Yukarı Çık




0   Önceki Bölüm 

           
Çeviri: Animeci_Reyiz


BÖLÜM BİR

Lisede Popüler ve Serseri Olmak İyi Gider

Ceketli öğrencilerden oluşan bir kalabalık, nehrin kıyısı boyunca uzanan yüksek yoldan ilerliyordu. Havada uçuşan kiraz çiçeği yaprakları dönerek savruluyor, saçlarına ve omuzlarına konuyordu. Ceketlerin altında bembeyaz gömlekler, modası çoktan geçmiş kareli uzun etekler ya da hâlâ biraz bol gelen, “nasılsa boyu uzar” diye alınmış pantolonlar vardı. Henüz ayağa alışmamış sert okul ayakkabılarının her adımda çıkardığı sesler yankılanıyordu:

Tak, tak, tak.
Sürt, sürt, sürt.

Yıpranmış, lekeli ve neredeyse lime lime olmuş Stan Smith spor ayakkabılarımın çıkardığı ritim, yepyeni okul ayakkabılarının tok sesleriyle zerre uyuşmuyordu.

O sırada fark ettim—ayakkabı bağcığım çözülmüş. Eğilip bağlamak için çömeldim. Eskimiş Gregory marka sırt çantam yana kayarken, kare okul çantam da omuzumdan sarkıp ileri doğru savruldu.

Manzaraya göz gezdirdim, içimde hafif bir kıpırtıyla bu sahnenin tamamını içime çekerek izledim.
Bahar güneşi yumuşakça parlıyordu.
Aşağıdan akan derenin şırıltısı kulaklarımdaydı.
Yanımda yürüyen yeni öğrenciler—henüz birbirini tanımayan kalabalığın içinde—okula doğru adım adım ilerliyordu.
Ne dostluklar kurulacaktı, kimler birbirine âşık olacaktı…
Hepsi daha başlamamıştı bile.

“Beşinci Sınıftan Saku Chitose tam bir or*spu çocuğuymuş.”

Liseli olmak, dünyanın merkezinde olmaktır. Medyada da öyledir zaten. Düşünsene—günümüzde çıkan her roman, manga, dizi ya da film… Hepsinin başrolünde bir liseli vardır. Ne ilkokul çocuğu olur, ne de yetişkinler. Nadiren bir üniversiteli görürsün, o kadar. “Gençlik” dediğin şey, kelime anlamıyla bile liseyle eş anlamlıdır. Yetişkin olunca insan dönüp o lise yıllarına bakmak ister, hafifçe burun direği sızlayarak,
“Ne günlerdi be,”
der.

…Ama tüm bunlar yüzeysel.

Gerçek olanı herkes bilir.
Şanslıysan günlerini arkadaşlarınla saçmalayarak geçirirsin; anlamsız kavgalar edip sonra birbirine sarılarak kahkahalar atarsın. Hoşlandığın kıza hislerini açarsın. Kulüp çıkışında onu beklersin; sonra birlikte parktaki bankta oturup sohbet edersin. Yaz festivaline birlikte gidersiniz, yukata giyersiniz, havai fişekleri izlersiniz. Tapınağın tenha köşelerine el ele yürürsünüz… ve gözlerden uzakta ilk kez—hani şu—şey olur.
Ama bunlar sadece azınlığın yaşadığı mide bulandıracak kadar tatlı anılardır.
Yalnızca okulun sosyal merdivenini tırmanmayı başaran, elit kesim… o “popüler çocuklar” böyle şeyler yaşar.

Popüler olanlar vardır; bir de olmayanlar.

Bu ayrımı her zaman nefretle karşıladım, ama ne yazık ki liselilerin dünyasında bu ayrım her yerdedir.
Bir kez bu kelimeler hayatımıza girdiğinden beri, lisede gençlerin düşündüğü tek şey şu olmuştur:
“Ne olur popüler olayım. En azından sınıfın dibindeki kişi olmayayım, lütfen.“

O küçük birinci sınıfların şimdi yürüdüğü giriş töreni yolu… sadece savaşın ilk raundudur. Aynı yoldan dönüşlerinde, çoktan her şeyi anlamış olacaklardır.
Kimin sınıfın yıldızı olacağını, kimin üç yılı “duvar kâğıdı” gibi geçireceğini…
Eğer şu an heyecanlı değillerse, delirmiş olmaları gerekir.

“Beşinci Sınıftan Saku Chitose tam bir or*spu çocuğuymuş.”

Toplumun ne dediğine kulak asmayın, ey küçük birinci sınıflar.
Kim “çekici”, kim “asosyal” diye düşünmeyin.
Herkese s*ktir çekin ve sadece… rüzgârın götürdüğü yere yuvarlanan küçük bir taş olun.
Bir yıl boyunca birbirinize çarpıp sürtüne sürtüne zaten eninde sonunda düzgün, yuvarlak bir çakıl taşına dönüşeceksiniz.

Ben ise… ikinci sınıfın başında, çoktan “popüler çocuk” etiketi yapıştırılmış biri olarak, bu yeni gelenlere bazı tavsiyeler verme hakkını kendimde görüyordum.

Tak, tak, tak.
Sürtt, sürtt, sürtt.

Kuzey Hokuriku’nun soğuk, karamsar kışını arkasında bırakmaya başlayan rüzgâr, yüzüme hafifçe çarpıyor ve hoş bir serinlik bırakıyordu.

Bahar—yeniliklerin mevsimidir.
Gökyüzünün pastel mavisi, kızların uçuşan siyah saçları ve savrulan etekleri, yanaklarındaki kiraz çiçeği pembesi… Hepsi yepyeni karşılaşmalara, taptaze aşklara işaret eder.
Ben de adımlarımı biraz daha hafifleterek yürüdüm; sanki eski bir adam, çocukluk arkadaşının işlettiği hamama doğru hevesle gidiyormuş gibi bir neşeyle…

“Beşinci Sınıftan Saku Chitose tam bir or*spu çocuğuymuş.”

Bu gönderiyi tekrar tekrar okuyorum ama…
İnsanın içinden diyesi geliyor:
“Birisi bana kafayı takmış galiba.”

İsmimi tam haliyle yazmışlar bile.

Cep telefonuma boş boş gülümsedim.
Son birkaç dakikadır cebimden çıkarıp ekrana bakıyor, sonra tekrar cebime koyuyor… sonra yeniden çıkarıyordum.

Açık olan sayfa, okulumuzun dedikodu forumuydu.
Her okulun kendine ait bir bölümü olan anonim bir site. İsteyen istediğini yazabiliyor.
Epeyce gönderi vardı. On yıl kadar önce deli gibi popülerdi ama sonra internet zorbalığı yüzünden sosyal bir sorun hâline geldi ve zamanla gözden düştü.

Tabii artık Twitter ve LINE gibi yerlerde insanlar rahatça içini döküyor.
Ama o mecralarda bir hata yaparsan gerçek kimliğin hemen ortaya çıkabilir.
Bu yüzden Fukui’nin en elit okulu Fuji Lisesi’nin üst düzey öğrencileri olarak biz, laf sokma ve dedikodu işini yeniden bu yeraltı forumlara taşıdık. Forumlar da son zamanlarda küllerinden yeniden doğdu diyebiliriz.

“O tam bir ezik. Çıkarılsa da bir boka yaramaz! Loooool.”
“Geçen sene üçüncü sınıftaki kızla yatarken bile becerememiş, kekeleyip durmuş ahahaha.”

Heey! Bu kadarı da fazla ama!

Gönderilerde OP’yle hemfikir olanları okudukça moralim dibe vuruyordu.

“Çapkın” dediklerinde, hadi onu kabul edebilirim. Ama performansla ilgili bu tür laflar…
Yani bir playboy’un özgüveni bundan kötü şekilde etkilenebilir.

Bir de şu var…
Forumda adı geçen diğer herkes ya takma adla ya da baş harfleriyle anılıyor.
Ama bana gelince? Adımı soyadımla yazıp yerden yere vurmuşlar!

İsmim ilk kez geçen seneki giriş töreninden sonra bu sitede belirmişti.
O günden beri her yılın en çok aranan kelimeleri arasında hiç düşmedi.

Hakkımda yazılan gönderilerin neredeyse tamamı iftira ve hakaret doluydu.

Ya birisi şöyle bir şey yazsa çok mu zor?
“Chitose çok yakışıklı, şu an kollarında olmak isterdim!”
Mesela?

“Günaydın, Saku. Niye öyle dikilmiş bekliyorsun burada?”

Omzuma hafifçe bir el dokundu. Arkama döndüm.
Geçen yıl sınıf arkadaşım olan Yua Uchida’ydı bu.
Gülümsüyordu. Yüzündeki ifade, sanki gökyüzünde açan bir ayçiçeği gibiydi.

Uzun saçlarını bir yana atmıştı, rüzgârda hafifçe dalgalanıyordu.
Gülümsediğinde—ki sıkça gülümserdi—göz kenarlarında oluşan o minik kırışıklıklar vardı ya…
İnan bana, o bakışla bütün savaşları durdurup dünyaya barış getirmek mümkün olurdu.

Belki okulun “tartışmasız güzeli” değildi, ama her okul gezisinde “sınıfın en güzelleri” konusu açıldığında adı mutlaka geçenlerden biriydi.
Aslında ilk zamanlar pek dikkat çekmiyordu.
Ama yıl ilerledikçe, ortaokuldan kalma havasını yavaş yavaş üzerinden atıp çiçek gibi açılmaya başladı.
Geçen senenin ikinci döneminde… sanki doğallığın ta kendisiymiş gibi, biz popüler tayfanın etrafında dolanmaya başlamıştı.

“Günaydın, Yua. Şuna bir baksana.”

Telefonumu havada salladım.
Yua da gelip yanımda durdu—omuzlarımız neredeyse değiyordu—ekrana bakabilmek için iyice yaklaştı.
Eğildiği anda, saçlarından şampuan kokusu yayıldı.
Organik bir şeydi, galiba.

“Ha… o şey mi? Boşver, kafana takma.”

Yua gözlerini hafifçe kısmayı ihmal etmeden bana gülümsedi,
sonra da sırtıma küçük bir dokunuşla—rahatlatmak istercesine—hafifçe vurdu.
“…Afedersin? Bu nasıl bir tepki? Şu hâlinle, ‘Yalanlayacak değilim ya, alışsan iyi olur’ der gibisin.”

“Çünkü gerçekten öyle diyorum, Saku. Yakışıklısın, kızlar senden hoşlanıyor… Dolayısıyla nefret edenlerin de olacak. Hepsi kıskançlıktan.”

Açıkçası, Yua’ya tamamen katılıyordum. İnternette benim hakkımda yazılan o laf sokmalı mesajların kimden geldiğini sorgulamanın hiçbir anlamı yoktu.
Bu, bahar tatilinden hemen önce karşı karşıya geldiğim kas yığını Jock Blocker olabilir.
Ya da benim radarımda bile olmayan, kim bilir neye içerlemiş rastgele bir tip.

