Yukarı Çık




1   Önceki Bölüm 

           
Çeviri: Animeci_Reyiz

BÖLÜM 2
Kenta Odasında

Kura’nın o isteği bana yıkmasından sonraki gündü.
Öğle molasında kafeteryaya doğru ilerliyordum—yanımda Yuuko, Yua, Kazuki, Kaito, Haru ve Nanase vardı.
Yani, kısacası 2-B sınıfının bütün popüler tayfası.

Etrafıma baktığımda, adlarını bile bilmediğim bir grup yeni ikinci sınıf öğrencisinin masalarda yer kapmaya başladığını fark ettim.
Bizim okulun kafeteryası pek büyük sayılmaz. Bu yüzden yazılı olmayan bir kural vardır:
“Hazırlık sınıfındaysan, aşırı popüler falan değilsen masaya oturamazsın.“

Bu kurala uymamanın herhangi bir cezası yoktu elbette…
Ama sınıf hiyerarşisinin farkında olan çoğu hazırlık öğrencisi buna uyardı zaten.
Büyük kısmı öğle yemeğini alır, ya bahçeye çıkardı ya da sınıfına dönüp orada yemeğini yerdi.
Tabaklarını ve çatal-kaşıklarını geri getirdikleri sürece, personelin umurunda bile olmazdı.

Bu yüzden kafeteryada yemek yeme ayrıcalığı, yalnızca iki hafta önceye kadar hazırlık öğrencisi olan birçok kişi için yepyeni bir heyecandı.

Bizim tayfaya gelince…
Biz zaten bir senedir burada yiyorduk, o yüzden geçen seneki hâlimiz gözümüzün önüne gelince hafif bir şaşkınlık yaşadık.

Kafeterya en yoğun hâlini nisan ayında yaşar.
Ama ikinci dönemden itibaren kalabalık yavaş yavaş azalır.
Üçüncü döneme gelindiğinde ise, çoğu masa artık boş kalır.

Ders biter bitmez doğruca kafeteryaya koşmuştuk,
ama neredeyse tüm masalar çoktan dolmuştu.
Boş kalan tek masa, en köşedeki o uzak masaydı—herkesin bildiği, geçen yıl üçüncü sınıfın en popüler tayfasına “sessizce tahsis edilmiş“ masa.
Ama geçen yıl dedik.
O tayfa artık mezun oldu.

“Vay be, bayağı kalabalık.
Sanırım birinci sınıflardan bugün kafeterya menüsüne çöken çok oldu,” dedim.
Yuuko, hazırlık sınıfı boyunca kafeteryada rastgele bir yere oturup durmuştu—bunun ne kadar sıra dışı olduğunun farkına bile varmamıştı.
Tam Yuuko’ya yakışır bir davranıştı.

Kazuki gözlerini devirdi.

“Hayır yani, şu an burada çoğunlukla bizim gibi ikinci sınıflar var.
İsimleri hatırlamanı istemiyorum ama… en azından yüzlerini ayırt etmeyi öğrenmelisin artık.
Yoksa bütün erkeklerin kalbini kıracaksın.
Sen herkese, en yabancı adama bile en yakın arkadaşınmış gibi davranıyorsun… Bari birkaç tanesini hatırlamaya çalış.”

“Ne var ki bunda? Sen de bütün kızlara nazik davranıyorsun, Kazuki.”

“Hayır. O iş Saku’nun uzmanlık alanı. Ben seçici davranırım.”

“Vay be… Bu baya kötü bir şey gibi geldi kulağa.”

“Sen öyle diyorsun. Ama bazen bu dünyada nazik olmanın yolu, birazcık acımasız olmaktan geçer.”

“Yani Kazuki, bazen senin ne dediğini gerçekten hiç anlayamıyorum.”

“Şu masa boşta, oraya oturalım.”

Kazuki ve Yuuko, en basit mantıkla en köşe masaya geçtiler.
Diğerleri de onları takip edip rahat bir şekilde yerlerine yerleşti.

Biz o kutsal masaya yerleşirken—ki konumu bile oturanların ‘seçilmiş’ olduğunu ima eden bir masaydı—kafeteryada hafif bir uğultu yayıldı.
Sanki herkes “Ha evet, beklenen oldu,” diyordu içinden.
Grubumuz hiç çekinmeden oturmuştu ama ben biliyordum…
Yarından itibaren o masa hep boş kalacak.
Ve biz de her öğle yemeğinde o masayı seçeceğiz.
Bu bana gayet uygundu.
Yeni yer aramaya gerek yoktu.

Böylece, liseye dair bir küçük ve saçma yazısız kural daha—sessizce—bizim grubun olmuştu.

“Ne yiyorsunuz millet? Ben katsudon alacağım! Jumbo boy, tabii ki!”

Haru’nun bahsettiği o yemek, özellikle spor takımlarındaki erkekler arasında çok popülerdi.
Aşırı kaloriliydi.
Bir dağ gibi beyaz pirincin üzerine özel sos dökülürdü, sonra onun üstüne de yine aynı sosla kaplanmış iki büyük parça pane domuz eti konurdu.
Ama jumbo boy isterseniz… o zaman üç parça gelirdi.

Bu arada, eğer katsudon’u Fukui’de söylerseniz… her zaman soslu versiyonu gelir.
Diğer eyaletlerde yumurtalı versiyon yaygınmış, ama Fukui’de yumurtalı istiyorsan özellikle “yumurtalı katsudon“ diye belirtmen gerekir.
Yoksa hayal kırıklığı yaşarsın.

Ben bayılırım.
“Son yemeğin ne olsun?” deseler, hiç düşünmeden bunu söylerim.
Bir keresinde çocukken Tokyo’ya ailecek gitmiştik, bir otoyol dinlenme tesisinde katsudon söyledim.
Yumurtalı bir tabak geldiğinde yaşadığım şoku hâlâ unutamam.

Yua, Haru’nun lafına gözlerini kırpıştırarak karşılık verdi.
O sırada elindeki tepsiyle herkese su dağıtıyordu.
“Haru… bu kadar zayıf olup da nasıl bu kadar çok yiyorsun?
Geçen yıl ben o yemeği normal boy söyledim ve yarısında pes ettim.
Asano tamamını bitirdi benim yerime.”

“Vuu! Su için teşekkürler, Ucchi!
Ama evet ya, baya götürüyorum ben.
Sabah kahvaltı yaparım.
Sonra sabah antrenmanı biter bitmez hemen bir onigiri yerim.
Okul sonrası kulüp antrenmanından sonra da mutlaka konbiniye uğrayıp buharda pişmiş domuzlu sandviç ya da çubuk sosis alırım.
Eve dönünce de akşam yemeği tabii.
Yani bu, tamamen bir sporcu hayatı işte, değil mi?”

Nanase yüzünü buruşturdu.

“Eeh, hayır.
Sadece sen öylesin.
Normal kızlar bunun bedelinin ne olacağını bilir.
Ben Fuji Menüsü alacağım.
Küçük pirinç porsiyonu, bol salata.”

Yua, Nanase’ye su bardağını uzattı.

Ben de aynısını alacağım,” dedi mırıldanarak.

Bugünün öğle yemeği spesiyali, rendelenmiş turpla ve ponzu sosla servis edilen hamburger biftekti.
Kız öğrencilerden gelen yoğun talepler sonucunda, okul salata porsiyonunu artırmıştı ama…
Erkeklerin yaptığı “az salata, bol pilav” istekleri ne yazık ki reddedilmişti.

Yuuko ise her zamanki gibi iştahlıydı.

 “Aa, sonra acıkmaz mısınız?
Ben de katsudon alacağım ama…
Normal porsiyon yeter.”

Nanase buna hafifçe kaşını kaldırarak karşılık verdi.

“E-eh, ne?! Senin kalorilere ekstra dikkat eden biri olduğunu düşünmüştüm, Yuuko. Tenis kulübü gerçekten o kadar yorucu bir şey miymiş?”

“Aman, hiç bile. Tabii, madalya delisi tipler de var ama çoğu insan sadece eğlenmek için oynuyor! Ben de o gruptayım. Zaten ne kadar hareket ettiğimi falan hesaba katmam. Canım ne isterse, ne zaman istersem yerim. Hayatı fazla karmaşıklaştırmayı sevmiyorum!”
“Of, Tanrım. Ucchi, şu kızı yumruklayabilir miyiz?”

Nedense Nanase, az önce herkese su dağıtmayı bitirmiş olan Yua’yı dürttü.

“Ah, Yuzuki-chan, seni öyle iyi anlıyorum ki! Ama öfkelenmemeliyiz, mon! Biz onların üstünde olmalıyız, mon!”
Sen de kim oluyorsun, Kumamon mu?

Nanase ile Yua’nın birbirlerine sarılıp sanki büyük bir haksızlığa karşı birleşmeleri…
İşte kadınlar arası arkadaşlıklar. Ne güzel şey.

Yemek fişlerimizi aldık, siparişlerimizi kantin tezgâhından teslim aldık ve masamıza döndük.
Kazuki’yle ben, katsudon kadar popüler bir yemeği tercih etmiştik: soğuk ramen.
Tabii ki jumbo boy.
Dürüst olmak gerekirse, sadece soya soslu soğuk erişteydi bu—öyle harika bir tat beklemeyin.
Ama yine de… bağımlılık yapıyordu.
Bu illet, okulda neredeyse tüm erkek öğrencileri ele geçirmişti.
Gariptir, hiçbir kız öğrenci sipariş etmezdi.
Tam bir Fuji Lisesi gizemi, işte.
“Yeni sınıfımız için şerefe!”
Yuuko, hepimizi bir kadeh tokuşturmasına çağırdı.
Biz de ona eşlik ettik.
Elbette elimizdeki bardaklarda sadece su vardı.

