm sistemi dengesizleştirir ve sonuç kesin çöküş olur. Yani tehlikenin farkında olmama rağmen, motora enerji vermeye devam etmekten başka çarem kalmıyor. Ama bu gidişle kontrolü eninde sonunda kaybedeceğim. Bu ikilemin içine sıkışmış durumdayım—ama görünen o ki, kürenin yakında kontrolden çıkacağı artık kesinleşmiş.
...Bu noktada, tatsız sonumu gözümde canlandırmadan edemiyorum. Hem de tüm dehşetiyle, en ince detaylarına kadar.
“Eğer icadın tanrısına inanır ve dua edersek, başarı kesin olur.”
“...Bu arada, ya dua etmezsem ne olur?”

“Sanırım ikimiz de şehit oluruz,” diye karşılık veriyor o kaçık, sanki en sıradan şeyden söz ediyormuş gibi. Yüzündeki tehlikeli gülümseme, onun bu şehitliği büyük bir gururla kabul edeceğini gösteriyor. Bu, kelimenin tam anlamıyla bir canlı bombanın mest olmuş gülümsemesi.


“Derhal bir sağlık görevlisi çağırmalıyız. Yoksa acını dindirmemi mi istersin?” Tanya’nın bakış açısına göre, nasıl olsa ölecekse, en azından bu çılgını kendi elleriyle öldürebilir. Kusurlu küresiyle can verirken onu da beraberinde götürürse, acı çeken tek kişi kendisi olmaz. Son derece cazip bir fikir. Elbette, bu çok da adil bir anlaşma sayılmaz, ama piyasa kuralları der ki: tamamen zararda bitmekten iyidir.
“Sakin ol, Teğmen. Tanrı’yla kendin karşılaşmadın mı? Eğer ikimiz de Tanrı’ya güvenirsek, kurtuluruz.”
Bu sözleri tam da Tanya’nın içindeki o gizli öldürme arzusunu hayata geçirmeye hazırlandığı anda söylüyor. Tanya bir anda duraksar. Bir dakika... ne?
“Enerji katsayısı hızla dengesizleşiyor! Mana kontrolden çıktı!”
“Bu delilik! Çekirdekler erimek üzere! Tüm personel tahliye edilsin!”
Gözlem ekibi çığlık çığlığa bağırıyor. Tanya içinse bu sesler artık sadece arka plan gürültüsü. Ama bayılmadan bir saniye önce, kesinlikle hissediyor—
Şu lanet olası şeytanın—Being X’in—kendisine pis pis sırıttığını yeminle hissediyor. Ah, evet. Doğanın yasalarıyla oynayan doğaüstü bir varlık. İnsan hayatını oyuncağı gibi kullanan o iğrenç şeytan.
“Beni tuzağa mı düşürdün?! Kahrol, Şeytan!!!”
“Uzun değerlendirmeler sonucu, Rab, mucizeye karar verdi—neydi o geliştirmekte olduğun şey? Elinium Type 95 mi?—işte onun etkinleştirme deneyi sırasında.”

Kendime geldiğimde, tanıdık bir mekândayım. Ve bir noktada, Being X’ten biraz daha entelektüel görünen bir varlık bana yaklaşıyor. Bu kez buraya gelme sebebim, o çılgın bilim adamının böyle pervasız bir deneyi zorla yaptırma arzusuyla doğrudan bağlantılı.