Düşünsene, ister bir aktör, ister bir müzisyen ya da yazar olsun…
Şöhreti artan herkesin beraberinde düşmanları da çoğalır. Ne kadar başarılıysan, seni aşağıya çekmek isteyen o kadar çok insan çıkar; açıklarını arar, zayıf noktalarını didiklerler.

Aslına bakarsan, sevenlerinle nefret edenlerin oranı bire birse… işte o zaman doğru yoldasın demektir.
Benim için esas korkunç olan şey, hiç dedikodumun yapılmaması olurdu.

“Yani şöyle düşün… Süper yakışıklı, tarz sahibi, sporda başarılı, dersleri şahane, insanlarla iyi geçinen, son derece nazik ve ayrıca liderlik vasfı da olan biri—üstüne bir de espri yeteneği ve pis şaka konularında doğuştan yetenekli. Yani... mükemmelim! Beni neden sevmiyorlar ki?”

“Gerçekten anlamıyorsan, sana açıklamak isterim. Ama bence zaten biliyorsun.”

Okulun artık ezberlenmiş kapısından geçerken, dağıtılan sınıf listelerinden birer kopya aldık.
İkinci sınıftan itibaren öğrenciler sayısal ve sözel olarak ayrılıyordu ve bu liste, kim hangi sınıfa geçmiş onu gösteriyordu.

Şahsen, o klasik yöntem—isimlerin panoya asılması—bana daha heyecan verici geliyor.
Ama böyle olunca herkesin hangi sınıfa düştüğünü topluca görmek kolaylaşıyor. Sanırım mantıklı olan da bu.

Yua göz gezdirirken bir anda yüzü parladı.

“Yaşasın! Yine aynı sınıftayız! Bir yıla daha beraber!”

“Sadece biz değiliz. Liste neredeyse geçen senekiyle birebir aynı.”

“E ama... Hiç değilse yine aynı sınıfa düştüğümüz için azıcık sevindiğini belli etsen diyorum!”

Yua’nın surat asışını umursamadan hafifçe güldüm ve omuz silktim. Sonra listeye biraz daha dikkatli baktım.
Ben, Yua ve geçen yılki 5. Sınıf’ın popüler tayfasından ana kadro, hepimiz sözel bölümü seçmişiz ve tekrar bir araya getirilmişizdi.

Okulumuzun böyle bir politikası vardı zaten—ders seçimi gerekse bile öğrencileri olabildiğince bir arada tutmaya çalışırlardı.
Çünkü aniden bambaşka insanlarla aynı sınıfa düşmek, gereksiz bir sosyal stres yaratır. Bu yöntemle, yeni arkadaş grupları kurmaya çalışmak yerine derslerine odaklanabilirsin.

Arkadaş çevren sabit kalır, sosyal hiyerarşi yerinden oynamaz.
Bu tarz sistem, üniversite hedefli seçkin liselerde yaygındır zaten. O yüzden beni pek şaşırtmadı.

Tabii, bizim eski tayfa dışında diğer sınıflardan da birçok yabancı isim listeye karışmıştı.
Üst sınıflardan birinin bir keresinde dediği gibi, hem sözel hem de sayısal kısımlar hep böyle karışık olurmuş zaten.

Her ne kadar bizi dağıtmamaya çalışsalar da, öğrenciler kendi tercihlerini yaptığından dolayı öğretmenlerin elindeki imkânlar sınırlı kalıyor.
Bazı çocuklar sınıflarında çok az tanıdık buluyor… bazılarıysa hiç.
İşte o boşlukları doldurmak için onları hep birlikte bir sınıfa yığıyorlar—sorun çıkaranlar, baş belaları dahil.
Sonra da bu gruba, ortamı yumuşatıp herkesle kaynaşabilen popüler tiplerden birkaç kişiyi serpiştiriyorlar.

Tabii ki fakülte bunun varlığını resmî olarak kabul etmiyor.
Ama herkes bilir ki ikinci ve üçüncü sınıfta “popüler sınıf” ve “silik sınıf” ayrımı gayet gerçektir.

“Ve hâlâ Beşinci Sınıf’tayız ha… Tam da şu ‘5. Sınıfın Saku Chitose’u’ başlıklı online çamur atmalar yakında geçerliliğini yitirir diyordum ki… En az bir yıl daha güncel kalacaklar.”

“Kesinlikle. O anonimlerin mesajları düzenleyip ‘2. Sınıfın Saku Chitose’si’ falan dememek zorunda kalmamalarına sevineceklerine eminim.”

“Hey, sen hangi taraftasın bakayım?”
“Ne var ne yok? Günaydın.”
Sınıfın kapısını açarken elimle şöyle tembelce bir selam çaktım. Sanki içinde yay gibi bir enerji gizliymiş gibi tınlayan neşeli bir ses tonuyla konuşmuştum.
İkinci Sınıf 5-B sınıfında beni kimler karşılayacak hiçbir fikrim yoktu ama selamımı buna göre dikkatle şekillendirmiştim—tanıdıklar, yabancılar, çekingenler, gözlerini kaçıranlar... Hepsine uyacak genel geçer bir karşılama.
Yepyeni bir sınıf, bilinmeyen değişkenlerle dolu bir ortam için hazırlanmış bir “merhaba“ydı bu.

“Heey, Saku! Günaydın! Aaah, Ucchi de burada!”

O karmaşık sınıf uğultusu ve ilk gün coşkusu arasında, sabah güneşinde ötüşen bir kuş gibi berrak ve yüksek bir ses kulağıma geldi.
Bu sesin sahibi, Yuuko Hiiragi’ydi. Selamı biraz patırtılı ve pervasız olsa da, kendisi tam anlamıyla zarif bir genç hanımefendiydi—sınıfın prensesi, kelimenin tam anlamıyla.

Saç modeli muhtemelen Yua’nınkinden üç kat fazla zaman almıştır.
Vücut hatları, herkesin dönüp bir kez daha bakmasına neden olacak kadar “ideal”di.
Öyle bir kızdı ki, yirmi kişilik bir idol grubuna koysan bile, sahnede parlayanlardan biri olmayı kesinlikle başarırdı.

Yuuko’nun etrafında herkes pervane olurdu—ve o da bunu son derece doğal karşılardı.
Sanki bir bebek gibi, “tatlı mıyım acaba?” diye asla sorgulamazdı.
Ve öylesine doğaldı ki kimse ona kızamaz, “şımarık” diyemezdi.

Evet, bazen o “mükemmel kız”lar gerçekten de vardır—sadece romanlarda ve mangalarda değil.
Yuuko, ‘burnu havada’ ya da ‘ukala’ gibi basit etiketlerin ötesine geçer, herkesin kabul ettiği bir isim olurdu.

Bu arada, okul tayfası arasında yaygın olan genel kanıya göre, Yuuko ve ben “kaderin birleştirdiği çift”tik.
Ya da en azından, Yuuko “bir numaralı eş” adayıydı bana göre.

“Yuuko burada, Kazuki burada, Kaito da gelmiş… Ana kadro tam kadro toplanmışız.”

“Selam, Yuuko. Selam millet.”

Yua’yla birlikte biz de selam verdik ve Yuuko’yla diğerlerinin ayakta bir halka oluşturduğu köşeye yürüdük.
Onlar da bizi görünce içgüdüsel bir hareketle aralarına yer açtılar.

“Yaaay! Yine hep beraberiz!”

Yuuko iki elini kaldırdı, benden çifte bir “çak” bekliyordu.
Ben de avuçlarına tokat attım, sonra parmaklarımı onunkilerle ördüm.

“Sen de sevindin değil mi, Saku?”

“Elbette. Eğer seninle farklı sınıflara düşseydik Yuuko, her sabah okula sürünerek gelirdim.”

Yuuko beni hep ‘şakacı kanka’ gibi görürdü. Böyle teması bol, sıcak davranışlar onun için sıradandı.
Muhtemelen Kazuki’yle ya da Kaito’yla da aynı şekilde selamlaşmıştı az önce.

Yuuko, “ya sevilmezsem” ya da “rahatsız edici mi oldum” gibi şeyleri hiç düşünmezdi.
Herkese karşı şefkatliydi. Sadece biz popüler tayfaya değil—öyle sessiz, içine kapanık çocuklara bile aynı davranırdı.

Ama tabii ki, bu onları yanlış yönlendirirdi.
Çocuklar “belki bir şansım var” sanır, sonra Yuuko’ya çıkma teklif ederdi.
O da karşılığında sadece koca bir “???” ifadesiyle bakakalırdı.

Bu o kadar sık olmuştu ki artık sayısını bile hatırlamıyorduk.

Yuuko’nun karakteri gereği, her zaman sevilmek ile nefret edilmek arasındaki o ince çizgide yürürdü.
Ama o çizgiyi hiç geçmezdi.
Doğasında vardı bu; tatlı ve içten biriydi. Popüler ya da silik, kız ya da erkek—herkese aynı şekilde davranırdı.

İnsanların onu sevmesinin sebebi de buydu.
Bu yüzden okulun en gözde kızlarından biriydi; o sosyal zirvede yer alan isimlerden.

Ben, Yuuko’nun bu doğal cazibesi üzerine düşünürken Yua alaycı bir bakış fırlattı.

“Bu adam sabah yürüyüşünde bayağı keyifliydi. Yeni gelen birinci sınıf kızları iyice süzüp duruyordu.”

Yuuko da dönüp bana baktı. Ardından hızlıca Yua’nın koluna girip kaşlarını çattı.

“Iııyk, Saku! Sapık mısın sen?! Bizim gibi güzel kızlar varken ne işin var birinci sınıf peşinde?!”
“...Sizinki aslında sadece kıskançlık. Hani şu liseye ilk kez adım attığınız o masum ama kalp çarpıntılı yürüyüş var ya… O sırada üst sınıftan şöyle yakışıklı bir abi sizi baştan aşağı süzseydi—heh, işte o zaman anlayacaktınız. Öyle değil mi, Yua?”

Bu sevimli ikili birbiriyle bakışıp kıkırdadı, ardından da göz devirdiler. Ortam neşeliydi, eğleniyorduk—ta ki…

Bir anda karnıma indirilen sert bir karate darbesiyle nefesim kesilene kadar.

“Pardon dostum, ama artık bir iki yumruğu hak etmiştin.”

Bu çıkışın sahibi Kaito Asano’ydu. Beni dürtükleyen o muzip sırıtışı takınmıştı yine.
Henüz ikinci sınıfa başlamışken bile basketbol takımının yıldızıydı.
Kaslı fiziği ve doğuştan gelen atletizmiyle, tam anlamıyla o tipik ‘eğlenceli sporcu çocuk’tu.

Üstelik benden uzundu.
Tek tesellim, ileride erken kellik yaşamasını umut etmekti.

