O gün başkent tam anlamıyla ayaktaydı. Çünkü İmparator sonunda bir İmparatoriçe almış ve aynı anda yeni Veliaht Prens’i ilan etmişti. Zaten yaklaşan yeni yılın heyecanıyla kabaran kutlama havası, zevk mahallesine kadar ulaşmış; çırak kızlar coşkudan kendilerini kaybetmişti.
İmparatoriçe’nin adı Gyokuyou, Veliaht Prens ise onun oğluydu. Bebek sağ salim dünyaya gelmişti.
Böylesine sevinçli bir haber, bir yandan da Maomao’nun görevden düşmesi anlamına geliyordu. Ve böylece onu yine harap haldeki eczanesinde, ot öğütürken buluyoruz.
“Hey, Çilli, bir şeyler atıştırmak ister misin?” Kapıyı açıp içeri giren, sesi daha değişmemiş bir erkek çocuğuydu. Adı Chou-uydu—dişlerinin arasında komik bir boşluk olan, yaramaz mı yaramaz bir velet. Eski adı çoktan unutulmuştu. Ona bu yeni ismi verdiklerinde belli ki biraz da çaresiz kalmışlardı, çünkü çocuk geçmişine dair hafif silik anılar taşıyor gibiydi.
Hâlâ baş belası bir çocuktu ama birkaç gün öncesine kadar doğrulup ayağa kalkamıyordu. Yaşının gençliği mi, yoksa saf şans mıydı bilinmez; ama bu kadar çabuk toparlanabilmesi büyük mucizeydi.
Sonunda beş çocuğun tamamı hayata döndürülmüştü. Maomao, onların nefes almaya devam etmesi için elinden geleni yapmıştı—hatta başka bir yere nakledilmiş olan Suirei’yi bile yardıma çağırmıştı. Suirei, deneylerin henüz tamamlanmadığını söylemişti. Şüphesiz, ilacın etkileri tam olarak anlaşılmadan böyle bir şeyi denemek istemezdi. Ama şartlar onu zorlamıştı ve çocuklara ilacı vermekten başka çare kalmamıştı. Bu yüzden bazı çocuklarda yan etkiler de görülmüştü.
Chou-u, beşi arasında son uyanan olmuştu.
Normal şartlarda anne babalarıyla birlikte darağacına gönderilecek olan bu çocuklara yeni kimlikler verildi ve yeni ailelere teslim edildiler. Chou-u ise zevk mahallesinde kaldı. Hafızasını yitirmişti—bu iyi miydi, kötü müydü bilinmezdi. Vücudunun yarısında hafif felç kalmıştı, ama yine de hâlâ hayatta olması büyük şanstı. Çünkü bir ara uyanamayacak sanılmıştı.
Çocukların nasıl hayatta kaldığı hâlâ tam bilinmiyordu, ama sonunda eski cariye Ah-Duo tarafından sahiplenildiler. Her ne kadar ayrı yerlere gönderilmeleri gerektiğini söyleyenler olsa da, Ah-Duo bunu gereksizce zalimce bulmuştu.
Maomao, eski cariyeyi gördüğünde oldukça şaşırmıştı: nedense erkek kıyafetleri giymişti, ama sarayda yaşadığı zamana kıyasla şimdi çok daha canlı görünüyordu. Ama Maomao’yu asıl şaşırtan şey, kadının Jinshi’ye olan şaşırtıcı benzerliğiydi.
Sahi ya... acaba...?
Hayır, hayır. Oraya hiç girmeyelim. Maomao bir zamanlar aklından geçen o deli ihtimali hemen kafasından silmeye çalıştı.
Ah-Duo yalnızca çocuklara değil, Suirei’ye de sahip çıkmıştı. Evet, Suirei arka sarayın baş belasıydı belki ama şartlar göz önüne alındığında bu affedilebilirdi. Üstelik eski imparatorun kanı da onun damarlarında akıyordu. Elbette yakından izlenecekti ama en azından hayatı bağışlanmıştı.
Chou-u, hafızasını kaybettiği için diğer çocuklardan ayrı yetişmesinin daha iyi olacağı düşünülerek zevk mahallesine gönderilmişti. Maomao bunun ilerde sorun çıkarabileceğini düşünüyordu ama bu onun meselesi değildi. En azından öyle olmalıydı. Peki o zaman bu velet neden onun dükkanının ortasında cirit atıyordu?! Yetkililer, buranın onun için en güvenli yer olduğunu iddia etmişti ama Maomao hâlâ bu işin neresinin güvenli olduğunu çözebilmiş değildi.