Ama o sadece bir çılgın bilim adamı, bir din fanatiği değil. Kazadan hemen önceki hâline bakılırsa, o da bu işin bir kurbanıydı. Büyük ihtimalle işin içinde Being X ve onun tarikati var. En azından bu deney özelinde onu yönlendirmiş olmalılar. Tabii bu, ona karşı zerre kadar sempati duymam anlamına gelmiyor—bir gram bile değil.
“Ahh, anlıyorum.”
Karşımda duran varlık, yalnızca öncekiyle kıyaslandığında “makul” görünüyor. Başka bir deyişle, bu daha çok, konuşmayı becerebilen bir fanatik gibi. Tetikte kalmalıyım. Karşımdaki biri, sonuçta bir tür dine saplanmış bir yaratık. O anda Tanrı mı, Şeytan mı olduğunun önemi yok.
Dikkat etmem gereken şey, büyük ihtimalle benimle akılcı bir diyalog kurmak yerine bana kendi değerlerini dayatmaya çalışacak olması. Onun “değerleri” tümüyle delilik ürünü. Akıllı gibi görünebilir ama özü, en beceriksiz çalışandan farksız.
Onu hemen ortadan kaldırmalıyım. Eğer sadece beceriksiz biri olsaydı, idare edebilirdim. Ama ne kadar akıllı olursa olsun, tüm din fanatikleri çalışkan olur. Deli olmasalar, bu gerçekten övgüye değer bir meziyet sayılırdı.
“Tebrik ederim. Rab, cehalet nedeniyle günah dolu bir hayat sürdüğüne kanaat getirdi. Artık seni doğru yola yönlendirmeye karar verdi.”
“Pas geçiyorum.”
...Vay canına. Bu düpedüz hızlı top! Bir şeyler çevirdiğinden emindim ama, bu kadar doğrudan mı olur? Hayatlarla oynamak dürüst olmak gerekirse oldukça eğlencelidir—ama böyle oyunun hedefi olmak tamamen kabul edilemez. Kendi hayatımı yaşayıp yaşamayacağıma neden başkası karar veriyor? Kendi varoluşum üzerinde en azından söz hakkım olması gerekmez mi?

“Ah, rahat ol. Zaten yaşadığın huzursuzluk, iradene karşı bir şey yapmaya zorlanacağın korkusundan kaynaklanmıyor mu?”


Bu duyguyu tarif etmek zor. Bu ürpertiyi, bu içten gelen tedirginliği nasıl anlatacağımı bilmiyorum. Evet, başkası tarafından belirlenmiş bir yolda yürümeye zorlanma fikrine karşı koyduğum doğru.
Ama bir de şu var: Bu varlıkların zihnimi kontrol etmesi ya da beni belli bir şekilde düşünmeye yönlendirmesi son derece aşağılayıcı olurdu. Toplu halüsinasyonlar, yalnızca belli bir hikâyeyle sarhoş olmak isteyen insanlar arasında paylaşılmalı. Eğer bu yanılsamalardan kâr elde edilebilecekse, yatırım yaparız; yoksa, ilgilenmeye bile değmezler.
Ve eğer bir grup kaçık tehdit hâline gelirse, onları tekmeleyip gerçekliğin o pis balçığını zorla içiririm.
Bir birey olarak, özgür irademe karşı yapılmış böyle bir saldırıya—beni kitlesel bir hayale zorlayan bu müdahaleye—kesinlikle direnmeliyim. Özgürlük. Ben özgürüm. Kimsenin bu özgürlüğüme dokunmasını istemiyorum.
Başkasının özgürlüğünü ihlal etmek... elbette bu ilkelerime ters. Ama dürüst olmak gerekirse, bu duruma katlanabilirim. Fakat bir başkasının benim kişisel özgürlüğümü ihlal etmesi? İşte bu tamamen kabul edilemez. Eskiden bu özgürlüğü koruyacak kaynaklara, bağlantılara sahiptim. Şimdi de onu savunacak belirli güçlere ve bu özgürlüğün ne kadar kıymetli olduğunu kavrayacak bir zihne sahibim.
“Dolayısıyla, endişelenme. Hesaplama kürene kutsal bereket indireceğiz, böylece onunla mucizeler gerçekleştirebileceksin. Onu kullandıkça Tanrı’nın lütfunu hissedecek ve ona dua edeceksin.”
“‘Dua edecek’ mi dediniz?”
“Evet. Rab’bi yüceltmek için kullanılan sözler, atalarınız tarafından unutulmuş. Onların sana aktarılmamış olması senin suçun değil.”
“Bu açık bir şey zaten. Ama bence işin aslı o kadar basit değil.”

Peki ama bu mantığın kaynağı nedir? Biri bana bunu düzgünce açıklasın. Şu anda. Mümkünse hemen. Gerekirse yorumlasın, çeviri programından geçirsin. Acil iş ücreti öderim, üzerine bahşiş bile bırakırım—yeter ki bu adam ne saçmalıyor açık açık biri anlatsın artık!