Kaito, pirinçle karıştırılmış domuz etinden bir lokmayı ağzına atmışken konuşmaya başladı—ağzı hâlâ doluydu.

“Ee, Yuzuki, Haru, yeni sınıfı nasıl buldunuz? Bizim için aynı terane ama siz Geçen yıl 3. sınıf tayfasındandınız, değil mi?”
Haru da yemeği götürüyordu.
Kendine has bir hızla.

“Daha ikinci gün, dostum. Ama ben her ortama uyum sağlarım zaten. O yüzden evet, keyfim yerinde!
Zaten Chitose’yle Mizushino’yu önceden tanıyordum.
Ucchi’yle Yuuko’yla da anlaşması kolay.
Bence sınıflar arası spor turnuvalarında da bizi kimse tutamaz!”

Bu sırada Nanase, hamburger bifteğinden nazikçe bir lokmayı yutmuş, çubuklarını masaya bırakmıştı.
Konuşmadan önce kısacık duraksadı.
“Ben de benzer hissediyorum.
Ama biraz da göz korkutucu…
Hiç konuşmadığım bir sürü yeni insan var.”
“Evet ya. Hiç görmediğim bir ton insan var bu sınıfta!” diye ekledi Yuuko, gevşek bir ifadeyle.

Kazuki gözlerini devirdi.

“Hayır, hayır. O söylediğinle aynı şey değil.
Sen sadece insan yüzlerini hatırlamakta seçici davranıyorsun.
Bunu daha az önce konuştuk.”
“Sus artık, Kazuki. Bugün öğleden sonra matematik, biyoloji ve İngilizce dersimiz var, değil mi? Şimdiden başım ağrımaya başladı. Eve gitsek ya artık?”
Ben de konuşmaya katıldım, sohbetin temposunu hiç bozmadan.
“İyi okulda okumak böyle işte.”

Kısa bir duraksamadan sonra ekledim:
Bu arada… hiç olur da ‘Bugün okula gitmek istemiyorum,’ dediğiniz oldu mu?”

““Sporlar burada!””
Haru ve Kaito, aynı anda yanıtladı.

“Tüm güzel kızlar da burada,” diye ekledi Kazuki.

“Saku, sen iyi misin?”
diye sordu Yuuko.
“Yoksa geç ergenlik krizi mi yaşıyorsun?”

“Tamam, tamam. Galiba yanlış sordum.”

Elimle alnımı örtmek istedim, hafiften.
Kenta Yamazaki’nin durumunu şöyle dolaylı bir biçimde açmayı planlıyordum ama…
Popüler çocuklara böyle şeyleri sormanın ne anlamı vardı ki?

Zaten onlar, bu tür şeyleri anlayacak kadar “dışlanmış” değillerdi.

Ama belki de onların zekâsını fazla abarttım.
Soruyu biraz daha basitleştirirsem belki cevap verebilirlerdi.

“Peki diyelim ki biri… okula gelmek istemiyor.
Neden böyle bir şey ister ki, sizce?”
Kaito ve Haru ilk yanıtlayanlar oldu.

“Devamsız bir öğrenci mi diyorsun? Pek emin değilim ama... belki zorbalık?”
“Belki de kulüp işleri iyi gitmiyordur. Hani bazı üst sınıflar fazla sert olabiliyor. Zorbalık denemez tabii ama bazen takım arkadaşlarıyla anlaşamaz insan.”



İkisi de alışılmadık bir şekilde mantıklı cevaplar vermişti. Ve anlaşılan, epey yaygın bahanelerdi bunlar.

Kazuki gözlerini kısarak kendi fikrini sundu.

“Burası sonuçta elit bir okul. Belki derslere ayak uyduramıyorlardır? Belki de sınav hazırlıklarının stresi onları bitirmiştir?
Bu okul, ortaokulda sınıfının en iyisi olan ama buraya gelince aslında ortalama biri olduğunu fark eden çocuklarla dolu.
Sen ne dersin, Yuuko?”

Kura’dan aldığım bilgilere göre bu pek olası değildi. Ama belki Yamazaki kendi ortalama notlarından mutsuzdu. Bu da mümkündü.
“Bence kesinlikle aşk yüzünden!
Hani sevdiğin kişi seni sevmeyince falan çok üzülüyorsun ya.
Ya da daha beteri, seni düpedüz reddediyor.
Daha daha beteri, başka biriyle çıkmaya başlıyor!
Ben olsam kesin okula gelmek istemem.”

Bu da tamamen Yuuko tarzı bir cevaptı.
Zaten onun okuldan kaçan birini niye anlayacağını da pek sanmıyordum doğrusu.

Ama genelde bu tür durumlar, arkadaşlık sorunları, okul başarısıyla ilgili sıkıntılar ya da kulüplerle ilgili problemlerden çıkardı, değil mi?
Her lise öğrencisinin bir şekilde karşılaştığı üç büyük bela.

“Ama bir insanın okula gelmiyor olması, sorunun illa okuldan kaynaklandığı anlamına gelmez.”

Bu yorumu yapan Nanase’ydi.

“Mesela evde kötü bir şey yaşanmış olabilir. O zaman insanın okula gidecek gücü kalmaz.
Ne okulda ne dışarıda, hiç kimseyle yüzleşmek istemezsin.”

Bu düşünce hoşuma gitmişti.
Biz popüler tayfa genelde okulu dünyanın merkezi gibi görüyorduk ama belli ki herkes için geçerli değildi bu bakış açısı.

Yuuko ise karşıt görüşteydi:

Ama bu tuhaf değil mi? Evde kötü bir şey oluyorsa, insan arkadaşlarını görmek için daha çok gelmek isterdi okula.”

“Çünkü senin için okul güvenli bir alan.
Ama bazı insanlar için okul zaten baştan sevilesi bir yer değil. Onlar ev hayatına odaklanır.
Ve orada da işler ters giderse, bu tüm sosyal ilişkilerine yansır.
Okuldakilere de karışmak istemezler.”

“Hmm, anlıyorum,” dedi Yuuko.
“Şey gibi bu.
Diyelim ki en sevdiğin maskara eczanede tükenmiş.
Öyle kolay kolay başka markaya geçemiyorsun.
Sonra insanlar da ‘makyajın kötü olmuş’ deyince… makyaj rutinini baştan sorgulamaya başlıyorsun ve her şey karmakarışık oluyor!”

“...Benzetme mantıklı aslında,” dedi Nanase.
“Bu seferkini sana veriyorum.”



Sohbet öyle bir noktaya ulaşmıştı ki artık kimse benim bu konuyu neden açtığımı sorgulamıyordu.

Güzel.

Ama tüm bu yorumlar, çıkarımlar, teoriler beni bir yere götürmüyordu.
Gerçeği öğrenmek istiyorsam... onu bizzat kaynağından duymam gerekecekti.

Şimdilik önümdeki soğuk ramene yöneldim.

Evet. Her zamanki gibi tadı aynıydı.
Soya soslu erişte. Sadece soğuk. O kadar.

“Chitose!”

Öğle yemeğinden sonra sınıfa dönerken Nanase arkamdan seslendi.

Koridorda durduk.
Zaten grubun en arkasında yürüyorduk, o yüzden diğerleri fark etmeden yürüyüp gittiler.
“Ne oldu?” dedim. “Yoksa beni Yuuko’yla Yua’dan ayırıp bana çıkma teklif mi edeceksin?”
“Aaa? Öyle sürpriz bir saldırı fena olmazdı aslında.”

Nanase kıkırdadı, elini ağzına götürerek güldü. Ne utanmıştı ne de alınmış görünüyordu.
Kulaklarının önüne düşen saçları, bir çocuk kitabından fırlamış peri kızı gibi bir hava veriyordu ona.

Gerçekten de... çok sevimliydi.

“Ama şu anda başka bir şey var, onu konuşmak istiyorum. Öğle yemeğinde açtığın konu...
Bir sıkıntın mı var, Chitose?”
Demek fark etmişti.

Yani düşününce, tuhaf tabii.
Benim gibi popüler bir çocuğun okula gelmeyen öğrencilerden bahsetmesi, hiç de normal sayılmaz.

Yine de, bu Kura’nın görevi öyle gizli saklı tutulacak bir mesele değildi.
Arkadaşlarımdan saklamam gereken bir şey gibi hissettirmiyordu.
Hem Kura bana “kimseye söyleme” falan da dememişti.
Demek ki birilerine anlatmamda sakınca yoktu, değil mi?
“Kura benden bir şey rica etti.
Bugün—dün de aslında—bir öğrenci eksikti, fark ettin mi?
Adı Kenta Yamazaki. Görünüşe göre geçen dönemin sonunda okula gelmeyi bırakmış.”

“Yani senden bu çocuğu okula geri döndürmeni mi istiyor?
Popüler olmak zor iş, ha?”

“Aynen öyle.
Ama durumunu öğrenmeden yardım edemem ki.
Bu yüzden okul çıkışı gidip kendisiyle konuşacağım.
Gerçi daha önce hiç tanışmadığı sınıf başkanı olarak onu ikna edebilir miyim, orası meçhul.”

“Hmm…”

Nanase kaşlarını hafifçe çattı, bir parmağını çenesine koyarak düşünceli bir şekilde durdu.
Biraz teatral bir hareketti ama ona öyle yakışıyordu ki… daha da güzel görünmesini sağlamıştı.
Garip bir şekilde…

“İstersen ben de seninle gelebilirim.
Kulüp arkadaşlarımdan birine beni idare etmesini söylerim.
Yanında biri olursa işler daha kolay yürüyebilir sonuçta.”

Ben ve Nanase’nin aynı kafada insanlar olduğumuzu zaten biliyordum.