Velet dolaba dalıp bir şeyler aramaya başladı. Maomao da usulca yanaşıp başına tatlı bir şaplak indirdi.
“Auuh! Ne vuruyorsun ya?!”
“Orası senin atıştırmalığın değil,” dedi Maomao ve elinden ablasının hediye ettiği pahalı pirinç krakerlerini kaptı. Onun yerine, çekmeceden bir parça esmer şeker çıkarıp çocuğa fırlattı. Bu Chou-u’yu tatmin etmişti belli ki, şekeri ağzına atıp dükkândan dışarı yürüdü. Bazen onunla oynayan güler yüzlü bir muhafız vardı—muhtemelen ona gidiyordu.
Derler ki, çocuklar uyum konusunda çok yeteneklidir. Chou-u bunun canlı kanıtıydı. Hafızasını kaybettiği için içine kapanmak yerine, etrafında pervane olan güzel ablaların keyfini sürüyor, ona arkadaşlık eden iyi kalpli adamla eğleniyordu. Şu anlık, hayatından pek de şikâyetçi görünmüyordu. Yaşlı Madam da ona bakmak için oldukça iyi bir ücret almıştı ve bu tarz mali destekler kalbini ısıtıyordu. Yani Chou-u ona sorun çıkarana kadar, Madam’ın canı pek sıkılacak gibi değildi.
Maomao yere uzandı, pirinç krakerlerini çıtırdatırken başının altına eski püskü bir yastık koydu ve tavana baktı.
Babasının, yani Luomen’in zevk mahallesine geri dönmeyeceği kesindi. Şimdilik sarayda kalması kararlaştırılmıştı. Evet, görünürde sürgün edilmişti ama adam eşsiz bir yetenekti. İmparator’un onu öylece salmaya gönlü el vermemişti, belli ki.
Peki Maomao neden yeniden Jinshi’nin hizmetine dönmemişti? Onun da bir sebebi vardı.
Bir gün Seki-u çıkagelmişti. (Maomao’nun eczacı olduğunu biliyordu, ama merkezinin zevk mahallesi olduğunu öğrenince şaşırmıştı.) “Eğer bunları sana vermezsem içim hiç rahat etmeyecekti,” demiş ve Maomao’ya iki mektup uzatmıştı. Kaba bir kâğıda yazılmıştı mektuplar. Gönderenin adı... evet, defalarca toprağa yazarak pratik yaptıkları isimdi: Xiaolan’dan gelmişti.
Seki-u şöyle demişti: “İkinizin aynı anda kaybolması Xiaolan’ı bayağı sarstı. Veda bile etmediniz...” Sonra da Xiaolan’ın şu sıralar ne yaptığı hakkında uzun uzun anlatmaya koyulmuştu. Maomao, Seki-u’nun Xiaolan’ı yalnız bırakmamak adına onunla dost olduğunu anlamıştı.
“Yapabileceği fazla bir şey yok ama, o neşesi sayesinde etrafındakilere iyi geliyor.”
Xiaolan arka sarayda kalamamıştı ama düşük rütbeli bir cariye ona ısınmış ve kendi ailesinin genç kızına yardımcı olması için bir tavsiye mektubu yazmıştı. Maomao, o sevimli Xiaolan’ın gittiği evde kısa sürede kabul göreceğinden emindi.
“Unuttuğunu numarası yapma. Dondurma yap diye malzemeleri ben getirmedim mi sana?”
Ah! O şey! Elleriyle neredeyse çırpınacaktı hatırladığı anda. Ama ardından gözleri tavana döndü; o sözün tam olarak neyi ifade ettiğini anımsayınca...
“Neydi?”
“Şey, yani... Şey... Senin saç tokandı.” Sesi öyle kısıktı ki, neredeyse duyulmayacak kadar alçaldı. “Onu... birine verdim.”
Jinshi tek kelime etmedi, ama yüz ifadesi gerildi. Öfkesinden çok, sanki hayal kırıklığı taşıyordu bakışlarında. Maomao durumun kötüye gittiğini anlamıştı. Hemen toparlanıp gönlünü alacak bir şeyler düşünmeye çalıştı. “Ama... Baharda bulunabilir! Belki.”