“Zamanlama konusunda hakkını vermek lazım yalnız,” dedi bir diğer ses. “Seni durdurmasa flörtöz çapkınlığın bu iki cariyeyi bayıltacaktı.”

Bu sözlerin sahibi Kazuki Mizushino’ydu.
Sinsi bir köpekbalığı gibi gülümsüyordu.
Henüz ikinci sınıftayken futbol takımının yıldızı nasıl olmuştu, akıl sır ermez.
Her zaman o soğukkanlı tavrını takınırdı ama ne yaptığını çok iyi bilirdi.

Ve dürüst olmak gerekirse…
Muhtemelen benden daha yakışıklıydı.

Ben de onun için tek bir şey dileyebiliyordum:
Dersin tam ortasında, kaçınılmaz bir ishal krizi.

“Saku, biraz sinirli gibisin.”

...Hıh. Her zamanki gibi lafı hiç dolandırmaz, ne varsa ortaya dökerdi.

“Boşver. Sadece şunu düşünüyordum: İkiniz benim haremimle arama giren sinir bozucu böcekler gibisiniz. Hani derler ya, üç kişi idare eder ama beş kişi kalabalık olur.
Ha bir de şu ‘cariye’ muhabbetini kesmenizi öneririm. Yoksa adınızı okulun dedikodu sitesinde baş köşede görmeniz an meselesi.”

Yua’ya göz ucuyla bakarak Kazuki’ye lafı sapladım. Sınıftan gülüşmeler yükseldi.

Kaito, kolunu dostane bir şekilde omzuma attı ve kıkırdadı:

“Ah be Saku. Yine mesaj panoları mı vurdu seni?”
“Defol. Niye bu kadar keyifli görünüyorsun ki?”
“Niye olmayayım? Okulda ardında gözyaşları bıraktığın kızlar hâlâ kendine gelemedi. Evrenin dengesi için senin biraz bedel ödemen şart!”

“Eğer benim adım siteye gerçek haliyle yazılıyorsa, bu herifin de yazılmalı. Dengeyi bozan asıl şey bu.”

Ama Kazuki sadece sırıttı.
“Üzgünüm dostum, ama ben kızları asla ağlatmam. Onları sever, giderim… geride hep daha fazlasını isteyenler kalır.”

“Off, kes artık şu laf salatasını.”

Kaito ve Kazuki’yle laf dalaşım bittikten sonra boğazımı temizleyip konuyu değiştirdiğimi belli ettim.

“Neyse… Görünen o ki, Team Chitose yeniden sahalarda.”

“Ben Yuuko Hiiragi’nin Melekleri ismini tercih ederim.”

“Yok ya, Kaito’nun Dinamit Bombacıları daha havalı.”

“Kazu’nun Kreatif Ajansı?”

“Yua 5.”

“Pekâlâ, ekip dağıldı! Yaratıcı farklılıklar bizi ayırdı!”

Sonunda hep birlikte yumruk tokuşturduk, bu trajikomik topluluğun mühür töreni gibi.

“Günaydın!”
“Sabahlar hayrolsun!”
Sınıf kapısı, biz kendi aramızda geyik çevirip oyalanırken birbiri ardına açılmaya devam ediyordu. İçeri giren her öğrenci yepyeni bir sınıf ortamının gerginliğiyle doluydu—yeni bir sosyal düzen, yeni bir statü mücadelesi...

“Hey, bu Chitose değil mi? Bahar tatilinde saç mı uzattın sen? İstersen kesebilirim.”

“Yok sağ ol. Sen kesersen, yanlışlıkla şahdamarımı da götürürsün.”

Bu lafı eden Haru Aomi’ydi. Geçen yıl 3. sınıftaydı.
Uzun ve orantılı bir vücuda sahipti; kızlar basketbol takımının şutör gardıydı.
Öyle çok uzun sayılmazdı ama fiziği manken gibiydi—ne kemik gibi zayıf ne de dolgun, sadece ince yapılı ve çevik.

Yua ve Yuuko gibi saçını şekillendirmekle uğraşmazdı, aksine kısa bir atkuyruğu yapar, işini görürdü.
Belki diğer kızlar kadar gösterişli vücut hatları yoktu ama ensesini açıkta bırakan atkuyruğu ve sade duruşuyla insanın gözüne mutlaka takılırdı.

Tam bu sırada Kaito konuşmaya daldı.

“Hey! Önce beni selamlaman gerekirdi. Sonuçta ikimiz de basketbolcuyuz.”

“Senin suratını zaten yeterince gördüm. Heyecan verici bir tarafı kalmadı. Değil mi Nanase?”

“Ben de Kaito’dan fenalık geçirdim artık. Ama Chitose’yle Mizushino burada olduğu için mutluyum. Nihayet gözümüz gönlümüz açılsın biraz!”

Bu sözleri Haru’nun omzunun üstünden başını uzatarak söyleyen Yuzuki Nanase’ydi.
Omuz hizasındaki parlak saçlarıyla adeta bir şampuan reklamından fırlamış gibiydi.
O da geçen yıl 3. sınıftaydı ve kızlar basket takımının oyun kurucusuydu.
Haru’yla BFF’diler ve muhtemelen tüm Fukui bölgesinde meşhurdu bu ikili—tabii ki saha içindeki performanslarıyla.

Bir anket yapılsa “yılın en popüler kızı kim?” diye, Nanase’nin ismi kesinlikle Yuuko’yla beraber başı çekerdi.
Yuuko nasıl ki tatlılığı ve sosyal statüsüyle bir pop idol havasındaysa, Nanase de tam bir oyuncuydu:
Tatlıdan alımlıya, dost canlısından buz kraliçesine, cesurdan korunmaya muhtaç masuma kadar her role girebilirdi.

Ama şahsi fikrim… Nanase, Yuuko’dan daha hesapçıydı.
Yuuko, çekiciliğinin farkında bile olmayan biriydi.
Nanase ise kusursuz görünmeyi neredeyse bilim hâline getirmişti.
Hep nasıl algılandığını düşünen bir hâli vardı. Bunu anlıyordum… çünkü ben de öyleydim.

İki kızın da vücut hatları etkileyiciydi, ama Yuuko yumuşak kıvrımlarıyla dikkat çekerken, Nanase daha sıkı ve derli topluydu.

…Göğüslerinden bahsetmiyorum, tamam mı? O sapık düşüncelerini kendine sakla.

Nanase şimdi gülümseyerek yanıma yaklaştı.

“Evet, artık yakışıklılar da burada olduğuna göre… göz ziyafeti zamanı!
Hadi çocuklar, gösterin bakalım şu pazuları!”

Kazuki’yle birlikte hemen tiyatroya başladık, okul çantalarımızı göğsümüze bastırarak sanki utangaç kızlar gibi feryat ettik.

“Hayır yaa! Bedenim bir meta değil!”

“Kadınlar hep tek bir şeyin peşinde!”

Haru da muzipçe lafa katıldı.

“Aa hadi ama, bu kadar naz mı olur?
Yatın arkanıza, tavandaki leke sayın. Göz açıp kapayıncaya kadar biter.”

“Bir şey soracağım… Siz hangi yılda doğdunuz tam olarak? Neden 1950’lerden kalma, bıyık sıvazlayan reklamcılar gibi davranıyorsunuz?”

Biz iki zibidi, orada ciyak ciyak bağırıp hoplayıp zıplarken, Yua da oyuna katıldı ve kızların küçük skeçlerine laf atarak katkıda bulundu.
Popüler tayfaya yeni katılmıştı belki ama dışarıdan bakan biri bunu asla anlayamazdı.

“Ucchi!” diye cıvıldadı Haru. “Mükemmel zamanlama! Geçen yıl 3. sınıfta hep bir yancı eksikti! Nanase ben komiklik yapınca hemen pes ediyor. Sen ol benim yeni partnerim!”

“Ucchi, bu raydan çıkınca acımasızca gömmen lazım. Beni de!” diye ekledi Nanase.

“...Ee, şey... O zaman baştan alalım mı? Biz hiç konuşmadık doğru düzgün. Önce kendimizi tanıtalım, olur mu arkadaşlar?”

Yua gözlerini kırpıştırarak Haru ve Nanase’ye bakıyordu. Evet, belli ki biraz afallamıştı.
Ama ne de olsa bu ikisi okulun en popüler kızlarından ikisiydi; adlarını bilmeyen öğrenci yoktu.
Bu işler hep böyle yürürdü.

Ama doğuştan prenses ruhlu Yuuko, serinkanlılığını hiç bozmadı.

“Yuzuki, Haru! Bu yıl sizinle aynı sınıfta olmak harika! Hep ikinizle arkadaş olmak istemiştim. Ama unutmayın, Saku’yla biz zaten kaderin yazdığı çiftiz! Ucchi de... şey... onun yan parçası, tamam mı? Ama onun dışında hepimiz... kız kardeşiz!!”

Yuuko da aslında Nanase ve Haru’yla pek iletişim kurmamıştı bugüne kadar.
Ama o kendi rahat, hafif sakar tarzıyla bölgesini işaretlemeye çalışıyordu.
Sevimliydi açıkçası.
Tek sorun… “yan parça”nın ne demek olduğunu hiç bilmediği çok belliydi.

“Yan parçalar falan bir yana,” dedim ben de araya girerek, “Team Chitose’a iki yeni üye katmak ne güzel.”

Haru’yla Nanase cevabı geciktirmedi:

“Ben Aomi’nin Tehlikeli Meydan Okuyucuları’nı tercih ederim.”

“Hayır hayır, Yuzuki’nin Ay Savaşçıları.”

“Ah… böyle olacağını biliyordum zaten.”

Evet, bu sınıfta en popüler tiplerden oluşan ekip yine kendiliğinden kurulmuştu bile.

Etrafımdaki diğer öğrencilere göz gezdirdim. Bazılarının yüzleri tanıdıktı. Kimi gergin görünüyordu. Bazıları yüksek sesle konuşuyor, hatta grubumuza imrenerek bakanlar bile vardı—belki de aramıza katılmak istiyorlardı. Kimileri ise sıralarına ya da kara tahtaya bomboş bakışlar fırlatmış, sessizliğe gömülmüştü. Bir de açıkça bizden nefret eden bir tayfa vardı.

Bu, bize karşı duyulabilecek anlaşılır bir histi. Sonuçta, sınıflar yeni değişmişken biz çoktan kaynaşmış, kahkahalarla sohbet ediyorduk. Birkaç ters bakışa hak verdim doğrusu.
Üzgünüm ama biz böyleyiz.

Biraz kendimizin farkındaydık—ben, Kazuki ve Nanase özellikle. Ama yeni üyelerimizi sergileyip hava atma derdinde değildik ki.
Hey millet, bize bakın! Ne kadar popüleriz!
Hayır, biz sadece yeniden aynı sınıfa düşmüş olmaktan mutluyduk; eski dostlar, şakalaşıp duruyorduk.
Yemin ederim, yaptığımız tek şey buydu.

