Bir su seli binaya çarptı, kalan camları patlattı ve buz parçalarıyla dolu bir dalga odayı baştan sona süpürdü. Youko kollarını yüzünün önüne siper etti. Başına, kollarına ve bedenine saplanan küçük iğneler gibi binlerce sivri uç, tenini yakarak geçti. Kulakları kendi kendine şiddetin sesine kapandı. Hiçbir şey duymadı.
Kum fırtınasında savruluyormuş gibi hissettiren o duygu yavaş yavaş kayboldu. Gözlerini açtı. Her yüzey cam kırıklarıyla parlıyordu. Pencerelerde toplananlar şimdi şok içinde yere sinmişti. Müdür yardımcısı ayaklarının dibinde cenin pozisyonunda kıvrılmıştı. “İyi misiniz?“ diye sormak geldi içinden, ta ki adamın bedeninin parlak cam parçalarıyla kaplı olduğunu görene dek. İyi değildi. Diğerleri inleyerek ayağa kalkmaya çalışıyordu. Youko, müdür yardımcısının hemen yanında durmuştu ama üzerinde en ufak bir kesik bile yoktu. Müdür yardımcısı onun bileğini kavradı. “Neden?” diye inledi. “Ben bir şey yapmadım!” Yabancı, adamın kanlı elini Youko’nun bacağından sıyırıp aldı. O da en az Youko kadar yara almamıştı. “Gitmeliyiz,” dedi. Youko başını iki yana salladı. Şimdi onunla birlikte giderse herkes, en başından beri işbirliği içinde olduklarını düşünecekti. Ama orada kalma korkusu ağır bastı. Onun kendisini sürüklemesine izin verdi. “Düşman kapıda,” demişti adam. Youko için bu hiçbir anlam ifade etmiyordu. Kanlar içinde, yaralılarla dolu o yerde kalmak, çok daha korkunçtu. Ofisten çıktılar ve anında başka bir öğretmenle burun buruna geldiler. “Ne oluyor burada?” diye bağırdı öğretmen, gözleri şüpheyle yabancıya kaydı. Youko cevap veremeden yabancı eliyle ofisi işaret etti. “İçeride yaralılar var. Tıbbi yardıma ihtiyaçları var.” Sonra yeniden yürümeye başladı, Youko’yu da peşinden sürükleyerek. Öğretmen arkalarından bir şeyler bağırdı ama Youko anlamadı. “Nereye gidiyoruz?” diye sordu. Tek istediği, olabildiğince hızlı şekilde evine koşmaktı. Ama adam merdivenlerden aşağı kaçmak yerine yukarı yöneldi. “Bu yol çatıya çıkar,” diye nefes nefese söyledi. “Aşağıdaki merdivenleri başkaları kullanıyor olacaktır.” “Ama…” “Şimdi gideceğimiz yerde, cehennem ardımızdan gelir. Başkalarını işin içine katmamak daha iyi.” Peki neden beni bulaştırdın o zaman? Youko haykırmak istedi. Ne düşmanı? Neden bahsediyorsun? Ama sesini ona karşı yükseltecek cesareti yoktu. Adam, merdivenlerin tepesindeki kapıyı hızla açtı ve Youko’yu yarı zorla çatıya çıkardı. Ardlarından gelen ses, paslı metalin metale sürtünmesini andırıyordu. Girişin üzerine bir gölge düştü. Youko gözlerini zorlayarak kaldırdı ve görkemli kanatlar, kıvrık, zehirli gagasının altında açılmış bir ağız gördü. Kedivari bir uluma fırladı yaratığın ağzından. Devasa kanatlarının her biri, beşer pençeyle son buluyordu. Bu yaratığı tanıyorum. Eli kolu bağlıymış gibi donup kalmıştı. Her dehşet çığlığıyla birlikte, yaratığın kana susamışlığı üstüne iniyor gibiydi. Rüyalarımda. Gökyüzü mürekkep gibi kararmıştı. Dönerek kabaran bulutların ağır kıvrımları arasından, batmakta olan güneşin kızıl parıltısı akıyordu. Kartala benzeyen dev kuşun alnında bir boynuz vardı. Başını salladı, kanatlarını çırptı ve iğrenç kokulu bir rüzgâr estirdi. Kâbuslarında olduğu gibi, Youko sadece bakakaldı. Yaratık tünediği yerden gövdesini havaya kaldırdı, bir kez daha kanat çırptı, tüylerini toplayarak aşağıya doğru dalışa geçti.
Pul pul uzuvları ona uzandı, pençelerinin içindeki jilet gibi tırnaklar açığa çıktı.