“Dediğim gibi, Rab şöyle buyurdu: dualar senin dudaklarından dökülecek, onun sesi kalbinde yankılanacak ve sen mucizelere inanacaksın.”
“...Bu kulağa fena hâlde beyin yıkama gibi geliyor.”
Durumu bir toparlayalım. Bu iğrenç varlıklar beni alıp bu dünyaya fırlattı. Kaçırılmış gibiyim resmen. Ve şimdiye kadar pes etmediğim için, yeni bir planla gelmişler. Bana lanetli bir hesaplama küresi kullandıracaklar. Ve onu ne kadar kullanırsam, o kadar ruhumu tüketecekmiş? Haydi oradan.
Sanki bu yetmezmiş gibi, beni iyice köşeye sıkıştırdılar. Savaşta hayatta kalmak için onların teklifini kabul etmem gerekebileceğini fark ettiğim anda mat oldum zaten. Ödeyeceğim bedel ne olursa olsun.
Bu varlıklar, kendilerini “kurtarıcı” gibi gösterip öncesinde kaosu körükleyen o şan budalaları gibi. İçeriden alınan tüyolarla yapılan borsa vurgunu bile bu kadar ahlaksızca olamaz. Bu saçmalıkla paçayı sıyırmalarına izin vermek, adaletin ve hukukun tamamen silinmesiyle eşdeğer olur. Belki de ölümlü âlemin temel değerlerini savunma görevini üstlenmeliyim.
“Size aslında hiçbir şey zorla yaptırılmayacak. Tanrı’nın mucizelerini deneyimledikçe, duaları yürekten edeceksiniz. Elinizdeki hesaplama küresi de işte bu kutsamayla donatılmıştır.”
Bunu söylemek gerçekten büyük bir yüzsüzlük ister. Beni, her an ölebileceğim bir savaşın ortasına fırlat sonra da “zorlama yok” de. Çölde birine “su içme” demek gibi bu. Yani düpedüz tehdit. “İstersen öl” demenin süslü versiyonu.
“Anlıyorum. Bu arada, benim gerçek bedenime ne oldu?”
“İnsanlarınız kutsal lütufla korunuyor. Şimdi git, yola koyul. Rabbin adını yay.”

Ve işte bu tüyler ürpertici cümleyle, bilincim ölümlü âleme geri çekiliyor.
Ve büyük bir talihsizlik sonucu—kendime geldiğimde...


Gerçekliğe döner dönmez, karşıma çıkan ilk ses ve yüz—bu gezegende görmek isteyeceğim son kişiye ait. Eğer bir imparatorluk yargı memuru olsaydım, “çılgın bilim insanları kurşuna dizilerek idam edilir” şeklinde bir yasa hazırlar, anında yürürlüğe koyardım. İmparatorluğun selameti için böyle bir yasayı geçirme görevim olurdu; bundan zerre kadar şüphem yok.
“Rabbin huzurundaydık! Bu bir mucize! İman edenler kutsanmıştır!!”
Çılgın bilim adamının gözlerindeki o tehlikeli parıltı, her an “Ben yeni peygamberim!” diye haykırmasından korkmama neden oluyor. Hayır—muhtemelen gerçekten kendini peygamber sanıyor artık.
“Sakin ol, Başmühendis.”
Yalvarırım, sus artık. Çılgın bir bilim insanının, bilimsel olarak bir din fanatiğine dönüşebileceğini kanıtladığını böylesine coşkulu şekilde ilan etmenin hiç lüzumu yok. Lütfen. Görüş alanımdan çık.
“Ah, Teğmen Degurechaff! Deney başarıyla sonuçlandı!! Haydi Rabbin adını birlikte yüceltelim!!!!!”
Ne yazık ki, artık bir din fanatiğine dönüşmüş olabilir, ama hâlâ bir çılgın bilim insanı. İnancına da, deliliğine de sonuna kadar bağlı.
“Haydi, haydi! Tanrı’nın mucizevi hediyesini göster bana!”
“Degurechaff, Kontrol birimi dinlemede mi? Type 95’in kontrol formülü normal çalışıyor mu?”
Teknik bir arıza bahanesiyle bu saçmalığı iptal ettirebiliriz umudundayım. Ama bu aygıta neredeyse doğaüstü varlıklar tarafından lanet konmuş durumda. Umutlarımın ve irademin böyle kolayca çiğnenebilmesi... ne hazin. İnsan, ne kadar da güçsüz...
“Görünüşe göre evet, ama bu gözlem cihazındaki sorunlardan da kaynaklanıyor olabilir.”