Ona pek bir şey anlatmamış olmama rağmen, düşüncelerimle aynı sonuca ulaşmıştı.

“Teşekkürler, Nanase. Ama sanırım seninle ben fazla benziyoruz.
Şimdilik işin henüz başındayım ve biraz daha bilgi toplamak istiyorum.
Bu yüzden… başka birine sordum bile.”

“Anladım. O zaman ben karışmayayım.
Eğer eminsen, tamam.
Ama bil ki ne zaman istersen çağırabilirsin.”

Nanase bana muzır bir gülümsemeyle baktı.
“Hoşlandığım çocuklar için ekstra çaba harcarım.”
“…Bu cümleyi canım nasıl isterse öyle yorumlayabilir miyim?”

“Nop!”

“Vay canına, çok iyisin bu işte!”
Parmaklarıyla bir “X” işareti yaptı, ardından hafifçe sırıtıp uzaklaştı.

C cup’larını da yanında götürerek.

Yedinci dersin ardından, bisiklet park yerinde onu bekliyordum.
Yua yaklaşık beş dakika gecikmeli olarak koşarak geldi.
Beni fark etmemişti; kısa bir duraklamanın ardından cebinden küçük bir ayna çıkardı ve saçlarını düzeltti.
Ben de hafifçe gülümsedim.

“Üzgünüm, çok beklettim mi?”

“…Yok, ben de yeni geldim.
Gerçi yalan söyledim.
Yarım saattir buradayım, seni görmek için sabırsızlanıyordum. Tee-hee~”

“Vay be, artık hiç üzülmüyorum.”
Yua sahte bir kaş çatmayla bana baktı, ardından elini yelpaze gibi sallayıp yüzünü serinletmeye çalıştı.

“Müzik kulübü yolunda mı?”

“Aynen. Zaten serbest çalışmaydı bugün.
Ben de ‘işim var’ deyip çıktım.”

Dün gece… O telefon görüşmesini Yua’ya yapmıştım.
Ona durumu anlatmış ve Yamazaki’nin evine birlikte gitmeyi teklif etmiştim.
Yalnız da gidebilirdim elbette, ama hem iyi hem de kötü nedenlerden dolayı fazla dikkat çeken biriyim.
Ve “Saku Chitose” ismini duyar duymaz burun kıvıran bir sürü çocuk var.
Özellikle de erkekler.

…Hıçkırık.
Her neyse.

Eğer Yamazaki o tarz adamlardansa, kapıyı açar açmaz “Ne istiyon, lan ibne normie piçi?!” diye karşılanma ihtimalim oldukça yüksekti.
Bence Nanase’nin benimle gelmeyi teklif etmesi, işte böyle bir senaryonun önüne geçmek içindi.

Ama şu da var ki, Nanase de okulun kraliyet ailesinden sayılır.
Eğer Yamazaki “Ölün lan normie’ler!” kafasında biri çıkarsa, onu götürmek ters teperdi.
En kötü ihtimalle, “Anladım, siz iki normie pisliği buraya gelip ne kadar iyi insan olduğunuzu kanıtlamaya çalışıyorsunuz. Yiyin birbirinizi,” diyebilirdi.

…Gerçi dur bir saniye, ben neden yardım ediyorum ki bu herife?

Neyse, geçelim onu.
Aynı sebeplerden dolayı Yuuko’yu da getiremezdim. Üstelik onda hiç filtre yoktu.

İşte tam bu noktada Yua devreye giriyor.
O grubumuzun en az dikkat çeken üyesi, ve o “popüler-normie” havasını da pek yansıtmıyor. Sessiz, içine kapanık tiplerle de kolayca anlaşabiliyor, fazla samimi olmadan da sıcak kalmayı biliyor. Yeni tanıştığı insanlar da genelde onu hemen seviyor zaten.
Üstelik kız arkadaşımı getirmemin başka bir kurnazca nedeni daha vardı.

Yani, düşün. Hangi erkek güzel bir kızın yanında kötü tarafını göstermek ister ki?
“Saku?”

“…Bu aslında bir iltifat, Yua. Yani… biraz sade bir kız olman, demek istiyorum.”

“Ee… tam olarak ne düşündüğünü bilmiyorum ama kesin kaba bir şey bu.
Neyse, Yamazaki’nin evi biraz uzak, nasıl gideceğiz?”

“O iş bende. Kaito’nun bisikletini ödünç aldım. Kulüp bitene kadar geri getirirsek sorun yokmuş.”

Ben ve Yua okula yürüyerek gidip gelmeyi seviyorduk, özellikle de nehir kıyısından geçen patikayı.
Ama bizim okuldaki öğrencilerin çoğu—hatta tüm Fukui Eyaleti’ndeki öğrenciler—liseye bisikletle gidip gelirdi.
Sadece okulun hemen yanında oturanlar ya da çok uzakta yaşayan ve trenle gelenler hariç.

Ve eklemek gerekirse…
Kaito’nun “granny bike” denen klasik anneanne bisikletini seçmiş olması onu “ezik” yapmazdı.
Her nasılsa, Fukui’deki bütün erkek öğrenciler dağ bisikleti ya da hibrit model yerine bu tarz bisiklet kullanır.
Ve eğlenceli bir bilgi: Fukui’deki bütün erkekler boyları kaç olursa olsun bisiklet selesini en alçak seviyeye indirir.

“Ama benim bisikletim yok ki.”

“Çift bineriz. Bu bir anneanne bisikleti, yer sıkıntısı olmaz.”

Kaito’nun bisikletinin kilidini açtım, seleyle uğraşırken konuşmaya devam ettim.

“Ama ya polis görürse?  Hemen inin der.”

“Bak Yua… bir kıza bisikletle çift binmek, her lise erkeği için bir geçiş ritüelidir.
Biliyorum, biliyorum. Tehlikeli, hoş karşılanmaz, teknik olarak yasadışı ve online forumlarda millet çıldırıyor bu konuda.
Ama insanları kendilerini savunamayacakları yerden eleştirmek de sence biraz acımasız değil mi?
Kura geçen gün bu konuda felsefi bir laf etti.”

“Ya, Bay Iwanami’nin özel hayatının tam bir çöküş olduğunu hepimiz biliyoruz zaten…”

Valla haklıydı. Ama bu caydırmak için yeterli bir neden değildi.

“Benim açımdan, liseden hiç çift bisiklet tecrübesi olmadan mezun olmak üzücü bir şey.
Birisi sinirlenirse, özür dileriz olur biter.”

“Benim takıldığım nokta bu değil aslında…”

“Bak, düşününce iki kişinin ağırlığı bisikleti yavaşlatır, bu da onu daha güvenli yapar.
Frenler yeni bakımdan çıktı zaten. Tempolu ama sakin gidersek, yarış bisikletinden daha emniyetli oluruz.
Kalabalık yerlerde de iner, yürürüz.”

“Çok ağır da sayılmam. Zaten öğle yemeğinde çok bir şey yemedim.”

Yua dudaklarını büzüp, bisikletin arka kısmına yan oturdu .
“Kaito’nun bisikletinin, zincirin yanında, arka tekerin kenarına uzanan şu çıkıntılı ayaklıklardan var, görüyor musun? Ayaklarını onlara koyarsan daha rahat edersin. Bu bagaj demirine oturmayı da kolaylaştırır.”

Bisikletlere bu tür bir ayaklık takmak, Fukui’de popüler çocuklar arasında öteden beri kolay ve yaygın bir özelleştirme yöntemiydi. Son zamanlarda bu moda yeniden canlanmıştı.

“Bu etekle o pozisyonda oturmam imkânsız.”

“Karar senin. Ama sıkı tutunmazsan tehlikeli olur, ya omuzlarımdan ya da belimden kavraman lazım.”

“Huh?”

Yua birkaç saniye kadar çekinmiş görünüyordu ama ardından gönülsüzce uzanıp parmak uçlarıyla omuzlarıma tutundu.

“Beni sanki bulaşık beziymişim gibi tutmana gerek yok.”

Bu kadar oyalanmak boşunaydı. Yua’nın ellerini nazikçe tutup, daha sağlam tutacak şekilde omuzlarıma yerleştirdim. Parmakları beklediğimden daha inceydi, dokunuşları serin ve temkinliydi. Ama bu defa kavrayışı gayet güçlüydü. Biraz acıttı bile.

Yavaşça ve dikkatlice pedal çevirmeye başladım. Nehrin kıyısına giden yoldan değil, ters istikametteki dar yan sokağa doğru sürmeye başladık. Bu civarda hiç öğrenci yoktu. Hava hâlâ kararmamıştı ama ortalık tuhaf bir şekilde boştu.

Yaklaşık on dakika sürdükten sonra daha geniş bir yola çıktık ve kasaba bir anda arkamızda kaldı. Yolun solunda ve sağında yalnızca pirinç tarlaları uzanıyordu. Tipik bir Fukui kırsalı manzarası. Şimdilik tarlalar kahverengi ve biraz hüzünlüydü ama gelecek ay geldiğinde, sığ sularla dolacak ve Mayıs rüzgârlarında hoşça dalgalanacaklardı.

“Sırtın…”

Yua sonunda ölümüne tutunduğu kavrayışını gevşetip konuştu.

“Sırtın, Saku… Beklediğimden çok daha geniş ve kaslıymış… Gerçekten erkeksi.”

“Ne de olsa bir zamanlar prefektürdeki en iyi beyzbol oyuncusuydum. İnanmayabilirsin ama ilkokuldan beri her yıl atletizm testlerinde birinci çıkarım. Kaito’yla Kazuki’yi bile geçerim.”

“Biliyorum. Geçen yaz derste çalışırken camdan bakarken seni sahada oynarken görmüştüm. O sırada müzik kulübü provamız vardı.”