“Neden baharda bulunsun ki?”
“Yani... Belki de bulunmaz.” Aslında, bulunmaması daha iyiydi. Eğer bulunmazsa... “Belki bir gün başkentin dükkânlarından birine düşer.”
“Satmışsın yani?!”
“Hayır, hayır, kesinlikle hayır!” Durum gerçekten sarpa sarmıştı. Ne diyeceğini bilemiyordu. “Shisui’ye... yani Loulan’a verdim. Ama ona geri getirmesini söyledim.”
Jinshi başını salladı. “Demek ondan bahsediyordun. Öyleyse, belki de senden diğer sözünü yerine getirmeni istemeliyim.”
Diğer söz mü? Maomao düşündü... düşündü... Ah!
“Yani... Konuşan birini dinlemekti, değil mi?”
“Aynen o,” dedi Jinshi, memnun bir ifadeyle.
Maomao onun karşısına geçip düzgünce diz çöktü. “Peki efendim. Dinliyorum.” Ama Jinshi tek kelime etmiyordu.
“Lütfen, buyurun?” Yine bir şey demedi. Sadece ona bakıyordu.
“Söylemeyecektiniz mi bir şey?”
“Vardı, evet. Ama düşündüm de, söylemek üzere olduğum şeyi zaten biliyorsun.” Muhtemelen gerçek kimliğiyle ilgiliydi. Maomao da bunu zaten anlamıştı. Şu saatten sonra söylemesinin anlamı kalmamıştı.
“O zaman başka bir şey söyleyin?”
“Başka bir şey ha...” Jinshi bu kez gerçekten sustu. Uzun bir sessizlik oldu.
Yani... söyleyecek bir şeyin yok muydu? Maomao tam ayağa kalkıp ilaç işine geri dönecekken, Jinshi birden yaklaşıp onu boynundan sardı.
“Efendim, ne yapıyorsunuz siz tam olarak?”
Boynunda nemli, sıcak bir şey hissetti. Hayır, dişlerdi bu. Yumuşakça, hafifçe ısırılmıştı.
“Artık ne demek istediğimi anlıyor musun?” diye sordu Jinshi.
“Şey... İnsan tükürüğü toksik olabilir.” Vahşi hayvanların ısırığı nasıl dezenfekte edilmeden bırakılmazsa, insan ısırığı da öyleydi.
Jinshi hiçbir şey demedi.
“İşime dönmek istiyorum efendim.”
“Senin gibi birini, o kadar küçük bir zehir rahatsız etmez.”
Daha sert ısırdı. Canı acımaya başlamıştı. Maomao bir şaplak attı. Ama Jinshi daha da sert ısırdı. En sonunda Maomao, yumruklarıyla omuzlarını yumruklamaya başladı.
En sonunda, dudaklarını boynundan çekti. İkisinin arasında, bir şaku (yaklaşık 30 cm) kadar uzayan tükürük ipliği, gerildi ve sonra snap!
“Beni ısırarak mı öldüreceksin yani?”
“Bazen gerçekten istedim.”
Bu adam da ne böyle? diye düşünüyordu Maomao ki... Kendini Jinshi’nin kucağında buldu.
Jinshi sırıttı. “Nerede kalmıştık?”
Yüzüne yakından baktı. Yanak dikişleri hâlâ çıkmamıştı, ama belli ki düzgünce tekrar dikilmişti. Babamın işi olmalı bu, diye düşündü Maomao. Elini, farkında olmadan Jinshi’nin yüzüne uzattı. Jinshi’nin gözleri yumuşadı; içinde bir çocuksu masumiyet vardı.
“Sen de zehirli misin peki?” Jinshi onun çenesine uzanacakken...
“Çilli surat!” Pencereden bir gürültü geldi—dükkanın müşteri camı açıldı.
“Bak ne buldum! Hep bir tane istiyordun ya!” Chou-u, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle, başının üstünde bir kertenkele sallıyordu.
“Ooooh! Gerçekten yakalamışsın!” Maomao, Jinshi’nin düşen başını umursamadan yanından sıyrıldı ve kertenkelenin üstüne atladı. Hayvanı hemen bir kavanoza koydu.
“Ee? O adam neden yerde yatıyor?”
“İşten çok yorulmuş da. Al bakalım ödülün.” Ona bir parça kahverengi şeker verdi. Chou-u koşarak uzaklaştı.