Ama liseyi bizim kadar keyifle yaşamayanların çokluğu düşünülünce, beni “ne oldum delisi” popüler çocuk olarak damgalayıp sitede gerçek ismimle yerden yere vurmalarına şaşmamalı.

Popüler olmayanlar, ezikler, otakular—onlar da bizi kalıplara sokar:
Popülerler hep böyledir, şöyle olmalılar, dışı pir içi kir, kendilerini bizden üstün sanan ukalalar…

Sanırım öğretmenlerin popülerleri bir arada tutmaya çalışması da bu yüzden. Benzer benzeri çeker, öyle değil mi? Çocukları en iyi anlaşacakları grupla bırak, boşlukları kimselerle kaynaşamayanlarla doldur. Belki bizden bir şeyler kaparlar; serinliğimiz, sivri köşelerini törpüler kim bilir. Böylece herkes huzur içinde dersine odaklanır, hiyerarşide çatlak çıkmaz.

Her neyse—statükonun bu hâli, Saku Chitose’ye gayet uyuyor.

“Çirkin bir hayat yaşayacağıma, ölmeyi yeğlerim.”
Benim felsefem bu.
Ve “güzel” derken kastettiğim şey, havalı ve çekici olduğum, etrafımda bir dolu kızın pervane olduğu bir hayat.

“Evet, hadi bakalım, herkes yerine geçsin.”
Birden sınıfın önünden, uyuşuk ve hafif canı sıkkın bir ses yükseldi. Yeni dönemin ilk gününde böyle gevşek bir tonlama—kimsenin beklediği türden bir karşılama sayılmaz, değil mi?

Öğretmenimizin sınıfa girdiğini fark eden herkes bir anda yerlerine koşuşturdu. Aslında “yerinize geçin” demesine bile gerek yoktu—muhtemelen enerjisini harcamamaya çalışıyordu.
Sonuçta bulunduğumuz okul, ilin en iyi okullarından biri; öyle bazı liselerdeki gibi sınıfı susturmak bir saat sürmez.

“Ben Kuranosuke Iwanami. İkinci Sınıf Beşinci Şube’nin sınıf öğretmeniyim. Hadi lafı uzatmadan başlayalım. Bu yılı da sağ salim atlatalım, tamam mı?”

Saçında uykudan kalma bir dağınıklık vardı, belli ki sabah fırçaya değmemiş. Yüzünde traş lekeleri. Üstündeyse buruşmuş bir takım elbise ve tabanları samanlı eski bir zōri (geleneksel Japon sandalet) çifti.

Sanırsınız toplumdan elini eteğini çekmiş, sanatına kapanmış çılgın bir ressam.
Ama bu adam, evet işte bu adam, geçen yıl da bizim sınıf öğretmenimizdi. Uzmanlık alanı: Japon dili ve edebiyatı.

Üstü başı dağınıktı belki ama öğrenciler arasında sevilen biriydi. Onun ders verdiği Japonca sınıfları hep en yüksek notları alırdı.
Bizim gibi üst düzey bir okulda bile, onun bu boşvermiş, “takma kafana” tavrı öğrencilerin hoşuna giderdi.
Ona biz kısaca “Kura” derdik.

“Yesss! Bu yıl da sınıf öğretmenimiz Kura! Daha yeni diyordum, inşallah olur diye!”

Alfabetik oturma düzenine göre Haru, tam yanımdaki sıraya düşmüştü. Şimdi dönüp bana sırıtıyordu.
Üzerinden gelen tatlı koku muhtemelen sabah kulübünden sonra sıktığı vücut spreyindendi.
İçimde kıpır kıpır bir huzursuzluk yarattı.

“Geçen yıl sizin sınıf öğretmeniniz Misaki Hanım’dı, değil mi? Off, felaket kadın. Koridorda her gördüğünde ‘Kravatanı düzgün tak!’ diye fırçalıyor beni. Tamam, güzel kadın ama bakışı çok sert.”

“Birçok çocuk sırf o sert bakışı için hayran ona. Sen sevmiyor musun, Chitose?”

“Hmm… Yok, benim tarzım değil. Fazla feromon yayıyor. Fazla disiplinli.
Ben senin gibi rahat kadınlardan hoşlanıyorum Haru. Seninle konuşması kolay.”

“…Ne? Şaka yapıyorsan söyle. Daha dönemin başında yürümeye mi çalışıyorsun? Lütfen, çok ucuz olur.”

“Vay. Affedersin. Bir an gerçekten bir kızla konuşuyorum sandım.”

“Evet, büyük hata. Dönem bitmeden arka binaya beklerim.”

“Seçtiğin mekân için puan veririm, Sayın Leydim. Genelde sürtüşme çıkaranlar erkekler tuvaletini seçer.”

Haru’yla geçen yıl Kaito sayesinde tanıştım. Böyle ferah, sportif bir havası vardı.
Onunla takılmak rahattı, sanki çocukluk arkadaşı gibiydi. Gerçekten tam anlamıyla bro’luk yapardı.

“Yani, bence Misaki Hanım iyi bir öğretmen aslında. Öğrencilerin çoğu seviyor. Ama dediğin gibi, biraz disiplin delisi.
Kura ise, tam tersi. Sanki her şeyi boşlamış gibi.”

“Evet ya, kravatı ne kadar gevşekse, kendisi de o kadar gevşek.”

“Tam da öyle. Kulüp antrenmanından sonra sıcaktan ter içinde kalınca, o sıkı kravat insana azap gibi geliyor.”

Haru gömleğinin yakasını çekiştirip içine hava almaya çalıştı.
Yaramaz kız. Ama bunu öyle masum bir şekilde yaptı ki…
Her ne kadar onu “erkek fatma” gibi tanımlasam da, kadınsı bir çekiciliği vardı. Hatta bazen dikkatim dağılacak gibi oluyordu.

“İstersen kravat yerine fiyonk tak. Daha az sıkıcıdır.”

“Canım, beni fiyonkla hayal edebiliyor musun gerçekten?”

“Hmm…”

“Ne imajım var, farkındayım. Ama insanların yüzüme karşı söylemesi sinir bozucu oluyor, anlıyor musun?”
“...Pekâlâ. Kravatlı halin daha çok hoşuma gidiyor, Haru. Anlaştık mı?”
“Ah, Chitose… Saçlarından yansıyan ışık, adeta bir hale gibi… Basket potası gibi, insanın içine atlama isteği doğuruyor…”
“Beni smaçla gömmeye kalkma!”

Misaki Hanım’ı bir kenara bırakırsak, Fuji Lisesi’nin öğretmenleri aslında oldukça rahattı—en azından seçkin bir okul için.
Saçımızı düzleştirmek ya da perma yaptırmak serbestti, farklı stiller denememize ses çıkarmazlardı.
Formalarımızı da belli bir sınıra kadar kişiselleştirmemize izin vardı.
Hatta ders sırasında yeterince dikkatli davranırsak, telefonumuzu bile kontrol edebiliyorduk.
Pek çok öğretmen—Kura dahil—tahtadaki notları fotoğraflamamıza da izin verirdi.

Zaten bu okula girebilmek için yeterince zeki olmanız gerekiyordu.
Öğretmenler de bunun farkındaydı; bizi üniversite sınavları yüzünden ruh sağlığımızı yitirecek hâle getirmek istemezlerdi.
Muhtemelen bu yüzden bize bu kadar serbestlik tanıyorlardı.

“Evet şimdi… Sınıf başkanı ve yardımcısını seçmemiz, ayrıca oturma düzenini belirlememiz gerekiyor.
Peki Bay Chitose, devreye girmeye ne dersin? Ve mümkünse çok da batırma, Saku.”

Haru’nun sportif tarzıyla kadınsılığını bir araya getiren o tezat üzerine öyle dalıp gitmiştim ki, adımın anons edildiğini zor fark ettim.
Tabii ki işi bana yıkacaktı. Her zamanki gibi.

Haru dirseğimle dürtüp gülümsedi.
“Chitose, aday oldun. Hem de kötü bir baba şakası eşliğinde.”

“Peki peki, anladık.”

Geçtiğimiz yıl içinde şunu öğrenmiştim: Kura’nın isteklerinden kaçmaya çalışmanın pek bir anlamı yoktu.

Üstelik, Kura hiçbir zaman kimseye taşıyabileceğinden fazlasını yüklemezdi.
Ne ödev verirken, ne de sınıfla ilgili görevleri dağıtırken.
Ama her zaman iki aralıkta dolaşırdı: “Bunu kolayca halleder” ile “Biraz zorlanır ama çıkar işin içinden.”
Bu seferki görev, açıkça birincisindendi.

Şikâyet etmeye kalksam, o her zamanki uyuşuk ses tonuyla,
“Yap işte,”
der geçerdi.
Yine de… Kura’nın daha yılın ilk gününde, üstelik çoğunu daha tanımadığı öğrencilerin karşısında bu kadar vurdumduymaz davranması ona pek yakışmazdı.
Ama üstünde çok durmadım.

Öğretmen kürsüsünün arkasına geçtim.
Ve boğazımı temizledim.

“Şey… Sanırım ikinci sınıftaki herkes ismimi çoktan biliyordur ama, ne olur ne olmaz…”

Cümleye biraz ukala bir havayla başladım, ceketimin yakalarını düzelterek kendimce havalı bir poz verdim.
Sonra sınıfa keskin bir kafa selamı çaktım.

“Bay Iwanami’nin özel hizmetçisiymişim ben—öyle diyorlar.
Benim adım Saku Chitose. Bazı sitelerde beni ‘çapkın piç’ ya da ‘keriz herif’ olarak tanıyor olabilirsiniz.”

Önce kızlar, sonra erkekler… sınıfın tamamı birer birer gülümsedi.
Yüzlerindeki ifade, o meşhur “yeraltı” sitesindeki lafları okuduklarını açıkça belli ediyordu.

“Tch.”
“…Vasatmış.”

Biraz daha dikkatli bakınca, bazı gülümsemelerin iğneleyici olduğunu fark ettim.
Muhtemelen az önce bana ters ters bakan tiplerdi bunlar.

Ama yine de günün ilk dersi olduğuna göre, ortamı biraz yumuşatmak fena olmazdı.
Bakışlarımı Kazuki’ye kaydırdım.

“Peki o zaman, herkes gözlerini kapasın.
Şimdi… Hakkımda internete iftiralar döşeyen kişi ya da kişiler lütfen elini kaldırsın.”


“Pekâlâ, pekâlâ. Açabilirsiniz gözlerinizi. Kazuki, seninle bunu adam gibi çözmemiz gerekecek.”

“Üzgünüm. Sadece bir şakaydı. Hasta annemi neşelendirmek istiyordum.”