“Biz daha bu kadar samimi değilken ha? Yoksa gizliden gizliye hayran mıydın bana, Yua?”

“…Hmm, belki de öyleydim.”

Sonra tereddütle, karanlıkta yolunu arayan biri gibi, Yua ellerini omuzlarımdan belime kaydırdı. Bu biraz gıdıklayıcıydı ama yüzüme yansıtmadan aynı tempo ve hızla pedal çevirmeye devam ettim.

“Aklında bir şey mi var, Saku?”

“Evet. Ani fren yaparsam sırtımda göğüs hissedebilir miyim diye plan kuruyordum.”

“…”

“Özür dilerim, özür dilerim. Lütfen şahdamarımı sıkmayı bırakır mısın?”

“Tam bir şapşalsın.”

Yua homurdanarak yine belime sarıldı.

“Tamam, tamam. Ama boş ver şimdi beni. Biz buraya Kenta Yamazaki’ye yardım etmeye geldik. Öğle yemeğinde konuşurken aklına bir fikir geldi mi?”

“Hmm… Düşündüm ama elimizde bir ipucu bile yokken, neyin yanlış gittiğini tahmin etmek imkânsız. Sanırım gidip doğrudan sormamız gerekecek.”
“Diyorsun ki… kendimiz sormalıyız”

Telefonumdaki GPS yardımıyla Yamazaki’nin evini bulduk. Sıradan bir kiremit çatılı evdi. Ne yeni ne de çok eskiydi. Muhtemelen 80’lerde yapılmıştı. Fukui’de yürüyerek elli metre bile gitmeden bu tarz bir eve rastlarsın (en azından banliyö taraflarında). Kapısında, üstü solmuş ahşap bir isimlikte “YAMAZAKİ” yazıyordu.

Yua’yı evin önünde indirdim, sonra da bisikleti park yerine çektim. Yua, “Şimdi ne yapıyoruz?” der gibi baktı. Hiç tereddüt etmeden kapıya yaklaşıp zile bastım.

Ding-dong.

Kapı zili içeriden duyuldu. Hemen gömleğimin üst düğmesini ilikledim, kravatımı düzelttim. Sonra Yua’nın elini tutup onu yanıma çektim. Yaklaşık on saniye boyunca orada bekledik, sonra içeriden bir ses geldi.

“…Buyurun?” diye ihtiyatlı bir ses sordu.

“Merhaba! Ben Saku Chitose. Kenta’yla aynı sınıftayım, ikinci yıl öğrencisiyiz. Bu yıl sınıf başkanı olacağım, o yüzden ona birkaç el broşürü ve evrak getirdim!”

Kibar ama yapmacık olmayan bir tonda konuştum. Güven telkin eden en iyi gülümsememi güvenlik kamerasına sundum.

Aynı anda, kameranın göremeyeceği bir açıdan Yua’nın sırtına hafifçe vurarak konuşma sırasının onda olduğunu belirttim.

“Merhaba, ben Yua Uchida. Kenta son zamanlarda okula gelmiyordu, o yüzden biraz endişelendik. İyi olup olmadığını öğrenmek istedik!”

Yua, klasik Yua tarzıyla konuştu. Benden biraz daha resmi ama sıcak ve sevecen bir ses tonuyla. İşte bu yüzden getirmiştim seni, Yua!

“Ah, zahmet etmişsiniz…! Lütfen bir saniye bekleyin!”

İçeriden büyük bir koşuşturma sesi geldi, şangırtılar, aceleyle yapılan bir temizlik telaşı… Ardından biri hızla kapıya yöneldi. Anlaşılan Yamazaki’nin annesi evi apar topar toparlıyordu.

“Beklettiğim için kusura bakmayın! Ben, Kenta’nın annesiyim.”

Kapıyı açan yüz, kırklı yaşlarının sonlarında bir kadına aitti.
Zayıftı—ama kemikli bir tür zayıflık. Yanaklarındaki ve ellerinin arkasındaki cilt yorgun ve solgundu; saçlarına da aceleyle düzleştirilmiş gibi duran gri teller karışmıştı. Bizi baştan aşağı şöyle bir süzdü, sonra bakışlarını yüzlerimize odakladı.

“Böyle habersiz geldiğimiz için özür dileriz. Zamanlama kötü müydü acaba?”

Yamazaki’nin annesine kibarca eğildim, gülümsememi takındım—her zamanki o güven veren yüz ifadesi. Yanımda Yua da başını eğdi.

“Ah, hiç olur mu! Kusura bakmayın, ev biraz dağınık ama buyurun, lütfen içeri geçin.”

Yamazaki Hanım’ın sesi birden iki oktav yükselmişti. Tahminime göre bunun biri, oğlunun gerçekten de onun düşündüğünden farklı olarak önemseyen arkadaşlara sahip olduğunu fark etmesinden kaynaklanıyordu. Diğeri ise, Yua’yla benim okulun en dikkat çeken çocuklarından olduğumuzun bariz şekilde fark edilmesindendi.

Böyle zamanlarda yakışıklı ya da güzel olmak işe yarıyor. İnsanların güvenini kazanma sürecini tamamen atlayabiliyorsun; onlar zaten baştan veriyor. Ayrıca, aileler öğretmenler ev ziyareti yaptığında genelde gerilir ama çocuklarının arkadaşları için aynı şey geçerli değil. Yani Yamazaki Hanım’ın bizi böyle güler yüzle karşılamasına şaşmamalı. Sanırım Kura’nın beni bu işe yollamasının bir nedeni de bu.

Bizi salona buyur etti, koltuğa oturduk. Ardından bize siyah çay ikram etti—poşet çaydan, yapraktan değil. Yua süt istedi, ben sade içtim.

“Ah, unutmadan. Bunlar bugünkü ders notları.”

Kura’dan aldığım el broşürlerini çıkardım. Yamazaki Hanım notlara şöyle bir göz gezdirirken derin bir iç geçirdi.

“Oğlumun bu kadar zahmet çıkardığı için gerçekten çok üzgünüm…”

Sözünü dikkate almadım. Ellerimi dizlerimin üstünde birleştirip ciddi bir ifadeyle boğazımı temizledim.

“Kenta nasıl peki? Hepimiz merak ediyorduk. Nasıl ulaşacağımızı bilemedik, derken zaman geçti gitti… Daha önce gelebilmeyi çok isterdim.”

“Ne kadar düşüncelisiniz… Ama ne yalan söyleyeyim, ben bile onunla ne konuşacağımı bilemiyorum artık.”

Yamazaki Hanım başını kaldırıp bana baktı.

“Ama asıl önemli olan… Kenta’nın sizin gibi arkadaşlara sahip olması. Biri onu gerçekten önemsiyor. Bir anne olarak bunu bilmek içimi rahatlattı. Hep yalnız kaldığını düşünürüm…”

Duyduğuma göre okulda “aynı ilgi alanına sahip arkadaşları” varmış. Yani tek başına, yapayalnız bir çocuk değildi aslında. Ama o sözde arkadaşları bizim gibi okul koridorunda yürürken bakışları üstüne çeken tipler değildi muhtemelen.

“Yani… kendi annesiyle bile konuşmuyor mu? Yani, neden okula gitmediğini…”
Yua çekinerek sordu.

“İtiraf etmesi utanç verici ama… Hiçbir şey anlatmadı. Ocak ayında birden ‘okula gitmek istemiyorum’ dedi, o günden beri de odasına kapandı. Yemek vakitlerinde tepsilere koyup kapısının önüne bırakıyorum, en azından onları yiyor. Ve anlıyorum ki ben alışverişe gittiğimde ya da herkes uyuduktan sonra evin içinde dolaşıyor…”

“En azından düzgün beslendiğini bilmek iyi.”
Yua, karamsarlaşan havayı biraz olsun yumuşatmaya çalışıyordu.

“Çok üzgünüm… Böyle tatlı bir genç kızın böyle şeylerle ilgilenmek zorunda kalması…”

Yua bir anda suçlu gibi göründü, ben de hemen araya girdim.

“Ama bizim yaşımızdaki biri için, sorunlarını ailesine anlatmak en utanç verici şey olabilir. Annesi olarak size anlatmaması çok normal. Her şeyi sizin sırtınıza yıksaydı, işte o zaman endişelenmeniz gerekirdi.”

Tonumu rahat ve hafif tuttum, sanki sıradan bir sohbetmiş gibi.

“Belki… belki de haklısınız. Ama kendi oğlumu anlayamamak çok acı…”

“Eh, şaşırmadım açıkçası. Biz bu yaşta kendimizi bile tanımıyoruz, değil mi? Ama… Kenta’yla konuşmamıza izin verir misiniz? Mümkünse, sadece biz iki kişi. Siz yakındaysanız, konuşmak istemeyebilir.”

“Aslında ben de tam sizden rica edecektim bunu. Ama baştan söyleyeyim, size karşı da çok kaba olabilir. Geçenlerde öğretmeni geldiğinde, ‘İlgilenmiyorum! Defolsun!’ dedi…”

“Kusura bakmayın ama… öğretmen, bir bakıma ebeveyn gibidir. Lise öğrencilerinin sadece başka lise öğrencilerine itiraf edebileceği şeyler vardır. Bize de kaba davranabilir, ama vazgeçmeyeceğiz. Gerekirse tekrar tekrar geliriz. Hep birlikte mezun olmak istiyorum, Kenta da dâhil. O yüzden… bu işi bize bırakır mısınız? Lütfen siz bir şey demeyin artık.”

Yamazaki Hanım gözleri dolarak derin bir nefes aldı ve başını salladı.

…Yakaladım.

“…Dolandırıcı olabilirmişsin sen.”

Merdivenlerden yukarı çıkarken Yua bana dişlerini sıkarak fısıldadı.