Hazırlanacak zamanı olmamıştı. Gözleri sonuna kadar açıktı. Ama yine de hiçbir şey göremedi. Omuzlarına bir darbe hissettiğinde bile, o yaratığın pençelerinin etini parçaladığını kabul edemedi. “Hyouki!” İsim havada yankılandı. Gözlerinin önünde parlak kırmızı bir fışkırtı patladı. Kendi kanım. Ama tuhaf bir şekilde, acı hissetmiyordu. Gözlerini kapattı. “Kötülüğü görme,” diye fısıldadı kendine. Anlaşılmaz bir şekilde, ölüm bu kadar korkunç olmamalıydı. “Dayan!” Biri omuzlarından tutup onu sarsarak kendine getirdi. Gözlerini açtığında yabancının öfkeli bakışlarıyla karşılaştı. Sırtı sert beton duvara dayanmıştı, sol omzu çatı çevresini saran tel çite saplanmıştı. “Bayılmanın sırası değil!” Youko irkilerek yerinden fırladı. Çarpmanın etkisiyle çatının öbür ucuna kadar savrulmuştu. Kapı girişinde, dev kuş kanatlarını çırpıyor, etrafına fırtınalı rüzgârlar yayıyordu. Pençeleri betona derin izler bırakıyordu, başını ileri geri savuruyordu. Ama kendini kurtaramıyordu. Bir yaratık, boğazına çenesini kilitlemişti—kan kırmızısı tüylere sarılı bir pantere benzeyen bir yaratık. “O… o da ne?” “Sana bekleyen tehlikeleri söylemiştim.” Onu çitten uzaklaştırdı. Youko’nun gözleri, boğuşan kuşla yaratığa ve sonra tekrar yabancıya kaydı. “Kaiko,” dedi adam. Ayaklarının altındaki düz yüzeyden, bir kadın şekli su yüzeyinden yükselir gibi yukarı süzüldü. Yalnızca üst bedeni görünüyordu. Vücudu yumuşak tüylerle kaplıydı, kolları zarif kanatlar gibiydi. Elinde göz kamaştırıcı bir kını olan bir kılıç tutuyordu. Kılıcın kabzası altın ve inciyle süslenmiş, mücevherlerle bezeli haldeydi. Youko için bu, sadece süslü bir oyuncaktan ibaret gibiydi. Yabancı, kılıcı kadından alıp Youko’ya uzattı. “Ne…?” “Bu senin. Sadece sen kullanabilirsin.” “Ben mi?” Gözleri kılıçla adamın yüzü arasında gidip geldi. “Neden ben?” Adam, duygusuz yüz ifadesiyle kılıcı onun ellerine sıkıştırdı. “Kılıçla aram yok…” “Ama bana yardım edeceğini söylemiştin!” “…ve yeteneğim de.” Kılıç düşündüğünden daha ağırdı. Bu şeyle kendini nasıl savunacaktı ki? “Bende olduğunu nereden çıkarıyorsun?” diye çıkıştı. “Kesilmeye götürülen bir kuzu gibi ölecek misin?” “Hayır!” “Öyleyse kılıcı kullan.” Youko’nun zihni kaotik düşüncelerle dolup taştı. Ölmek istemiyordu, burada, böyle bir şekilde değil. Ama elinde bu silahı sallayarak dövüşmeye de hiç niyeti yoktu. Ne gücü vardı, ne de yeteneği.
Kafasının içindeki sesler ona kılıcı kullanmasını söylüyordu. Kullanmamasını. Kullanmasını. …Kullanmasını…
Üçüncü seçeneği tercih etti. Kılıcı fırlattı. Yabancı öfke ve şaşkınlıkla bağırdı: “Aptal!” Youko’nun hedefi kuşun başıydı. Ama kılıç hedefine ulaşmadan, kanadının ucunu sıyırarak yere düştü, yaratığın ayaklarının dibine. “Lanet olsun!” Adam dilini art arda şaklatarak seslendi: “Hyouki!” Panter, kuşun pençelerinden sıyrıldı. Eğildi, kılıcı ağzıyla yerden aldı ve isteksizce Youko’ya doğru koştu. Avını bırakmaktan memnun olmadığı belliydi. Yabancı kılıcı ondan aldı. Yaratığa, “Emrimi bekle,” dedi. “Emredersin,” diye yanıtladı yaratık anında. “Sabırlı ol,” dedi adam kısa bir tonla. Sonra tüylerle kaplı kadına döndü. “Kaiko.” Kadın başını eğerek selam verdi. Tam o anda, dev kuş kendini yerden kurtardı, etrafa çakıl taşı ve beton parçaları savurarak havaya yükseldi. Panter benzeri yaratık göğe sıçrayarak peşine düştü. Kadın da çatıdan yukarı süzüldü, tüylerle kaplı insan bacakları ve uzun bir kuyruğu görünür oldu, saldırıya geçti. Yabancı, “Hankyo. Juusaku,” dedi. Kadın gibi, çatının zemininden iki vahşi yaratığın başı belirdi. Biri iri bir köpeğe, diğeri bir babuna benziyordu. “Juusaku, Hankyo. Onu size emanet ediyorum.” “Emrinizle.” Eğildiler. Yabancı başını salladı, ona arkasını döndü, çite doğru yürüdü ve ortadan kayboldu. “Bekle!” diye bağırdı Youko ardından.
Cevabını bile sormadan, babun uzanıp onu sımsıkı sardı. Protestolarına aldırış etmeden onu kaldırdı, çitin üzerinden atladı ve havaya sıçradı.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.