Yerden Jinshi’nin boğuk sesi geldi:
“Kesin göndermeliydim onu darağacına...”
Ses tonu gerçekten bir sokak köpeği gibiydi. Yanaklarındaki yara, Jinshi’yi artık daha az androjen, daha net hatlı biri yapmış gibiydi.
Maomao bir şey fark etti. Kapının aralığından içeri sızan bir göz.
Kapıyı gürültüyle açtı. Yaşlı madam ile Gaoshun göz göze gelince, ikisi de irkildi.
“Nine, bir oda hazırla. Uyku getiren bir tütsü seç.”
“Pekâlâ,” dedi kadın, dilini şaklatarak.
Kadın çıkarken Maomao, hâlâ yerde yatan Jinshi’ye döndü. “Epey bitkin görünüyorsunuz, Jinshi-sama.”
Sadece boş boş baktı.
“Bence biraz dinlenmelisiniz.”
“Evet, sanırım. Öyle yapayım.”
En iyisi bu, diye düşündü Maomao. Ama Jinshi kıpırdamadı.
“Jinshi-sama?” Yanına çömeldi, omuzlarını hafifçe sarstı. Acaba sadece ’Jinshi’ diyebilir miyim artık? diye geçirdi içinden.
Tam bu sırada, Jinshi şöyle dedi: “Bu dizler... yastığım olacak.”
Ve kafasını Maomao’nun dizlerine koydu. Başının tepesi karnına dayanmıştı. Kolları ise Maomao’nun sırtına dolanmıştı.
“Jinshi-sama...”
Yanıt gelmedi. Uyumuş muydu? Yoksa sadece öyle mi yapıyordu?
Madam sessizce bir kenara lüks bir minder ve tütsü bıraktı, sonra da çıktı. Maomao iç çekti, ardından havanını eline aldı.
Ezilen ilacın kokusu, tütsüyle karıştı. Tokmak sesine, Jinshi’nin derin nefesi eşlik ediyordu.
“Ayaklarım uyuşacak şimdi...” diye düşündü Maomao ve yeni bir ilaç yapmaya koyuldu. Yeni yılın başlamasından günler geçmişti ama adam hâlâ dinlenmeye vakit bulamamıştı. Başkentte birtakım olaylar yaşandığı söyleniyordu; fakat buradaki, uzak bir liman kasabasında, bunların hiçbirinin pek bir önemi yoktu — adam için önemli olan, yılbaşı neşesi sürerken mallarını satmaktı.
Şenlik zamanlarında erkekler, sevdikleri kadınlara en iyi yüzlerini göstermek isterdi. Bunu her tüccar bilirdi — ve her tüccar bu durumu sonuna kadar kullanırdı.
Adamın açık tezgâhında çocuk oyuncağını andıran yüzüklerden ithal kolyelere kadar her şey vardı. Ürünler karmakarışıktı ama işte o havai fişeklerin patladığı eğlence ortamına cuk oturuyordu.
“Teşekkürler, yine bekleriz!”
Ah, bir satış daha. Zevkten anlamayan başka bir müşteri daha. Az önce satılan küpeler, küçük bir kızın taklit oyunlarında bile utandıracak cinstendi. Adam, köyüne dönüp bunları sevdiğine vereceğini söylemişti. Ama kızın yüzünü görünce, en iyi ihtimalle alacağı şey alaycı bir kahkahaydı.
Ama tüccar, nihayetinde bir tüccardı. Görevi, satmaya çalıştığı o berbat eşyaları bile öve öve satmaktı. Önemli olan, müşteriyi parasını harcamaya ikna etmekti.
Müşterisi neşeyle uzaklaşırken, tezgâha tanımadığı genç bir kadın geldi. Görünüşe bakılırsa yalnızca bakmaya gelmişti. Üstü başı biraz kirli ve dağınıktı. Yine de kıyafetinin kumaşı iyiydi ve bu bölgenin oldukça kuzeyinde tercih edilen bir tarza aitti.
Adam, bir sonraki müşterisini kaçırmasın diye onu tam kovalamaya yeltenmişti ki, genç kız başını kaldırıp sordu: “Hey amca, bu böcek... bir ağustosböceği mi?”