“Ne acımasızsın. Bir tane bile yalan söylemedim.”

“Kenta’nın arkadaşı olduğumuzu söyledin.”

“O, güven kazanmak için söylenen mantıklı bir cümleydi.”

“Endişelendiğimizi söyledin.”

“Evet, söyledim. Dün öğle yemeğinden beri gerçekten düşünüyorum onu. Keşke daha önce gelseydik. Durum bayağı ciddi görünüyor.”

“Tekrar tekrar geleceğimizi söyledin! Onunla birlikte mezun olmak istediğini söyledin!”

“Evet istiyorum. Çünkü yoksa Kura asla yakamı bırakmaz.”

“Saku, annen sana hiç ‘Büyüklerin lafına karışılmaz’ demedi mi?”

İkinci kata ulaştık. Kısa koridorun sonundaki kapının önünde durduk.
Yua bana bir kez daha “Şimdi ne yapacağız?” bakışı attı.
Ben de hiç tereddüt etmeden kapıyı çaldım.

Tak, tak, tak.
Üç tane yavaş vuruş.
Annesine hangi ritimle kapıyı çaldığını sormuştum. İçeriden gelen yabancı sesler, çocuğu panikletebilir diye temkinli davrandım.

Tak, tak, tak.
Tak, tak, tak.
Birkaç saniye bekleyip tekrar vurdum.

Tak, tak, tak.

“Yeter! Duyuyorum sizi! Ne istiyorsunuz?!”

Dördüncü seferden sonra nihayet ses geldi.

“Selam, ben Saku Chitose. İkinci yıl, Beşinci Sınıf. Aynı sınıftayız, değil mi, Yamazaki? N’aber, sınıfdaş dostum? Yeni sınıf öğretmenimiz Bay Iwanami, bugünkü evrakları getirmemi istedi. Madem buradayım… konuşmak ister misin?”

Ses tonumu hafif, rahat ve şaka havasında tuttum.
İçeriden gelen yanıt, şaşkınlıktan nasibini almış gibiydi.

“Ne?!”

“Saku… Chitose mi?”

Hâlâ durumu anlamaya çalışıyordu belli ki. Daha önce tek kelime bile etmemiştik. Böyle bir ziyaretin onun için şok edici olması normaldi.

“Sen… Ne diye buradasın lan, orospu çocuğu zamparanın teki?!”

…Heh. Öldürmem gerek bu herifi.

Kapıyı tekmelemek üzere ayağımı kaldırmıştım ki, Yua kolumdan tuttu.

“Sakin ol.”

Kulağıma fısıldadı. Bunu yaparken o bisiklette şaka yaptığı göğüs-sırt temasını ciddi ciddi gerçekleştirdi.
Ayağımı hemen yere indirdim.

“Merhaba Yamazaki,” dedi Yua, yumuşak bir sesle.
“Ben Yua Uchida. Bu yıl ben de Beşinci Sınıf’tayım. Böyle habersiz geldiğimiz için kusura bakma… Ama okula gelmediğini duyunca gerçekten endişelendik…”

“Uchida mı…? Sen de Chitose’nin haremindeki fahişelerden biri değil misin?”

…Yua? O saksafon dediğin zarif enstrüman, müzikseverlere neşe saçmak için var.
Bir ağzı bozuk asosyalin kafasını ezmek için değil, tamam mı?

“Sakin ol,” dedim fısıltıyla, onu geri çekerken.
“Bizi nasıl tanımladığına hiç katılmıyorum ama evet, düşündüğün Chitose ve Uchida’yız biz. Neyse, kapının arkasından böyle bağırıp duracağına açsana kapıyı? Merak etme, seni okula geri döndürmek için gelmedik ya da nutuk atmak gibi bir derdimiz yok.”

“Ha?! Benim sizin gibi pis normielerle konuşacak hiçbir şeyim yok. Şaka mı bu?! Chitose, kızı da yanına alıp zavallı, ezik Yamazaki’yle ilgileniyormuş numarasıyla puan mı topluyorsun? Bahse girerim öğretmen zorla yolladı seni, her saniyesinden nefret ediyorsundur!”

İtiraf etmeliyim, söylediği şeyler tam isabetti.
Ama her şey planladığım gibi gidiyordu.
Ne yazık ki.

“Tamam, öğretmenin parmağı yok desem yalan olur. Ama asıl sebebimiz bu değil. Sadece seninle biraz konuşmak istiyoruz, Yamazaki. Duyduğuma göre anime ve light novel dünyasında epey bilgilisin, değil mi? Son zamanlarda ben de o tarz şeylerle ilgilenmeye başladım.”

“Hah, başlıyoruz yine. Bir normie otaku kültürüne adımını atar atmaz kendini bir anda çok özgün ve kültürlü sanır! Bahse girerim izlediğin animelerin hepsi sinemada gösterilen o popülerlerden. Peki, madem öyle çok ilgileniyorsun, bakalım şu serileri biliyor musun!”

Ve Kenta, sanki büyü yapar gibi ardı ardına isimler sıralamaya başladı.
Duyabildiklerim arasında “Okul Sosyal Hiyerarşisinin En Dibindeki Ben!” ve “Otaku Bir Ezik Olarak Süper Güzel Sevgilim Var!” gibi absürt başlıklar vardı.
Doğrusu, hiçbirini daha önce duymamıştım. Gerçek olup olmadıklarından bile emin olamadım—belki de dalga geçiyordu.

“…Kusura bakma, tanıdık gelmedi. Sanırım bana göre senin gözünde ‘sırf trend diye animeye bulaşan’ tipim.”
Başımı çevirip Yua’ya baktım.

O da başını iki yana salladı.

“Üzgünüm, Yamazaki. Light novel’ler hakkında pek bilgim yok. Söylediklerinin hiçbirini okumadım. Ama kulağa ilginç geliyorlar; belki bana birkaç tane ödünç verebilirsin?”

“Uh… Sanmıyorum. Senin gibi popüler bir normie kız bu tarz şeylerden hoşlanmaz ki.”

Yamazaki bu zamana kadar oldukça kaba davranmıştı, ama galiba karşısındaki kişinin bir kız—hem de oldukça sevimli bir kız—olduğunu yeni fark etmişti.
Üstelik Yua’nın tatlı dili ve nazik tavırları, gardını bir nebze de olsa düşürmüş gibiydi.

“Gerçekten mi? Ama birkaç popüler shounen mangasını okumuşluğum var. Kitaplığını görmek isterim, Yamazaki!”

“Uh, hayır yani… Odam çok dağınık…”

“O zaman böyle, kapı arkasından konuşalım. Eğer senin için daha kolayı buysa, ben hiç rahatsız olmam!”

“Uh, ama… Neşeli tiplerin ne hakkında konuştuğunu bile bilmiyorum.”

Her ne kadar biraz yumuşamış olsa da, hâlâ yerimizde sayıyorduk.

“Aslında, ben Chitose’a göre daha sade biriyimdir. Keşke sohbeti daha iyi becerebilsem ama genelde konuşurken beynim boşalıyor gibi oluyor, hehe. Kusura bakma, pek iyi bir sohbet arkadaşı değilimdir, Yamazaki.”

“Uh… Yok… Ama okulda gördüğüm kadarıyla sen tam bir ‘kızsı normie’sin.”

“Öyle mi dersin? Belki de sadece etrafımda çok dikkat çeken insanlar olduğu için öyle görünüyordur? Ama anladığım kadarıyla sen daha çok kendi başına takılmayı seven bir tipsin, kalabalık gruplardan hoşlanmıyorsun, değil mi?”

“Uh… evet.”

“Sana özeniyorum. İlgi alanlarına gerçekten odaklanabilecek sessizliğe ve zamana sahipsin.”

Buraya kadar konuşmayı Yua’ya bırakmıştım, ama artık ben de araya girmeliydim.

“Yamazaki, Yua’yla iyi anlaştığını görmek sevindirici. Ne dersin, biraz da yalnız konuşun siz? Hiç çekinme. Biz Yua’yla o kadar çok vakit geçiriyoruz ki, artık konuşacak şeyimiz kalmadı.”

“...Benimle dalga mı geçiyorsun? Bu kendini beğenmiş hâlin ne böyle? ‘Al işte, kadınımı da bırakıyorum sana, idare et’ falan mı demeye çalışıyorsun? Senin o kullanılmış harem çöplerinden biriyle ne yapayım ben?!”

“Ah, pardon kanka. Öyle demek istememiştim. Neyse, boş ver.”

Tabii ki öyle demek istemiştim. Kasten yapmıştım.
Bir enayi daha… Anne oğul aynı hamurdan.

Yine de, onların bu kısa konuşması bile Yamazaki’nin neden bu hâlde olduğu konusunda bana bazı fikirler verdi.

Öte yandan, Yua az kalsın saksafonuyla beni oracıkta gırtlaklayacaktı o son cümlem yüzünden. Artık bu işi burada sonlandırmanın vakti gelmişti.

“Pekâlâ, biz artık kaçalım. Gelecek hafta yine uğrarız.”

“Bir daha asla evime gelme, seni or*spu çocuğu!”
Heh. Geleceğim tabii! Hem de bu sefer beyzbol sopamla!

Kenta’nın odasına girmeyi başaramadığımızı Yamazaki’nin annesine kibarca ilettik. Yine de bizimle ilgilendiğimiz için çok içten bir şekilde teşekkür etti. Ona önümüzdeki hafta tekrar geleceğimizi de söyledik.

Dışarı çıktığımızda, gözüm istemsizce yukarıya, Yamazaki’nin penceresine kaydı. Nasıl olsa perdelerin arkasından bizi izliyordur diye düşündüm. Ama perdeler hiç kıpırdamadı.