“Ne diyorsun be? Git romantik komedi izlet kadına!
Bu arada geçen gün anneni bisikletle gezerken gördüm—yanıyordu resmen—ve hiç de hasta görünmüyordu!”

“Bak Saku… Demek istiyorum ki… Saku van Çapkınstein…”

“Ne o öyle? Hollandalı gibi lakap mı olur?!”

“Tsk tsk, annem duysa ne derdi acaba?”

“Senin yüzünden işte!”

Sınıfın üzerindeki o gergin hava tamamen dağılmıştı artık.
Herkes gülüyordu.

Evet, bilinçli bir hamleydi. Ama kimseye üstünlük taslamak için yapmamıştım bunu.
Sadece… lise hayatım boyunca herkesle iyi geçinmek istiyordum.
Keyifli bir yıl geçirmek istiyordum.
Ve bunun için, alaycı laflarla veya nefret dolu bakışlarla ortamı zehirlemeyi zorlaştırmak gerekiyordu.

Sınıftaki homurdanan tayfa bile sustu sonunda, gerçi dudaklarındaki ince çizgi hâlâ kaybolmamıştı.

“Neyse, şaka bir yana… Bu yıl yeni arkadaşlıklar kurup iyi geçinelim, olur mu?
Sınıf başkanı ve yardımcısı için aday olan var mı?”

Kaito hemen atıldı.
“Bu girişten sonra kimse bu işe gönüllü olmaz! Sen hallet, Saku. Geçen yıl da sen başkandın zaten.”

Nanase ve Haru da destek verdi.

“Eh, olur. Başkasından kötü olacak hâli yok ya.”
“Sonuçta unvan sadece.”

Ve… on saniyede karara bağlandı.

Yani… az çok bu sonu bekliyordum zaten.
Az önce sınıfı güldürüp ortamı kurcalayınca, kaçınılmazdı bu.

Yine de…
Yılın başında sınıf başkanı olup her şeyi değiştirmeye niyetli idealist biri varsa, özür borçluyum.
Öyle biri çıkarsa, seve seve devrederim.
Ama uyarmalıyım: Lise ikinci sınıfta değişiklik pek iyi karşılanmaz.

Sınıf başkanı olmak çok yorucu değil, ama bazı şeylerin de farkında olman gerekir.
Sadece popüler tayfayı değil, o dışlananları, yalnız kalanları da düşünmelisin.
Yani…
Herkesin iyiliği için akıllıca kararlar alıp uygulayabilecek biri olmalısın.

“Başka aday var mı? Yok mu? Peki o zaman… Bu andan itibaren, hepiniz benim tebam sayılırsınız.”

Kalçama bir elimi koyup abartılı bir şekilde kibirli bir poz verdim.

“Hocaların hizmetçisi konuşuyor bak hele,” diye takıldı Haru.

“Affedersiniz, affedersiniz! Hepiniz için elimden gelenin en iyisini yapmaya hazırım!”

Kızların bazıları bu hâlime kahkahayı patlattı.
“Çok iyi ya!” diye kıkırdadı biri, neredeyse nefessiz kalacak gibiydi.

“Pekâlâ, sırada başkan yardımcısı var. Aday olan?”

Bu da beş saniyede çözülür, biliyorum.

“Ben! Ben, ben! Saku başkan olacaksa, ben de yardımcısı olmak zorundayıııım!!!”

Tahmin ettiğim gibi, daha cümlemi bitirmeden Yuuko elini havaya dikmişti.
Sürpriz yok.

“Şey… Yanılmıyorsam geçen yılki başkan yardımcısı tüm sorumlulukları başkana yıkıp kaytarmıştı.
Yanlış hatırlamıyorsam, o kişi… sana epey benziyordu.”

“Olur, olur! İlkokulda sınıf tavşanı ve sınıf kaplumbağasına ben bakmıştım!
Bu iş de bende!”

“…Afedersin ama ben sınıf maskotu falan değilim.”

Kimse Yuuko’nun yardımcı başkan olmasına itiraz etmedi.

“Teşekkürler millet! Yeni sınıf başkan yardımcınız Yuuko Hiiragi oldu bile!”

El sallayarak kürsüye geldi, sınıfa dönüp kimseye danışma ihtiyacı bile duymadı.
Yuuko işte… Hep böyleydi.

Hiçbir şeyi hesaplamadan, kafasında planlar kurmadan,
böyle rahatça hareket edebilmesine gerçekten hayran kalıyordum.
Bense… tam tersiydim.

“Pekâlâ, şimdi de oturma düzenini belirleyelim. Önerisi olan?”

Yanımda duran Yuuko, yeniden elini fırlattı havaya.

“Herkes, hoşlandığı kız ya da oğlanın yanına oturabilmeli!”

“Hayır, sağ ol! Sınıf dolusu güzelle çevriliyken ders çalışmam imkânsız olur.”

Yani, Yuuko? Unuttun galiba, bu sınıfın çoğu popüler tiplerle dolu. (Ve birkaç yalnızla.)
Milleti daha ilk günden sevgili muhabbetine zorlamasak iyi olur.

“Bilek güreşi yapalım. Kazananlar istediği yere oturur.”

“Kaito, lütfen. Büyükler konuşuyor şu an.”

“Geçen yılki not ortalamasına göre oturalım.”

“Kazuki, bence senin bu tartışmaya katkın ‘sessizlik’ olmalı. Gerçi… Notlarından konuşalım ister misin?”

“Arka sırada oturmak istiyorum, derste kestirmek daha kolay olur.”

“Dürüstlüğünü takdir ettim Haru. Ama bence senin yerin tam öğretmenin burnunun dibi.”

“Bu mantığı sevdim. Beni de arka sıraya yaz.”

“Kişilik kusurlarına göre oturacak olsak, seninle Kazuki ilk sırada otururdunuz Nanase!”

“Kağıttan çekelim, kura ile belirleyelim. En adili bu.”

“Şimdi, şimdi Yua… Eğlencemizi mantığınla mahvetme lütfen.”

“Ne alaka, neden ben fırça yedim ki şimdi?!”

Derin bir iç çektim, dertli bir başkan edasıyla, sonra sınıfa göz gezdirdim.
Ve açıkça en bariz seçeneği önerdim:

“Peki evlatlar. Madem ortak bir karara varamıyoruz, o hâlde başkanlık yetkimi kullanıyorum.
Şöyle baktıkça, gözleri parlayan, neşe dolu bu kalabalığa… Düşünüyorum ki:
‘Ah evet, yeni yılın o taptaze ruhuna ne kadar da yakışıyor bu düzen!’
Bu nedenle önerim şu:
Alfabetik sıralamaya göre oturalım.
Ne dersiniz?”

Birkaç saniye sessizlik oldu. Kimse itiraz etmeyince devam ettim.

“Şikâyeti olan varsa bana gelsin. Şikâyetler şu gibi şeyleri içerebilir ama bunlarla sınırlı değildir: ‘Tahtayı göremiyorum, gözlerim bozuk,’ ‘Kaito’nun koca kafası önümde duruyor,’ ‘Kazuki bana dik dik bakıyor ve bu beni rahatsız ediyor,’ vesaire vesaire. Olay bazında değerlendiririz, tamam mı?”

Sınıfta şu ana dek sadece popüler tayfanın konuştuğunun farkındaydım. Geri kalanlar büyük ihtimalle çekinmişti.

Alfabetik sırayla öne düşenler bundan pek hoşnut olmayabilir ama en azından tahtayı rahat görürler. Ve zaten başkana gelip şikâyet edecek kadar önemli bir mesele değil.
Üstelik oturma düzenini ben seçtiğim için kimse “Sırf kendi tayfanı kolluyorsun” diyemez.
Planım, sınıftaki gerginliği en azda tutacak şekilde tasarlanmıştı.

“Pekâlâ, madem herkes hemfikir… O zaman ikinci yıl boyunca böyle oturuyoruz. Hepinize sınıf başkanı olarak hizmet vermeyi dört gözle bekliyorum.”

“Vaaay, ne lame bir kapanış oldu bu. Mizah nerede kaldı?”

“…Ah, unutmadan: Eğer Kura’nın suratı size derslerden soğuma hissi verirse, yer değişikliğine de açığım, ha-ha-ha!”

Bugün okulun ilk günüydü, açılış töreni filan vardı, yani homeroom dışında ders işlenmeyecekti.
Sınıfın yarısı kulüplerine, diğer yarısı evlerine dağıldı.
Kaito, Haru ve Yuuko tenis kulübündeydi; Yua ise bando provasına gidiyordu—yani arkadaşlarımın hepsinin programı doluydu.
Bir tek benim önümde bomboş, upuzun bir öğleden sonrası uzanıyordu.

Otomattan bir kutu kahve aldım ve terliklerim merdiven basamaklarında şap şup sesler çıkarırken çatıya yöneldim.
Uzaktan bandonun trampetlerini duyuyordum.
Saha etrafında ısınma turu atan futbol takımının bağırışları çalındı kulağıma.
Basketbol topunun zeminde sekmesi, ayakkabıların cızırtılı fren sesleri…
Ve beyzbol toplarının eldivenlerle buluştuğu tok, tok vuruşlar…

Tüm bu okul sonrası seslerini dinlerken, içimi hafif bir hüzün kapladı.
Çatı kapısını açtım ve beni demir korkulukların içinden çerçevelenen bir gökyüzü karşıladı.
O kadar maviydi ki, insana neredeyse baskı yapıyordu. O kadar genişti ki, boğulacak gibi hissediyordum.
Korkulukların hemen üstünde, bulut denemeyecek kadar hafif gri pofuduklar süzülüyordu.

Oraya doğru ilerleyince karşıma, mümkünse bugün görmeyi hiç istemeyeceğim bir yüz çıktı.

“Ah, selam selam.”

Kura, su deposunun kenarına yaslanmış, keyifle sigarasını tüttürüyordu.

“Bu okulda kampüs içinde sigara yasak değil miydi?”

Minik merdiveni tırmanıp onun yanına oturdum.

“Eğitim kurulu tarafından görüntüyü kurtarmak için uydurulmuş başka bir saçma kural daha. Çocuklara duman üflemeyince, kimin umrunda?”

“Peki ben ne oluyorum? Çocuk değil miyim ben?”

“Sen o kadar zekisin ki, beni diğer öğretmenlere ispiyonlayıp ispiyonlamama arasında hangisi sana daha çok kazandırır, hemen çözersin. Bir de çatı anahtarını özgürce kullanıyorsun. Kim olduğunu biliyoruz yani.”

“Hmm… Teşekkür ederim iltifat için.”

Japon liselerinde çatıya çıkmak pek hoş karşılanmaz, hatta çoğunlukla yasaktır.
Ama bazen, önceden izin alırsan, çatıya çıkıp arkadaşlarınla bento yiyebilirsin.
Ama işte, Kura’dan izin almak uğraştırıcıdır; çoğu öğrenci üşenir.