“Hah, evet. Eski zamanlarda mücevherden yapılırmış.” Aslında sadece soruyu yanıtlamak istememişti — ama kızın çehresi, kıyafetlerinden çok daha zarifti. Masumiyetten izler taşıyan bir ifadesi vardı ama bedeni tamamen yetişkin bir kadınınkiydi.
“Vay be, çok ilginçmiş! Gerçekten mücevher mi bu?” Parmağıyla süs böceğine dokundu.
“Hey! Onu satmaya çalışıyorum! Almayacaksan elini sürme!” Ağustosböceği kırılacak bir şey değildi ama yine de üstüne pis ellerle abanmasına izin verecek değildi.
“Alacak mısın peki?”
“Hmm... Çok param yok ki...”
“Öyleyse boş ver.” Ne kadar güzel olursa olsun, bir yerde çizgi çekmek gerekirdi.
Ama o ağustosböceği, genç kadının dikkatini bayağı çekmişti. Gözlerini ondan ayıramıyordu. Acaba, diye düşündü adam, ona bu böceğin aslında ölülerin ağzına konulmak için yapıldığını söylesem nasıl tepki verir? Büyük ihtimalle ödü patlar, çekip giderdi. Tam ağzını açacaktı ki...
“Al.” Genç kadın cübbesinin kıvrımlarından bir saç tokası çıkardı.
“Bu da ne?”
“Mal yerine mal. Kabul eder misin?”
“Hmm...” Adam başını eğdi, tokayı eline aldı. Her ne kadar bu tür bir eşyanın pek değeri olmasa da, el işçiliği ve zarafeti sıradan takıcılarda bulunacak gibi değildi.
Yalnız, bir kenarında ufak bir hasar vardı — fiyatı düşürecek bir kusur. Ama tek eksik buydu. İşin garibi, saç tokasının düz kısmında sanki delik açılmış gibi bir iz vardı. Sanki içine yuvarlak bir şey yerleştirilmişti bir zamanlar.
“Ne diyorsun?”
“Tamamdır, bu iş görür.”
Adam, nereden bulduğunu sormayı düşündü bir an. Ama sonra vazgeçti. Böyle bir şeye sahip olduğu için şansına şükretmeliydi. Tokanın üzerindeki arma bile başlı başına kusursuzdu. Süs kısmı değiştirilip alt kısmı kullanılsa bile çok iyi para ederdi.
“O zaman bunu alıyorum!” Genç kadın, mücevher böceği güneşe tutarak parlamasını izledi. Yaydığı neşeli kahkaha, kirli kıyafetlerine bile parlaklık katıyordu.
Tüccar bir an için, imparatorun arka sarayındaki çiçek bahçesini düşündü. Bu kız, belli ki orada açan çiçeklerden biriydi.
Kendini tutamayıp onunla konuşmaya başladı: “Böyle güzellikte biri... Eğer İmparator’un bahçesinin bir parçası olsaydın, her lüks ayağına serilirdi. Biliyor musun, imparatorun gözdesi vardı ya... neydi adı?” “Gyokuyou’yu diyorsun.”
“Heh, evet, o. Artık imparatoriçe olmuş diyorlar.”
Bazen sahaflar onun resimlerini satardı. Halkın alabileceği gibi değildi ama dükkanlara müşteri çekmek için birebirdi.
“Gyokuyou ha...” Genç kadın, hâlâ elindeki böceğe göz gezdirirken, balıkçı ağından balık ve yosun ayıklayan bir adamı fark etti. “Hey, amca. Benim adım... Tamamo.”
“Tamamo mu? Denizdeki kutsal yosuna verilen isimdi galiba. Denizin bereketine yakışır bir ad.”
“Değil mi ama? Çok merak ediyorum, acaba denizin ötesinde neler var?”
“Tamamo” adındaki genç kadın, birden limandaki bir gemiye döndü. Çok uzak bir ada ülkesinden gelmiş bir gemiydi bu. Üzerindeki ticaret mallarının bazıları, şu an bulunduğu bu tezgahta bile vardı.
Kız bir kez havaya zıpladı, ardından parlak bir gülümsemeyle:
“Tamam o zaman, çok teşekkürler. Hoşça kal!” El sallayıp neşeyle uzaklaştı — doğruca iskeleye, gemiye doğru koştu.
Cilt 4 sona erdi. Çeviriye devam edeceğiz. Yorum ve beğeni yaparak bizlere destek olabilirsiniz
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.