Babun, çatıdan çatıya, oradan da telefon direklerine sıçradı; adeta rüzgârın taşıdığı bir hayvan gibi büyük, sarsıcı adımlarla oradan oraya atladı. Bu sarsak ama amansız yolculuk tarzı, sonunda onları şehrin dışına ve okyanus kıyısına ulaştırdı.
Babun, Youko’yu limana bakan dalgakıranın üzerine bıraktı. Youko bir nefes alana dek geçen kısa sürede ortadan kayboldu. Gözüyle dalgakıranı yukarıdan aşağıya tararken, yaratığın nereye gittiğini anlamaya çalıştı. Beton tetrapodların arasından kıvrılarak ilerleyen yabancıyı gördü. Elinde mücevherli kılıç vardı.
“İyi misin?” diye seslendi adam.
Youko başını salladı. Baş dönmesi hissediyordu. Bu, babunun yarattığı tuhaf deliliğin etkisiydi. Dizlerinin bağı çözüldü. Olduğu yere yığıldı ve ağlamaya başladı.
Yabancı, sessizce yanına geldi. “Burası ağlayacak bir yer değil,” dedi.
Ne oluyor? diye sormak istedi ona. Ama adamın açıklama yapacak hâlde olmadığı belliydi. Youko yüzünü çevirdi, titreyen elleriyle dizlerini kavradı.
“...Korkuyorum.”
Adamın tepkisi soğuk ve sertti. “Bu tür duyguları daha sonraya sakla. Peşimizdeler şu anda. Nefes alacak vaktimiz bile kalmayacak.”
“Peşimizde mi?”
Yabancı başını salladı. “Onu vaktinde öldürmeliydin. Artık yapacak bir şey yok. Hyouki ve diğerleri onu oyalayacaktır, ama yeterli olacağından emin değilim.”
“O kuş mu diyorsun? O neydi öyle?”
“Kochou,” dedi adam.
“Kochou da ne demek?”
Yabancı, küçümseyen bir ifadeyle cevap verdi: “Onlardan biri.”
Bu bomboş açıklama Youko’nun içine kapanmasına neden oldu. “Peki sen kimsin? Neden bana yardım ediyorsun?”
“Adım Keiki.”
Başka da bir şey söylemedi. Youko içinden derin bir iç çekti. Diğerlerinin ona Taiho diye seslendiğini net duymuştu ama bunu sorgulayacak hâlde değildi. Tek istediği, kaçmak ve evine gitmekti. Sırt çantası ve ceketi okuldaydı. Okula dönmek istemiyordu, hele tek başına asla. Ama bu hâliyle eve gitmeyi de istemiyordu. Dalgakıranın üzerinde çömelip düşüncelere daldı.
“Hazır mısın?” diye sordu Keiki.
“Neye hazır mıyım?”
“Gitmeye.”
“Gitmek mi? Nereye?”
“Oraya.”
Yine, hiçbir yer. Belki de herhangi bir yer. Youko’nun umrunda değildi artık. Keiki onu kolundan tuttu, yine… belki de onuncu kez. Neden kendini açıklamıyordu? Neden onu sürekli oradan oraya sürüklüyordu?
“Hey… bir saniye bekle,” dedi Youko.
“Yeterince vaktin oldu. Artık zaman kalmadı.”
“Orası neresi? Ne kadar sürecek bu yol?”
“Eğer hemen çıkarsak, bir gün.”
“İmkânsız!”
“Ne demek bu?”
Keiki’nin tonundaki sertlik onu sindirdi. Aslında sırf meraktan gitmeyi düşünmüştü. Ama bu adam hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Ve tüm gün sürecek bir yolculuk mu? Söz konusu bile olamazdı. Ailesi eve geldiğinde onu bulamazsa ne olurdu? Zaten hiçbir zaman, bu kadar uzağa tek başına gitmesine izin vermemişlerdi.
“Yapamam… gerçekten yapamam.”
Hiçbir şey anlam ifade etmiyordu. Neden onu sürekli tehdit ediyordu? Neden bu kadar akıl almaz şeyler istiyordu ondan? Ağlamak istiyordu. Ama ağlarsa azar işiteceğini biliyordu. Bu yüzden dizlerine sarıldı, ağzını sıkıca kapadı ve gözyaşlarını tutmaya çalıştı.
O sırada tanıdık bir ses yankılandı.
“Taiho.”
Keiki hızla gökyüzünü taradı. “Kochou mu?”
Evet.”
Youko’nun omurgasından bir ürperti geçti. O canavar kuş geliyordu. Keiki ona döndü ve dedi ki: “Yardımına ihtiyacım var.” Onu ayağa kaldırdı, kılıcı ellerine verdi. “Eğer yaşamak gibi bir arzun varsa, bunu kullan.”
“Sana kaç kere söyledim, kullanmayı bilmiyorum!”
“Bunu başka hiç kimse yapamaz.”
“Bu hiçbir şeyi değiştirmiyor!”
“Sana bir hinman vereceğim.” Seslendi: “Jouyuu.”
Onun çağrısıyla birlikte kayalık zeminden bir adamın başı yükseldi — kül rengi bir surat, çökük ve kızarmış göz çukurları. Daha da yukarı çıktıkça, boynundan aşağısında vücut olmadığı, sadece denizanası gibi sarkan uzantılar olduğu anlaşıldı.
Youko’nun soluğu kesildi. “Bu da ne?!”
Yaratık yerden sıyrılıp çıktı, döndü ve kendini Youko’nun üzerine fırlattı. Youko kaçmaya çalıştı. Keiki onu tuttu, bırakmadı. Yaratık soğuk ve yumuşak bir dokunuşla boynuna yapıştı, ardından sırtına doğru sızdı.
“Üzerimden al şunu!” diye çığlık attı. Ellerini boş yere savurdu. “Dur! DUR ARTIK!”
Keiki onu sabit tuttu. “Aklını kaçırıyorsun. Sakin ol.”
Kusacak gibi oldu. Omurgasından çıkan, soğuk makarna gibi kıvrılan dokunaçlar vücudunu sardı; kollarının altındaki derinin altından dolandı. Boynunun arkasında ağır bir baskı hissetti. Korkuyla çığlık attı. Keiki’den kurtulup kendini yere attı, dizlerinin üstüne düştü, boynunu ve omuzlarını panikle kazıdı — nafileydi.
“Bu da neydi? Ne yaptın bana?!”
“Jouyuu seni konak olarak aldı.”
“Konak mı?”
Youko ellerini bedeninde gezdirdi. O iğrenç his artık yok olmuştu.
“Jouyuu kılıcın yolunu bilir. Bu bilgi artık senin emrine amade. Kochou yakında gelecek. Onu öldürmelisin. Hem de yalnızca onu değil… kurtulmak istiyorsan.”
“Yalnızca onu değil mi?”
Demek peşine düşen başka varlıklar da vardı. Tıpkı rüyasındaki kızıl şafakta olduğu gibi.
“Ben… yapamam. O Jouyuu mu, hinman mı, her neyse... nereye gitti?”
Keiki cevap vermedi. Başını kaldırmış, gökyüzüne bakıyordu.
“Geliyorlar.”
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.