Ama ben mi?
Benim durumum farklı.
Kura bana “Çatı Temizliği Sorumlusu” gibi tamamen uydurma bir görev verdiği için, istediğim zaman çatıya çıkabiliyorum. Kimseye sormama gerek yok.
Ve bu oldukça havalı.

“Yalnız… Bu devirde sigara içmeye utanmıyor musun? Toplum senin gibileri bitirmeye çalışıyor, haberin var mı?”

“Eh, insanlar kolay kurbanlar arıyor kendine. Olay o.”

“Öyle deme.”

Kutu kahvemin açma halkasını çektim, dudaklarımı büzerek açtım.
Aklımdan, o lanet okul dedikodu sitesindeki yorumlar geçiyordu.
Acılık sadece kahvede değilmiş meğerse.

“Şey… Pasif içicilik diye bir şey var tabii. Başkalarının sağlığına zarar veriyor. Ha, biri gelip ‘Kokusu kötü’ derse, buna da karşı çıkamam. Ama kendini haklı sanan dangalaklar yok mu, işte ben onlara gelemiyorum. Tek dertleri başkasına çamur atmak. Okul da böyle, iş hayatı da. Modern cadı avı resmen. Ne dersen de, sonunda seni kazığa oturturlar.”

Kura lafını sakınmıyordu ama bir yandan da gayet sakin sakin duman halkaları üflüyordu.

“Evet ya… Haksız mı, haklı mı düşünmeden çamur atanlara ben de gelemem. Bizim tayfa ileride büyüyüp öyle yetişkinlere dönüşürse, vay benim o çocukları ‘hayata hazırlama’ görevime,” dedim, yüzümde uyduruk bir ciddiyetle.

“Katılıyorum. Bir tane versene?”
Elimi uzattım sigara istemek için—tabii ki ciddi değildim. Kura avuç içime hafifçe vurup geri itti.

“Zorlama, velet. Sonra kovulup sokakta kalırsam, vebali senin boynuna.”

“İyi örneksin ha. Ebeveynler neden güvenilmez anlatan bir PSA videosu gibisin.”

“Kes de, git Hiiragi ya da Nanase’nin göğsüne göm kafanı. Senin yaşındakilerin işi o zaten.”

“Bu ne biçim eğitimci dili? Şaka da olsa ayıp.”

Kahvemden zarifçe bir yudum aldım.

“…Peki, ne istiyorsun, hocam?”
Ders çıkışında bana “çatıya gel” demişti ya, hani o klasik “malum yer.”

“Şimdi sen sınıf başkanısın ya.”
Kura, göğüs cebinden buruş buruş bir Lucky Strike paketi çıkardı ve ikinci sigarasını da yaktı.

“Oo, şimdi fark ettim, antrenmana geç kaldım ben aslında…”
Tehlikenin kokusunu alınca hemen ayağa kalkmaya çalıştım ama Kura omzuma yapıştı ve beni yerine çekti.
Zayıf gibi görünüyordu ama sandığımdan güçlüydü.
Ben de uslu uslu geri oturdum.

“Bak Chitose… Sence de sınıfın böyle bir arada kalması daha iyi değil mi?”
“Kimse geride kalmasın, falan değil mi?”
“Ah evet, sınıf öğretmeninin çekiciliğine güveniyorsak, bence de en iyisi bu…”

Sınıfta, arka sırada boş bir sıra olduğunu fark etmiştim. Herhâlde çocuk hastadır, diye düşünmüştüm ama galiba öyle değilmiş.

“Bugün, İkinci Sınıf Beşinci Şube’de bir öğrenci eksikti, değil mi? Adı Kenta Yamazaki. Geçen yıl Birinci Sınıf Birinci Şube’deydi. Öyle göz kamaştıran bir öğrenci değildi ama notları fena sayılmazdı, birkaç arkadaşı da vardı. Ama üçüncü dönemle birlikte devamsızlık yapmaya başladı… Sonra da tamamen okulu bıraktı.”

Bu ismi daha önce hiç duymamıştım. Bizim okulda böyle tamamen kaybolan tipler pek nadirdir. Genelde devamlılık iyidir.

Diğer okullar nasıl bilmiyorum ama Fuji Lisesi öğrencilerinin çoğu üniversiteye gitmek istiyor. Zaten bu yüzden giriş sınavını geçip buraya giriyorlar—burası bir hazırlık okulu sayılır. Yani sınıfta zeki çocuklar var. Tabii arada dedikodu sitelerinde insanlara çamur atan gerzekler de çıkıyor, testlerde birbirini ezmeye çalışan tipler de, ama temelinde burada zorbalık pek görülmez.

Bazen sınavı kıl payı geçenler başlarda zorlanıp okulu bırakabiliyor ama bu bahsettiğimiz durum öyle bir şeye benzemiyordu.

Omuz silktim. “Peki neden gelmemeye başlamış?”

“Geçen seneki sınıf öğretmeni ailesini birkaç kez evde ziyaret etti ama çocukla yüz yüze görüşemedi. Arkadaşlarına soruldu ama pek bir şey çıkmadı. Öyle derin bir dostluk yokmuş aralarında. Ortak ilgi alanlarından dolayı takılıyorlarmış sadece.”

“Anladım. Yani şimdi sen de eğitimci becerilerini sergileyeceksin, öyle mi?”

“Bende olan bilgiler şimdilik bu kadar. Bu arada, o bahsettikleri ortak ilgi alanları… anime ve light novel’lar. O tür işte, bilirsin.”

“Yani, evet, güzel hoş da… Sanırım birbirimizi biraz yanlış anlıyoruz. Konuşmak karşılıklı bir paslaşmadır, Kura.”

Kura, söylediklerimi duymamış gibi yaptı. Abartılı bir iç çekişle mırıldandım. Ardından, bu sefer biraz daha ciddi bir ses tonuyla devam ettim:

“Peki tamam… Merak ettim, neden bunu bana anlatıyorsun?”

“Sen sınıf başkanısın, Chitose. Sınıf başkanlığı, sorumluluk gerektiren bir makamdır. Sınıf arkadaşlarına karşı bir tür… bakım yükümlülüğün var.”

“Off. Ama bu sadece sembolik bir şey değil mi ya?”

“Sen benim hizmetçim değil miydin, Chitose?”

“Ulan git işine!”

Kura beni köşeye sıkıştırmıştı. Bu sınıf başkanlığı işini sırf bu yüzden bana verdiğini düşündüm—okulun ilk gününde böyle bir meseleyi kucağıma bırakmak için. Şimdi ‘başkan’ kartını bahane ederek bana her işi yıkabilirdi.

“Yalnızca çocuklar, okulda başka çocukların ne yaşadığını gerçekten anlayabilir. Aynı şekilde, yalnızca yetişkinler diğer yetişkinlerin derdinden anlar. Mesela, böyle harika bir adam hâlâ otuzunu geçmiş olmasına rağmen neden bekâr, bunu biliyor musun? Öğretmen maaşımın çoğunu neden ‘Ceketimi Çıkarmaya Zorlamayın’ adlı local bir… ne diyelim… hanımefendiler kulübünde harcamak zorundayım, bunu anlıyor musun? Hı?”

“Tamam tamam, artık biliyorum: Sen sadece berbat bir öğretmen değil, aynı zamanda rezil bir adamsın! …Tch. Yani istiyorsun ki ben gideyim, şu Kenta Yamazaki denen çocuğu okula dönmesi için ikna edeyim, öyle mi? Niye Yuuko’ya söylemedin bunu?”

“Hiiragi böyle bir iş için fazla düşüncesiz. Olayın arka planını anlamaya çalışmadan dalar içeri, sonra da çocuğu iyice kabuğuna çeker. Sen durumları analiz edip ona göre hareket etmeyi bilen birisin.”

“Yani, aslında bunu reddetme seçeneğim olmadığını biliyorsun, değil mi?”

“Bu senin gibi yetenekli bir çocuğun kolayca çözebileceği bir sorun. Ama sen arkanı dönüp gideceksin, öyle mi? Seni daha becerikli biri sanmıştım, Chitose. Herkesin süper kahramanı.”

Kura, anlam yüklü bir sırıtmayla bana baktı.

Tch. Bu sakallı herif tam bir baş belasıydı.

Ne derler bilirsin: “Kaçanı kovalama, geleni de geri çevirme.”
Normalde başkalarına yardım etmek için özel bir çaba göstermezdim. Ama böyle, adım adım özel olarak bana gelinmiş bir durumda… elimden gelenin en iyisini yapmak istedim. Bu meseleyi tatlı tatlı çözüme kavuşturup, “Aferin sana” övgüsünü almak istedim.
Sonuçta, sürdürmem gereken bir imajım var. Hayatımın yolunda gitmesini istiyorsam, insanların benim hakkımda inanmak istediği “Saku Chitose” olmaya devam etmeliyim.

“Bunu kendi yöntemimle yapmama izin veriyorsun, değil mi? Ayrıca, bu zahmetin karşılığını da düzgünce isterim.”

“Öyle mi diyorsun? Seni de götüreyim mi o hanımefendi kulübüne?”

“Gerek yok. Üstünü çıkarmaya dünden razı bir sürü sevimli kız tanıyorum ben zaten.”

“…Yaşlı erkeklerden hoşlanan biri var mı aralarında?”

“Çok iğrençsin…”

Kendimi yine bu sabah yürüdüğüm nehir seti yolunda buldum. Ama bu kez ters yönde ilerliyordum.

Okula gitmek için kullanılabilecek bir sürü yol var, ama ben en çok bu set yolunu seviyorum. Nehrin yatağı yirmi metre genişliğinde ve her iki tarafı eski yeni evlerle çevrili. Elektrik direkleri tam bir simetri içinde dikilmiş, aralarındaki kablolar da gergin bir çizgi gibi uzanıyor. Arka planda dağların manzarası var. Arabalar giremiyor, o yüzden rahat bir yürüyüş için harika bir yer. Güneşte gerinip esneyen başıboş kediler de cabası.

Okuldan dönen öğrencilerin sayısı azaldıkça, su bendinin yanında oturan birini gördüm. Sessiz adımlarla, kapak sistemine inen küçük yokuştan aşağı yürüdüm. Onun huzurunu kaçırmak istemedim. Çünkü öyle bir durgunluk yayıyordu ki etrafına—neredeyse kutsal bir dinginlik.

Suyun usul usul akarken çıkardığı sesi geçmeyecek bir yumuşaklıkla seslendim:

“Selam, Asuka.”

Asuka Nishino, yüzünü okuduğu ciltsiz kitaptan kaldırıp gözlerini bana dikti. Ardından, o ilkbahar meltemi kadar serin ve umursamaz ses tonuyla cevap verdi:

“Ah, senmişsin. Bugün seni göreceğimi hissetmiştim zaten.”