Sonrasında Kaito’nun bisikletini geri bırakmak için okula döndük.

“Ne dersin Yua? Konuşmalarınızdan sence işe yarar bir şey çıktı mı?”

“Açıkçası, sana ‘or*spu çocuğu’ demesi beni çok güldürdü. Ama beni ‘harem sürtüğü’ diye damgalaması hiç hoşuma gitmedi!”

“Doğruya doğru… Belki de rolleri ters söylese daha mantıklı olurdu, değil mi? …Ah! Dur! Yeter, dedim sana—gırtlağımı sıkma artık!”

Yua sinirle boğazımı bırakıp tekrar belime sarıldı.

“Gerçekten ama… Pek de olumlu bir izlenim bıraktığını söyleyemem. İnsanları böyle etiketlemeyi sevmem, ama konuştukça o kadar bariz belli etti ki… Resmen el kitabından çıkmış gibi, tam bir otaku değil mi sence de? Elbette bir şeyler yaşıyor, belli, ama bu hiç tanımadığı birine böyle kaba ve iğrenç davranmasının bahanesi olamaz ki.”

“Kesinlikle katılıyorum.”

Açıkçası ben böyle muameleye alışkındım. Ama Yua, daha önce tanımadığı birinden öyle durduk yere bir saldırı yememişti hiç. Popüler tayfanın parçasıysan, bu işler maalesef bazen böyle olur. Ama tatsızdır. Yine de, Yua durumu gayet olgun karşıladı.

“Senin dikkatini çeken bir şey oldu mu, Saku?”

“Hmm… Evet, oldukça önemli bir şey. Benden nefret ediyor.”

“Evet, ben de az çok anladım onu.”

“Waaahhh…”

Yüzümü buruşturup ağlayan bebek taklidi yaptım.
Yua, belime sarılı kollarından birini çözüp sırtıma hafifçe vurdu, teselli eder gibi.

“Orası öyle. Ama hâlâ o güzel suratın var en azından, Saku.”

“İyi toparladın. Klasiğini oynadın.”

Yua’nın yüzünü göremiyordum ama sanki bastırılmış bir kahkaha vardı sesinde.

Eski bisikletin gıcırdayan tekerlekleri de sanki onunla birlikte gülüyordu.

Gün batımı, bulutları bir renk cümbüşüne boyuyordu—kayısı pembesinden derin turuncuya, oradan yanık kızıla ve nihayet lacivertin en dingin tonuna. Gökyüzü, başlı başına bir film sahnesiydi sanki.

Arka arkaya bisiklet süren bir oğlan ve bir kızın gölgeleri de uzuyordu.
Uzatıp gidiyordu—belki sonsuzluğa değil ama, pirinç tarlalarının derinliğine kadar.

Kitaplardan fırlamış gibi bir gençlik romantizmi sahnesi.
O da bir filmin içinden çıkmış gibiydi.

Ve o an sanki…
Sanki Yua’yla birlikte, hiç durmadan gidebilirmişiz gibi hissettirdi bana.
Yol nereye giderse, biz de oraya giderdik.

Yaklaşık bir hafta geçmişti Kenta Yamazaki’nin evine ilk gidişimden bu yana.
Bir Salı günüydü. Okul çıkışı bisiklet park yerinde pinekliyordum, bekliyordum.
Üst kirpiklerim alt kirpiklerime cilve yapıyordu; sanki çekingen âşıklar gibi birbirine yaklaşmışlardı. Sonra öpüşmeye başladılar.

Yani, uykum vardı.

“Sakuuuu!”

Ah, işte geldi Yuuko—D cup göğüsleri sekerek, bir kolu havada, tiz sesiyle uykumu darmadağın etti.
Şu sahneyi başka bir erkek görseydi…
Yuuko’nun o neşe dolu haliyle bana doğru koştuğunu izleseydi…
Anında beni öldürme planları yapmaya başlardı.
Ateşe mi vermeli? Boğmalı mı? Yoksa kafama örs mü düşürmeli? Hangisi en etkili olurdu acaba?

“Geldiğin için teşekkür ederim.”

“Ne demek! Senin için her şey Saku! Yani yapacağımız tek şey şu Ken-bir şey Yama-neydi o, çocuğu tekrar okula dönmeye ikna etmek, değil mi?”

“Adı Kenta Yamazaki. Böyle sersem bir havaya girme lütfen.”

Bu defa Yuuko’dan yardım istemeye karar vermiştim. Öncesinde meseleyi kabaca anlatmıştım tabii.
Yua iyi bir kızdı, çok iyi hem de. İşte bu yüzden onu bu işe bir daha karıştırmak istemiyordum. Geçen sefer bunu net şekilde anlamıştım.

İlk ziyaretimde asıl amacım bilgi toplamaktı. Bu yüzden Yua’yla gitmek mantıklıydı.
Ama şimdi, farklı bir strateji gerekiyordu.
Yamuk yumuk düşüncelerle dolu, çetrefilli bir herifle yüzleşmeye gidiyorsam, net bir güç gösterisi şarttı.
Kura’nın lafıyla söyleyeyim: ben bir durumu analiz edip ona göre hareket etme konusunda epey iyiyimdir.

“Yürüyerek gitmek çok uzun sürecekti, ben de Kaito’nun bisikletini ödünç aldım.”

“Aa, öyle mi? Süper, süper!”

Yuuko, bir saniye bile tereddüt etmeden bisiklete atladı.
Ayaklarını arka göbeğin üstündeki basamaklara koydu, elleriyle omuzlarımdan tuttu.

“Haydi hoooop!”

“Hey, azıcık gururun olsun. Eteğin bu kadar kısayken ayakta durulmaz. Herkes donunu görür.”

“Ama çift binme dediğin böyle olur! Hem, yabancı birileri iç çamaşırımı görse ne olur, umurumda mı sence?”

“Bu kadar rahatsan, ben de şöyle bir bakabilir miyim acaba?”

“Yok, sen bakamazsın Saku. Çünkü sen özelsin.”

“Genelde özel olanlar görme ayrıcalığına sahip olur.”

“Ama sadece zamanlaması da özel olduğunda.”

Ah, Yuuko... ne sinsi ne sinsi.

Bisikletin ayaklığını tekmeyle kaldırdım, ve yola koyulduk.
Yuuko “Yahuuuu!” ve “Gaza bas, gaza!” diye bağırıyordu.
Sonra bir anda öne doğru eğildi, kollarını omuzlarıma doladı.

Tatlı vücut spreyinin kokusu burnuma doldu.
İmkânsız gibi duran o yumuşacık saçları yanağıma değiyordu.
Ve evet, ciddi anlamda sırtıma göğüs teması da vardı.

Lütfen artık yapma, Hanımefendi. Yoksa bu bisikletten bir daha asla inemem.

“Geçen yıla göre pek ter kokmuyorsun,” dedi Yuuko, sesi kulağımın dibindeydi.

“Çünkü beyzbol kulübünden ayrıldım.”

“Aaa, yazık! Ben senin maç sonu ter kokunu seviyordum oysa. Bir de seni tezahüratla desteklemek isterdim yine.”

Yuuko sonunda yorgun düşmüş olacak ki arka bagaja oturdu.
Bu sefer kollarını belime doladı.
Ama ceketim yüzünden yanağının yumuşaklığı sırtıma pek yansımadı.

“Peki Yuuko, Kenta Yamazaki’yle ilgili durumu duyduktan sonra, bir fikrin oluştu mu?”

“Ehh, ben öyle şeylerde pek iyi değilim. Hiçbir fikrim yok. Ama sen bir yolunu bulursun bence, Saku! Sonuçta sen benim kahramanımsın!”

“Hmm. Peki. O zaman senden tek istediğim şey, o güzel kafana ne gelirse söylemen. Ben sana uyarım.”

“Olur! Tamamdır!”

Bir kahraman olarak görülmek için ne gerekir?
Ve bu, insanın hayatı boyunca omuzlamak zorunda olduğu bir şey midir?

Bu sorular dönüp duruyordu kafamda, Kenta Yamazaki’nin evi uzaktan belirip adım adım yaklaşırken.

Tok tok tok tok.

Annesinin kullandığı özel vuruş tarzını bu sefer taklit etmeme hiç gerek yoktu.
Kapısına kendi tarzımla, her zamanki gibi vurdum.

Hazır lafı geçmişken, görünüşe göre Yamazaki annesine şöyle demiş:
“Bu ucubeler benim arkadaşım değil. Bir daha sakın içeri alma onları.”

Ama belli ki Bayan Yamazaki, kendi oğlunun sözünden çok, okul arkadaşlığının gücüne inanıyordu.
Biz de her şeyi bize bırakabileceğini söylemiştik ona.

Ah evet… O da sorumluluğu üstünden atmak istiyordu zaten.

Yuuko’yu yanımda getirdiğimi görünce başta biraz çekimser kaldı—Yua’nın iki katı alımlı ve göz alıcı bir kız sonuçta.
Ama Yuuko, o doğal cazibesiyle kısa sürede kadının gönlünü kazandı.
Ve bir süre sonra aralarında geçen diyalog, öz yeğenine cilve yapan bir teyzeninki gibiydi.

“Yamazaki! Ben Chitose. Geçen hafta döneceğim demiştim, hatırlıyor musun?”

Kapının ardından hiçbir ses gelmedi.
Daha doğrusu—ani bir sessizlik oldu.

“Şey, sessiz kalma numarası ancak içeride olup olmadığını bilmesek işe yarar. Ama senin bu odadan hiç çıkmadığını bildiğimizden, pek mantıklı değil doğrusu. Neyse ya, konuşmayacaksan, seni başka türlü eğlendiririm ben! Son zamanlarda Kalp Sutrası’na sardırdım biraz. Hazır mısın? Yo, yo!”