“Belki. Pek seçeneğimiz kalmadı. Bence Type 95’i mühürleyip laboratuvarda detaylı incelemeliyiz.”
,



Mükemmel. Mühendislerde temkinli olmak vazgeçilmez bir özelliktir. Beni yüzüstü bırakıp kaçmış olmalarını affetmek zor, ama artık bu gerçekle barışabiliyorum. Eğer onların hayatta kalması bu deneyin sonunu getirecekse, kabul ederim.
“Saçmalama! Derhâl başlatın Teğmen!!”
Ve böylece mücadele başlıyor. Gerçekten... bu lanet çılgın bilim adamı bir gün dost ateşiyle vurulamaz mı ya da ‘talihsiz bir kaza’ya kurban gitmez mi? Aslında, böyle durumlara daha önce de bulaşmış olması çok olası—peki nasıl hâlâ hayatta? Gerçekten inanasım gelmiyor ama... yoksa Being X ve onun ekibinin piyonu mu? Düşmanım olduğu kesin ama... ezeli düşmanım mı?
“...Aktif ediyorum. Teorik olarak ya çalışacak ya da tüm laboratuvar bizimle birlikte havaya uçacak.”
“Bu espri hiç komik değildi, Teğmen.”
Hiç de komik değildi zaten. Çünkü son derece ciddiydim. Bu şey lanetli olduğuna göre, iyi bir sonla biteceğine inanmam için hiçbir sebep yok.
Manayı kürenin devrelerinden geçirip dört çekirdeğin senkronizasyonunu başlatıyorum. Enerji olağanüstü düzgün akıyor, hiçbir sıkıntı yok. Çekirdekler öyle zahmetsizce senkronize oluyor ki, farkına varmadan tamamlıyorum. Mana kaybı teorik hesaplarla birebir örtüşüyor.
Şimdi anlıyorum. Sadece teknik özelliklerine bakarak bile, bu şeyin gerçekten harika olduğunu kabul etmek zorundayım. Övgüyü hak ediyor. Ama... ne yazık ki, bu şey lanetli.
“Ey Rab, mucizelerin ne yücedir! Rab’bi ve onun yüce adını övün!”
diye haykırıyorum—bu duygusal sözler ağzımdan dökülüveriyor. Vücudumdaki her hücre bir anda Rab’bi yüceltme arzusuyla doluyor.
“Çalıştı mı? ...Gerçekten, hakikaten çalıştı mı?!”

Gözlem ekibi hayretle çığlıklar atarak kendini bir şaşkınlık girdabına kaptırırken, işte o sesler sayesinde nihayet kendime geliyorum.



…Az önce ne yaptım?
Ne düşünüyordum? Ne söyledim? Övgü mü sundum? O şeye mi?!
“Ah, Teğmen. Artık aynı inancı paylaşıyoruz, değil mi? Bu bir mucize! Gerçek bir mucize!”
“Mucize mi?”
“Rab’be yücelik sunun ve onun mucizelerine şahitlik edin.”
Yaşanan her şey canlı bir kâbus gibi. Sonuçta, üzerime bir lanet çökmüş, berbat bir deneyim yaşamışım ve en sonunda—en sonunda—yeterince veri toplanınca serbest bırakılmışım. Nereye gittiğim umurumda değil, yeter ki burası olmasın. Tek istediğim uzaklaşmak.
Sanki bu dileğimi yerine getirmek istercesine, batıdaki Cumhuriyet zahmet edip resmen savaş ilan ediyor. Uzun zamandır beklediğim o haber. Tam da dünya adına ümidimi kaybetmek üzereyken geliyor. Zihnim kurtuluyor.

Ama sanırım… kolay bir hayat beklemek fazla safça.



“Youjo Senki light novel çevirimiz bundan sonra haftalık olarak devam edecek! İlginiz ve desteğiniz için çok teşekkür ederiz, bizi takipte kalın~!”









Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


1.1   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   3