İkindi güneşi, yanağındaki tüyleri parlatıyor, gözlerinin altındaki o küçük beni gülümsemesiyle yukarı kaldırıyordu. Elini kaldırıp selam verdiğinde, o ifade beni kendine çekti. Hem dolgun hem de narin yapılıydı. Kravatı sıkıca yakasına bağlıydı. Eteği ne kısa ne de uzun—o mütevazı gri çizginin tam ortasında. Sessiz, soluk güzelliği bir anda çarptı beni.

“Ne okuyorsun?” diye sordum.

“Cornell Woolrich’in Phantom Lady’si.”

“‘Gece gençti, o da öyle. Ama gece tatlıydı, o ekşi.’ Bu yeni basım değil mi? Açılış cümlesi, şimdiye dek okuduğum tüm romanlardan daha çok etkilemişti beni.”

“…Tabii sen de okumuşsundur. Gerçekten sinir bozucusun.”

Asuka’yla ilk kez geçen yıl, eylül ayında tanışmıştım. Yaz tatilinde beyzbol kulübünden ayrılmıştım ve ne yapacağımı bilemeden set yolunda yürüyordum.

“Hey! Kaçıyor!”

“Yakalayalım onu!”

Tıkırtı, tıkırtı. Pat pat pat.

Biraz ilerde, bir grup çocuk kendi hâlinde oyun oynuyordu. “Samuraycılık” oynuyorlardı anlaşılan. Ellerindeki dal parçalarıyla dördüncü bir çocuğun peşinden olanca hızlarıyla koşuyorlardı. Kaçan çocuğun da elinde bir “kılıç” vardı ama kullanmaya niyeti yok gibiydi. Muhtemelen grubun zayıf halkasıydı.

Bir süre onları izledim. Derken kaçan çocuk ayağı kayıp nehre düştü. Akan su fazla kuvvetli değildi, boğulma riski yoktu ama setin yamaçları dikti. Onun yaşındaki biri için tırmanmak imkânsıza yakındı.

“Eziksin!”

“Iyy, üstün başın çamur olmuş! Eve dönerken bizden uzak dur, tamam mı?!”

Çocuğun üç “arkadaşı” nehre doğru eğilip dalga geçiyor ama yardım etmeye hiç niyetlenmiyordu.

Çevrede başka öğrenciler de vardı ama hepsi olayı görmezden geliyordu. Hatta bazıları adımlarını hızlandırıp resmen kaçtı. Muhtemelen bu sadece arkadaşlar arasında bir şakalaşmaydı, gerçek zorbalık sayılmazdı. Ama en azından ben o ağlamaklı çocuğu nehirden çıkarabilirdim. Bir havlu uzatır, arkadaşlarına da biraz akıllarını başlarına toplamalarını söylerdim.

O noktada artık görmezden gelemezdim. Öylece yürüyüp gitmek yakışmazdı bana.

Tam harekete geçecekken…

“Hey millet! Ben de katılabilir miyim oyuna?!”

Şlap!

Bir kız, yokuşun kenarından doğrudan nehre atladı.

Gözlerimi kırpıştırdım. Ne olduğunu kavramaya çalışıyordum. Öylece kalakalmıştım.

Kendisine dik dik bakan çocukları umursamayan kız, nehre düşen çocuğun üstüne su sıçratmaya başladı—oyun oynar gibi. Üniformasını hemen tanımıştım. Bizim okuldan biriydi.

“Hadi ama! Sen de karşılık ver!”

Biraz önce olayı görmezden gelen öğrenciler şimdi durmuş, kızın yaptığına burun kıvırarak bakıyordu. Aralarında fısıldaşıp alaycı ifadeler takınıyorlardı. Ne söylediklerini tam duyamıyordum ama belli ki, “Bu kız kesin kafayı sıyırmış,” minvalinde konuşuyorlardı.

Yalan söylemeyeceğim—ben de aynı şeyi düşünüyordum. Gerçekten de garip, mantıksız bir sahneydi. Nehir ne pis kokuyordu ne de iğrençti ama sonuçta oyun oynamak için ideal bir yer de sayılmazdı. Hele ki çamura bulanmak kaçınılmazken.

Ama o kız… Üniformasının haline de, çevresindekilerin bakışlarına da zerre aldırış etmiyordu. Sadece çocuğa su sıçratmaya devam etti.

Gülümsemesi o kadar canlı ve içtendi ki, çocuk bir süre sonra olup bitenin tuhaflığını unuttu ve karşılık vermeye başladı.

“Hadi siz de gelin!” diye bağırdı kız, yamaçta hâlâ dikilen üç çocuğa.

İlk başta onlar da afallamış görünüyordu ama kızın coşkusunun bulaşıcı etkisiyle omuz silkip kendilerini suya bıraktılar.

“Abla, sen cidden kaçık çıktın ha!”

“Su savaşı! Su savaşı!”

“Hi-hi! Beni asla yenemezsiniz! Yılların su savaşı tecrübesi var bende!—Heey! Küçük velet! Ne iş çeviriyorsun arkamdan sinsi sinsi? Bu çok ayıp! Az önce sana yardım ettim!”

“Bana yardım falan etmedin. Üstüme su sıçrattın sadece.”

Şimdi o az önce ağlayan çocuk da “arkadaşlarıyla” birleşip kıza karşı cephe almıştı.

“Kaçmasına izin vermeyin!”

“Yakalayın!”

Tak tak tak. Şıp şıp şıp.

Oracıkta nehrin içinde yakalamacaya başladılar. Aynı oyunu oynuyorlardı ama bu sefer bağırmak yerine hep birlikte gülüyorlardı.

…Ne dönüyor burada böyle?

Epey bir süre suda oynadıktan sonra yavaş yavaş setten yukarı tırmandılar.

İşte o zaman nihayet devreye girip havlumu uzattım. Dördü de sırayla yüzlerini silip kuruladılar. Ardından “Sen tuhaf bir ablamsın, haberin olsun!” diye bağırıp birlikte koştular. Omuz omuza, sırtlarındaki ıslak tişörtler yapışmış, kahkahalar atarak uzaklaştılar.

Kız, gidenleri izledi. Sonra yavaşça bana döndü. Ceketi, saçı, yüzü—her yanı sırılsıklamdı. Bluzu ıslanıp şeffaflaşmıştı; altındaki ince atlet belli oluyordu. Ama o hâlde bile… o görüntüde bir cazibe arayacak hâlim yoktu. O anın tuhaflığı içinde daha ziyade saçma geliyordu. Ceketindeki arma sayesinde onun da ikinci sınıfta olduğunu anladım.

“Gölün—pardon, nehrin—perisine tutulduğunu mu düşünüyorsun yoksa?”

“Yoo… Daha çok denizde boğulmuş birinin hayaletine benziyorsun gibi geldi.”

“Cidden mi?”

Ama o sadece yüksek sesle kahkaha attı, eğlenmişti belli ki.

“Off, bu üniformayı acilen kuru temizlemeye vermem lazım. Hey sen—çantanda yedek beden eğitimi kıyafetin falan var mı? Bugün beden dersim yoktu.”

Kız, dört çocuğun kullandığı ve artık sırılsıklam olmuş havluyla saçlarını kurulamaya çalışırken bana gözlerini kırpıştırdı.

“Var ama biraz terli. Pek mis gibi koktuğu söylenemez.”

Spor çantamı uzattım. Kız doğrudan kafasını içine sokup koklamaya başladı.

“Ugh, bu ne?! Sanki ilkokulda yere dökülen sütü yer beziyle silmişler gibi kokuyor!”

“Abartma artık. O kadar da kötü değil—yoksa seni tekrar nehre mi atayım?”

“Şaka yapıyorum ya. Aslında gayet güzel kokuyor. Yumuşatıcı falan mı kullandın? Bunu ödünç alabilir miyim? Yıkayıp geri veririm söz. Okula dönüp üstümü değişir, öyle yürürüm eve. Yoksa böyle sırılsıklam, çamur içinde sokakta dolaşırsam mahalle halkı papaz çağırır ha.”

Ama kızın kendisi… Çamura bulanmış ve sırılsıklam olmuş haliyle hiç de rahatsız görünmüyordu.

“Tabii. Ama sana bir şey sorabilir miyim?”

“Eveet?”

“Sen neden yaptın bunu? Yani normal bir insan olsa çocuğu sudan çıkarır, sonra da arkadaşlarına güzel bir fırça kayardı. Ki ben de tam öyle yapacaktım. Ta ki sen ortaya çıkana kadar.”

Kız çenesini ovuşturdu. “Hmm,” diye mırıldandı düşünceli bir şekilde. Belli ki içgüdüyle hareket etmişti; öncesinde uzun uzun düşünmemişti.

“Yani… O çocuğun tek başına çamurlu, ıslak halde eve yürümesi bayağı can sıkıcı olurdu diye düşündüm sanırım. Ama herkes suya girip eğlenirse, aynı durumda olurlar ve arkadaş olarak dönerlerdi eve. Bu çok daha güzel olurdu, bence.”

“Ama sonuçta sen de çamur oldun, sırılsıklam kaldın. Üstelik başta olayla alakan bile yoktu. Sokakta yürüyen herkes de sana bakıp kıs kıs gülüyordu.”

Kız doğrudan gözlerimin içine baktı. Garipti… Sanki zihnimin içine kadar görüyormuş gibi bir hissi vardı bakışlarında.

“Böyle şeyler neden moral bozmalı, hiç anlayamıyorum…” dedi yumuşak bir gülümsemeyle. O gülümseme bir anda meydan okurcasına bir sırıtışa dönüştü.

“Eğer insanların ne diyeceğini umursasaydım, baştan kendimi nehre atmazdım, değil mi zaten? Neyse… Bana eğlenceli geldi o an. O yüzden yaptım. Yani şu an söylediklerin… biraz önemsiz kaçıyor.”

Ne cevap vereceğimi bilemedim.

Çoğu insan… bir şey yapmadan önce etraftakilerin ne düşüneceğini hesaba katar. Normal olan da bu, değil mi?

Ben bile… yardım edecektim o çocuğa, evet. Ama kahraman gibi görünmek için. Sonra millet “Vay be, ne iyi çocuk,” desin diye. Aksi halde yapar mıydım, emin değilim.
Ama bu deli kız, “eğlenceli gibi geldi” diye yapmış olduğunu söylüyordu.

Sanki… kendini kabullenmiş gibiydi. Dünya üzerindeki yerini, rolünü benimsemiş ve sadece kendine karşı sorumluluk hissediyordu. Ve kendisi gibi olduğu için, o çocuk için en doğru çözümü de kendi tarzıyla üretmişti. Benim planladığım şeyden çok daha fazla fayda sağlayacak bir şekilde.

“Bir şey daha sorabilir miyim?”

“Tabii.”

Kız, havluyu sıkarken göz ucuyla bile bana bakmadı. Ne söyleyeceğim umrumda değildi sanki.