Evden dışarı adım atmasa da, sonuçta Fuji Lisesi’ne girebilmiş bir çocuktu.
Kalp Sutrası’nın ne olduğunu bilecek düzeydeydi.

Sonunda, her zamankinden de huysuz bir sesle cevap verdi.

“...Defol git. Onu içeri almamasını söylemiştim. Gerçekten geldin mi sen ya?”

“Vay canına, kalbim kırıldı. Biz senin arkadaşınız. Endişeleniyoruz senin için. En azından, annen öyle düşünüyor.”

“Demek o süslü oğlan suratını kullanıp annemi kandırdın, ha?
Elbette oğlunun lafındansa senin saçma sapan yalanlarına inanır.”

“…Uchida da orada mı?”

Vay canına.
“Chitose’nin Harem Fahişesi”nden “Uchida”ya terfi etmiş.
Yua, belli ki çocuğun kalbine dokunmuşsun.
Bahse girerim, o kısa beş dakikalık sohbeti bütün hafta boyunca kafasında tekrar tekrar oynatıp durdu.

Ama ne yazık ki, sıradaki aşamaya geçmek gerekiyor.

“Hayır, Yua’nın bugün müzik kulübü vardı, o yüzden gelemedi.”

“…Gördün mü? Siz popüler normie’lar hep böylesiniz işte.
Sadece senin gözünde puan kazanmak için gelmiştir.
İlgisini kaybedince de işi bırakmıştır.
Baştan beri böyle olacağını biliyordum zaten.”

Yamazaki surat asıyordu.
O kadar kolay okunuyordu ki...
İşimi bayağı kolaylaştırıyordu.

“Yua öyle biri değil. Gerçekten endişeleniyordu senin için.
Kulübü olmasaydı kesinlikle gelirdi.
Ama bugün onun yerine başka bir kız arkadaşımı getirdim.”

Yuuko kapıya bir adım yaklaştı.

“Merhaba! Ben Yuuko Hiiragi. Aynı sınıftayız.
Okula gelmediğini duydum. Olmaz ki böyle, iyi misin?”

Sesi neşeliydi, hafif ve içten—kapı arkasındaki çocuğa doğrudan bir yumruk gibi çarpmış olmalı.



Yaklaşık on-on beş saniyelik uzun bir sessizlik oldu.

“…H-Hiiragi mi?! O Hiiragi mi?! Chitose’nin Harem Kraliçesi olan mı?!
Ne halt etmeye böyle bir k...kızla geldin buraya?
Hayranlarının önünde gövde gösterisi mi yapıyorsun?!”

O beni ve kızlar üzerindeki etkimi açıkça küçümsüyordu.
Ama ben zaten kendi cazibemin farkındaydım.
Kendimi onun gibi bir içe kapanık çocuğun önünde ispatlamaya ihtiyacım yoktu.
Ayrıca, onun adına utanıyordum.
Gerçek hayatta kim “harem”, “fahişe” ya da “hayran grubu” gibi kelimeler kullanır ki?
Ancak ironiyle söylersen belki.

“…Saku? ‘Harem fahişesi’ ne demek? ‘Kaltak’ ne demek oluyor?”

“‘Harem fahişesi’yle kastettiği şey, yakın ve özel kadın arkadaş.
‘Kaltak’ da… şey… ahlaksız kadın gibi bir şey sanırım.”

Yuuko’yla fısıltıyla konuşuyorduk.

“Bak Chitose! Harem fahişesi olduğumu kabul ediyorum, tamam mı? Ama ‘kaltak’ olmak başka!
Ben ancak Saku’ya karşı… gevşek olabilirim, anladın mı?!”

Eee, bunu duymak içimi rahatlattı doğrusu.

Kenta Yamazaki bu durumdan hiç hoşlanmadı.

“Tabii, Chitose’nin yanında böyle konuşmak zorundasın.
Ama herkes senin hakkında konuşuyor!
O Mizushino çocuğuyla da yaptın, Asano’yla da—senin gruptaki diğer çocukla!”

“Yapmadım! Kazuki ve Kaito benim iyi arkadaşlarım!
Saku, birlikte olabileceğim tek kişi olabilir!
Hem… şu ‘herkes’ dediğin kim? Açıkla. Detay ver!”

“‘Herkes’… herkes işte. Bütün okul konuşuyor.”

“İsim istiyorum. Eğer çok fazlaysa, doğrudan bunu sana söyleyen kişinin adını ver.
Hadi. Kim söyledi sana?”

“…Hatırlamıyorum. Ama ateş olmayan yerden duman çıkmaz.
Söylenti varsa, vardır bir gerçekliği!”

“O zaman biraz da senden konuşalım.
Sen pis, ter kokan, odasından çıkmayan, animeyle light novel’a kafayı takmış bir eziksin!
Bahse girerim lolicon’sundur da!
Bak, ben de seninle ilgili iğrenç şeyler uydurabiliyorum!
Haydi aç şu kapıyı da yüzünü görelim.
Ta buralara kadar geldik, bu kadarcık saygıyı çok görme!”

Yamazaki sus pus oldu.
Yuuko lafı dolandırmadan konuşuyordu—ve daha kötüsü, haklıydı da.
Yamazaki’nin tutunduğu zeminin altında sağlam bir dayanak yoktu.

Kendi kusurlarını kabul edebilseydi…
Belki bir umut olurdu.

“Bana normie değerlerinizi dayatmayın.
Ben sizi buraya çağırmadım.
Kimseye de zarar verdiğim yok. Beni rahat bırakın!”
“Öyle mi? Kimseye zarar vermiyor musun?
Anneni, babanı üzüyorsun!
Eski sınıf öğretmenini, şimdiki öğretmenini, Kura’yı…
Geçen hafta Ucchi’yi, bu hafta da beni!
Herkes senin için endişeleniyor!
Herkes yardım etmek için uğraşıyor, yoğun programlarından zaman ayırıp kapına kadar geliyor!”

Yuuko bir nefes aldı, ama daha bitmemişti.

“Ve o odanda surat asıp saklanarak en çok dert çıkardığın kişi kim biliyor musun?
Yeni sınıf başkanımız, Saku!
Eğer gerçekten kimseyi rahatsız etmek istemiyorsan, kimsenin senin için endişelenmesini istemiyorsan…
O zaman kalk o kıçını, okula geri dön, sınıfına geri dön ve şu mezuniyet işini hallet!”

Bitirici vuruş, Yuuko’dan!
Harikaydı. Keşke Anne Yamazaki’nin yeni aldığı yaprak çaydan biraz yukarı çıkarsaydım.
Geçen gelişimde poşet çaydı; bu sefer seviye atlamış.

Ama Yamazaki hâlâ geri adım atmıyordu.

“Ne dersen de, yaptığınız her şey asıl şu çok kıymetli Chitose’niz için, değil mi?
Sen de Uchida da onun gözüne girmek için geldiniz buraya.
Ama bana zerre umursadığınız yok.
İşte bu yüzden sizden nefret ediliyor!”

“Afedersin de, bir arkadaş için çabalamakta ne yanlış var?
Ben buraya geldim çünkü arkadaşım Saku benden rica etti.
İnsan arkadaşına yardım etmek ister, bu kadar basit!
Yani evet, puan toplamak istiyorum—eğer senin deyiminle bu buysa.
Ama Saku olmasa, cidden mi sanıyorsun ki gelip tanımadığım bir çocuğu ikna etmeye uğraşırım?
Umurumda bile olmazsın!”

“Gördün mü?! Gördün mü?! Siz normie pislikler, bizim gibi geek’lerin üzerine basarak tırmanıyorsunuz yukarı!
Sonra da sözde yardım ediyormuşsunuz gibi davranıp kendinizi erdemli gösteriyorsunuz!
Gözünüze kestirdiğiniz kişiden puanı kapınca da bizi yüzüstü bırakıyorsunuz!”

“Off, seninle konuşmak imkânsız! Az önce aynen bunu söyledim zaten!
Sevdiğin birinin yanında insan kendisinin en iyi versiyonu olmak ister, bunda ne var?!
Hem ben başkalarına umut vermem!
Zaten bir sevgilim var!”

Yuuko kapıya yüzünü iyice yaklaştırmış, öfkeyle çatık kaşlarla içerdeki Yamazaki’yi hayal ediyor gibiydi.

“Benim demek istediğim şu:
İnsanlara sanki onlardan hoşlanıyormuşsun gibi davranma!
Kızlar bir gülümser, nazik olur—çocuklar yanlış anlar!
Sonra arkadaşlarınla kıkır kıkır gülüp ‘ayy ben sadece iyi davrandım ama o bana aşık oldu hihi’ dersiniz!
Defolun gidin, rahat bırakın bizi!
Ve sen de oyuna geliyorsun!
Sence Chitose seni gerçekten seviyor mu?! Hah!
O her kıza öyle davranıyor! Uchida’ya da aynı şekilde davranıyor!”

“Ne diyorsun sen? Yani bir kız sana bir kere iyi davrandı diye, sen de o sivilceli, deneyimsiz hâlinle kıza açıldın, o da seni reddetti… mesele bu mu? Eğer birine sadece ondan hoşlanıyorsan iyi davranabileceğine inanıyorsan, arkadaş bile edinemeden kalırsın hayatın boyunca!”

“Ben… öyle bir şey demedim…”

İşte, her şey yavaş yavaş yerine oturuyordu. Okuldaki arkadaşlarının neden onun durumundan bihaber olduğu da dahil. Demek ki okul dışından bir kıza âşık olmuştu. Üstelik o kız gerçekten popülerdi… ve onu, kendisi kadar popüler bir çocuğa kaptırmıştı.