“Adın ne?”

“Asuka Nishino. ‘Asuka’... yarın ve esinti kanjileriyle yazılıyor.”

Kız, batmakta olan güneşin kızıl silüeti önünde bana yumuşak bir tebessüm gönderdi.

O anda... gözümde tarifsiz bir güzelliğe büründü. Yanaklarına yapışmış ıslak saçları mı? Güzeldi. Burnundaki çamur lekesi mi? O da güzeldi. Ayakkabılarını ve çoraplarını çıkarmıştı; çıplak ayak parmakları bile güzeldi.

Geç yazdan kalma hafif bir meltem geçti üzerimizden.

O günden sonra… okuldaki koridorlarda da, eve dönüş yolunda da gözüm hep onu arayacaktı.

Yarın. Esinti.
Bu ismin ona bu kadar yakışıyor olmasına şaşmamalıydı.
Kendi kurallarına göre yaşayan… özgür bir kıza.
“Yani tekrar sınıf başkanı oldum ve Kura bu fırsatı kaçırmayıp anında bana bir görev dayadı,” dedim, Asuka’nın yanına çömelip tüm Yamazaki meselesini anlatırken.

“Her zamanki gibi… kusurlu mükemmelliğinle parlıyorsun. Sanki... havai fişek yakmanın yasak olduğu pırıl pırıl bir park gibi.”

“Ne tuhaf bir benzetme. Ama yine de herkes düzenli, temiz parkları sever, değil mi?”

“Öyle parklar top oynamayı da yasaklar, köpek gezdirmeyi de. Oyun aleti bile koymazlar, çocuklar zarar görmesin diye. Hâliyle ortada çocuk da kalmaz. Sadece yüzü gülmeyen yetişkinler… kitap okur gibi değil de, taş heykel gibi dururlar.”

“…Evet. Kulağa baya sıkıcı geliyor.”

“Öyleyse değiştir o kuralları. Böylece o ‘güzel’ park, gerçekten eğlenceli bir yer olur.”

“Kurallar bir kez kondu mu… öyle kolay kolay değişmez.”

“Öyle mi? Yapılacak tek şey, yasak tabelalarını söküp atmak. Bam! Bitti gitti.”

“Bu ülkede yaşadığımızı unutuyorsun. Başına bir şey gelirse, anında mahkemelik olursun.”

Asuka, kitabını kapattı ve çantasına koydu. Ardından, “Heave-ho!” gibi bir sesle ayağa kalktı ve birkaç saniye boyunca nehre baktı. Sonra yeniden bana döndü.

“Bir soru… Sınıfındaki en yakın kız arkadaşınla ben… ikimiz birden boğuluyor olsak—hani böyle okyanus ya da büyük bir gölde—hangimizi kurtarırdın? Bu senaryoda sana bir kano veriliyor. Kırmızı, cicili bicili bir tane. Ama sadece iki kişilik.”

“İkinci kişi kanonun arkasına tutunamaz mı ki?”

“Hayır, olmaz. Sular piranalar ve timsahlarla dolu.” Asuka parmağını sallayarak, küçük bir çocuğu azarlar gibi konuştu.

“Bilmiyorum ki… Bu kadar tehlikeli suda kürek bile çekebilir miyim acaba…”

Ama Asuka, lafımı duymamış gibi konuşmaya devam etti:

“Ben seni kurtarırdım. Hiç düşünmeden. Hatta sınıfta en çok hoşlandığım çocukla sen olsaydınız bile... yine seni seçerdim. Çünkü seni daha çok seviyorum.”

“Peki ya… o ‘Sınıftaki Favori Çocuk’a ne olur?”
Diye sordum, kalbim bir anda çılgınca atmaya başlamışken.

Yine de, Asuka’nın “hoşlanmak” kelimesini romantik anlamda kullanmadığını biliyordum.

“Onun ruhu için dua edeceğim. Umarım piranalarla timsahlar hemen yer bitirir. Piranaların parça parça kemirerek öldürmesi baya acı verici olmalı, değil mi sence?”

Asuka ellerini dua eder gibi birleştirdi, gözleri boşluğa dalmıştı, sanki kafasında o sahneyi canlandırıyordu.

“Ama eğer mesele senle bir kedi arasında kalsaydı, tabii ki kediyi kurtarırdım!”

“Kediyi ben tutarım! Yemin ederim! Beni de kanoya al!”

“…Bence sen kimseyi kurtarmaz, kanoyla tek başına tüyer giderdin zaten.”

Asuka önümde çömeldi, dizlerini kucaklamış, bana öylece bakıyordu.

“Hayır, ben kanoyu size bırakırdım. Kendim yüzerdim, şansımı denerdim. En güzel seçenek o olurdu. Öyle biri olduğuma inanmak isterdim.”

“Yalan. ‘Piranalar beni yemesin!’ diye ciyaklardın.”

“Yok yok, kaderime razı olurdum. Balıkçıklar ayak parmaklarımla kulak memelerimi kemirirken.”

“Of… doğrudan en can alıcı yerlere gidiyorlar demek.”

Bu sözleriyle beni hafiften yaralamıştı. Sadece gülüp geçmeye çalışıyordum ama bazen öyle filtrelemeden, aklına ne gelirse söylüyordu ki...

“…Aynen işte. Tam bir Saku Chitose’sin.”

Gördün mü bak? Demiştim.

Asuka yanımda duran çantasını alıp omzuna astı. Sohbet devam etsin istiyordum ama belli ki onun için bu kadar yeterliydi.

“Peki bu kano senaryosunu neden ortaya attın durup dururken?”

“Hiç öyle özel bir sebebi yok. Aklıma geldi işte. Madem kahraman rolünü oynuyorsun, tamam. Git, balıklarla uyu. Ama geri dönecek olursan…”

Durdu, gözlerini kısmış bana baktı.

“…Bir düellomuz olur.”

“Vücuduma piranalar yapışmışken mi dövüşeceksin benimle? Belki de ekstra lezzetli bir yemimdir, kim bilir.”
O akşam, yatağıma uzanmış telefonda aşağı yukarı kaydırıyordum.

Birinci sınıftan beri çeşitli LINE gruplarına üyeydim, ama bugün… yeni sınıftan tanıştığım ve ID’sini aldığım birkaç kızdan bir sürü mesaj gelmişti.

Listeyi şöyle bir taradım—aynı sıkıcı grup sohbetleri. Klasik cevaplarla geçiştirdim. Tanımak istediğim kızlara biraz daha özenli dönüşler yazdım. Sanki markette sebze seçiyordum: daha lezzetli görünenleri sepete atıyor, gerisini geri bırakıyordum.

Popüler olduğun zaman… ilişkiler karmaşıklaşıyor. Nerede durman gerektiğini bilmen lazım. İnsanlar sana ya hayran oldukları ya da senden nefret ettikleri için yaklaşıyor. Kimini kesip atman gerek, kimini tutman. Bazen tuzağa düşüyorsun. Mayın tarlasında yürümek gibi. Asla gardını düşüremezsin.

Ve bir kez “iyi çocuk” maskesini taktıysan, mezuniyete kadar o maskeyle yaşarsın.

Yaklaşık otuz dakika sonra… kişisel mesajlarla işim bitti. Artık gerçek arkadaşlarımın mesajlarına geçebilirdim.

İlk mesaj Kaito’dan gelmişti:

Göğüs Üstadı Saku! Bir şey soracağım. Basketbol kraliçemiz Yuzuki Nanase… sizce kaç beden?!

“Hmm… Sağlam bir C’ye doğru ilerliyor gibi.”

Peki ya Yuuko’nunki kaçtı?!

“Yumuşacık bir D diyebilirim.”

Teşekkürler, Üstad!!!

Kaito tam bir dangalaktı. Hem de acayip hızlı mesaj atıyordu. Fazla hızlı.

Kazuki’nin mesajı daha basitti:

Yarın öğle yemeğinde ne var?

“Sanırım yemekhane. Nanase’yle Haru’yu da çağıralım mı?”

Yuuko’nun mesajıysa emojilerle doluydu…

Darling! (bir sürü pembe kalp)
Sınıf başkanı ve başkan yardımcısı olarak ikimiz de elimizden gelenin en iyisini yapalım, tamam mı?! (yıldız gözlü surat emojileriyle dolu, başparmak emojileri, kırmızı kalpler)

Nanase’nin mesajı… ilginçti. Gerçekten çok ilginçti.

“Ben de seni daha yakından tanımak istiyorum, Nanase. Ne zaman istersen konuşalım.”


Nedense Haru’nun mesajı… bir sosislinin aşırı yakın plan bir fotoğrafıydı.

HOT DIGGITY DOG!
Seninle yeni okul yılına başlamak için alev alev yanıyorum!

“Bana normal bir kız gibi sevimli selfie atsana, Haru?”


Evet… bu kadar sosyal medya yeterdi.

Telefonumu başucumdaki komodine bıraktım ve balkona çıktım.

Gökyüzünde dolunay vardı—tıpkı pergel kullanılarak çizilmiş gibi mükemmel yuvarlak.
Hava, bu geç saate rağmen hâlâ sıcaktı ve bahar kokuyordu.
İçim huzursuzdu.
Nedense… küçüklüğümden beri dolunayın yeni bir şeylerin başlangıcına işaret ettiğini hissederim.

Kırsalda geçen geç bir geceydi.
Gündüz gördüğün insanlar şimdi çoktan yataklarına çekilmişti.
Yoldan geçen araba falan da yoktu.
Saat on olmuştu sonuçta. Kasabanın yarısı çoktan uyumuştu belki. Diğer yarısı da uykuya hazırlanıyordur.

Boş zamanın bu hava kabarcığında dururken… garip düşünceler sardı zihnimi.
Ben gerçekten var mıyım bu kasabada?
Ya aslında tamamen kurmaca bir dünyada, bana yazılmış bir rolü oynuyorsam sadece?
Ya yarın puf diye patlayıp yok olursam?
Geride ne kalırdı?
Acım… üzüntüm… yalnızlığım…
Hiçbiri bir iz bırakır mıydı?
Bir anlamı olur muydu?

Bu zavallı kasaba…
Bu zavallı lise…
Ve içindeki zavallı popüler çocuklar.

Ya hepimiz, cam bir teraryumun içinde dönüp duran, kaçışı olmayan canlılarsak?

Bir elimi aya doğru uzattım, sanki ne kadar uzakta olduğunu ölçmeye çalışır gibi.

Sonra aklıma Kenta Yamazaki geldi.

Ne geçiyor şu an aklından, dostum?
Eğer sen de şu an aya bakıyorsan… benim gördüğümle aynı ay mı o?
Yoksa tamamen farklı mı?

İçeri döndüm, telefonumu tekrar elime aldım.
Rehberdeki bir ismi seçtim.
Ve aramayı başlattım.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


0   Önceki Bölüm