Yuuko bana kısa bir bakış attı, sonra tekrar kapıya döndü.

“Ayrıca ben de biliyorum, Saku bütün kızlara karşı naziktir. Hatta birçok kız ondan hoşlanıyor! Ama o sadece kızlara değil—herkese iyi davranır! Ben onun bu yönüne hayranım! Bu yüzden, bir gün onun için bir numara olmak istiyorum! Eğer bir gün başka biriyle çıkarsa… evet, çok üzülürüm. Belki ben de okula gitmek istemem bir süreliğine. Ama bu, benim onun hoşlandığı türde bir kız olamadığımı gösterir sadece! O bana iyi davrandı diye onu asla suçlamam! Bir saniyeliğine bile olsa!”

“…”

Kenta Yamazaki susmuştu.

Ah… gerçekten, Yuuko’yu getirmekle en doğru kararı vermişim.

Geçen hafta bu evden ayrıldığımda önümde iki seçenek vardı.

Birincisi: Güler yüz maskemi takıp, yanımda Yua ile her hafta bu kapıya dayanmak. O en sonunda kalbini açtığında, Yua onu tatlı tatlı ikna eder, okula dönmeye teşvik ederdi. Şimdi düşününce, başarı ihtimali yüzde yirmi diyebilirim.

İkincisi ise: Sorunun kökenine inip doğrudan çözmek. Düz, net… ve epey sinir bozucu bir yol.

İlki etkiliydi evet. Hem de az çaba gerektiriyordu. Ama sadece geçici bir çözüm olurdu. Muhtemelen Yua’ya kafayı takar, aşkını itiraf eder, sonra da ergenliğin buhranlarıyla sırılsıklam bir hüsran yaşardı. Ayrıca Yua’yı yem gibi kullanmak… bana pek güzel bir yöntem gibi gelmiyordu.

Ben ikinci yolu seçtim.

Ama bu da Yamazaki denen ev kapanığını konuşturmayı gerektiriyordu. Belki Yua’yla birlikte çalışsak başarırdık ama zaman alacaktı. O yüzden Yuuko’ya ihtiyacım vardı—lafı eğip bükmeden bam bam konuşan birine.

Yamazaki’nin “normie”lere ve popüler tiplere karşı ciddi bir takıntısı olduğu belliydi. Onun karşısına Yua’yı çıkarınca nasıl köpürdüyse… Özellikle de ben yanında bu kadar nazik davranırken. Bundan nefret etti. O yüzden düşündüm ki, eğer yanımda okulun gözdesi, bizzat “Miss Popüler” Yuuko ile gidersem, bu adamcağız öyle bir çileden çıkar ki sonunda her şeyi döker ortaya.

Ama dürüst olayım: İşlerin bu kadar tıkırında yürümesini beklemiyordum.

“Yuuko, biraz sakinleş. Duygularını anlıyorum ama bence bir adım geri at, aşağı in ve kendine gel. Kenta’yla ben konuşurum.”

Ona “Yeterince yaptın” bakışı atıp bir de göz kırptım. Yuuko da karşılık olarak milyon dolarlık bir gülümsemeyle beraber bana bir göz kırptı. Merdivenlerden cıngır cıngır inerken ardından seslendim:

“Tamam, durum netleşti artık. Ama sanırım sana yardım edebilirim.”

“…Ha, şimdi de neymiş? Popüler normie arkadaşımız, geek, aşk acısı çeken otakuya yardım mı edecekmiş? Lütfediyorsun yani? Ne cüretle bana yukarıdan bakarsın!”

Aman, ne kadar da çekilmez bir tipti.

Hani insanlar sana yukarıdan bakıyor gibi hissettiriyorsa… belki de önce senin yere yapışmış hâlini sorgulaman gerekir, hı?

“Her neyse, şu kapıyı açar mısın artık? Böyle bağırarak konuşmak baydı. Hadi gel aşağıya, annenle ve Yuuko’yla biraz çay iç. Annen fincanları getirir… Yuuko da, eğer anlıyorsan demek istediğimi, D-Cup.”

“Git geber! O kapıyı açmıyorum, asla!”

“Asla mı? Ne olursa olsun?”

“Dedim ya, açmam! Defol git, seni orospu çocuğu, sürtük herifin teki!”

...Sanırım artık biraz sinirlenme hakkım var, ne dersiniz?

Hemen yan odaya, yani büyük ihtimalle anne babasının yatak odasına geçtim. Oradan da balkon kapısını açıp dışarı çıktım. Balkonu, Yamazaki’ninkine bağlıydı. Ama perdeler sıkı sıkıya kapatılmıştı. Camı denedim, ama belli ki kilitliydi.

Heh. Sanırım seni yanıma almakla iyi etmişim, ha?

Omzumdaki taşıma çantasından metal beyzbol sopamı çıkardım. Onun ağırlığı ellerimde tanıdık bir güven verdi. Tutma yeri hâlâ tam avucuma göreydi.

Balkon pek geniş değildi, bu yüzden tam bir savurma alanım yoktu. Ama...

Sıra sende. Dokuz numaralı oyuncu, Chitose.

Böyle bir şey için seni kullanmak zorunda kaldığım için üzgünüm, eski dost.

Kollarımı öne doğru uzattım, sonra sopayı kavradım. Hedefime odaklandım.

Tıpkı sayısız kez yaptığım gibi, vuruş kutusuna girer gibi üçe kadar saydım, vücudumu rahatlattım… ve sopayı tüm gücümle savurdum.

ÇAT!!!
Şangırtı, şıngırtı…

Beklediğimden çok daha tok bir sesti bu. Camın kırılma sesi ise neredeyse müzikaldi. Böylece Yamazaki’nin sadık pencere camı hayata veda etmiş oldu.

Topu dış sahaya uçurmaya yetmezdi ama… bu da güzeldi.

Cama karşı bir parça suçluluk da hissetmedim değil. İçimden, “Umarım bir gün yeniden doğarsın. Şöyle eski usul gazoz şişelerindeki o misket camlardan biri olursun da, taze bir liseli güzelliğin dudaklarıyla buluşursun,” diye geçirdim.

“Ne. Oluyor?!?”

Odadan gelen çığlık yarı histerikti. Haklıydı. Biri camdan içeri daldığında, ben olsam ben de afallardım. Dramayı hak etmişti.

Çerçevede kalan sivri parçalara kolumu kaptırmamaya dikkat ederek içeri uzandım ve sürgülü cam kapının kilidini açtım. Sonra perdeyi aralayıp usulca içeri girdim, sopam omzumda asılıydı.

“Tam anlamıyla delirmişsin! Bu suç, lanet olası bir suç! Suçlusun sen!”

Omuz silktim, gayet sakindim.

“Sen bilmiyor musun o şarkıyı? Laugh Maker? Hani şu Bump of Chicken’ın parçası?
‘Şaka mı yapıyorsun! Öteki taraftan camın kırıldığını duyarım, gözyaşları içindeki yüzünle demir bir boru almışsın eline. Geldim, sana bir gülümseme getirmeye.’
Tatlı bir şarkıdır. Biraz nostaljik kaldı gerçi. Sana bir ara dinletirim.”

“Sen ne diyorsun?! Gerçekten ciddi misin sen?! Neyin var senin, lanet olası psikopat?!”

“Yahu, bu kadar asabî olmaya gerek yok. Sana dedim ya, ‘Buraya sana gülümseme getirmeye geldim,’ dostum.”

—Evrenin en havalı adamı ben miyim, değil miyim?

Yarım saat kadar geriye saralım.
“Bayan Yamazaki, teklifime dönersek: Sizce hangisini onarmak daha kolay olur, kapıyı mı pencereyi mi?”

Kadıncağız ne diyeceğini bilemez hâlde bakıyordu. Ben ise konuşmaya devam ettim.

“Kenta böyle kendi hâline bırakılırsa çıkmaz. Başta belki birkaç gün devamsızlık yaparım diye düşünmüştür ama iş çığrından çıktı. Şimdi odasından kendiliğinden çıksa rezil olacağını düşünüyor, gururu engel oluyor. O yüzden, dışarı dönmesini ‘zorunlu’ kılacak bir bahane yaratmamız gerek. Böylece yüzü kurtulmuş olur.”

Bayan Yamazaki hâlâ tam anlamamış gibiydi.

“Benim önerim şu: Odaya zorla giriyoruz, ya kapıyı kırıyoruz ya pencereyi. Yanımda bu beyzbol sopası da onun için. Böylece Kenta herkese, ‘Deli Chitose camdan daldı, mecburen çıktım,’ diyebilir. Anlatabildim mi?”

Sonunda kadının gözleri bir şeyler kavradı; boş bakış yerini tedirginliğe bıraktı.

“Anlıyorum Chitose, ama daha da kötüleşmez mi? Kenta sinirlenmesin, şiddet olsun istemem…”

“Merak etmeyin. Kenta gerçekten istemeseydi kulaklığı takar, bizi görmezden gelirdi. Ama bizimle laf dalaşına giriyor—çıkış yolu arıyor bence.”

Ciddiyim; Kenta Yamazaki uzun süre odasına kapanacak türden değil. İlk başta düştüğü duruma şimdi kendisi de kızıyordur. Bu yüzden sert oynamalıyız—dibine kadar.

“Çocuğa zarar vermezsin, değil mi?”

“Kapıyı kırmak uzun sürer; gürültüyü duyunca geri kaçar. Perde kapalı olduğuna göre camdan girersem de uçuşan parçalar ona gelmez. Üstelik pencereyi onarmak, kapıyı değiştirmekten ucuzdur. Camı ben öderim.”

Muhtemelen “Ödeme falan olmaz” diyecekti ama gerekirse cebimden veririm; sonra Kura’dan tahsil ederim.

“Bu kadar uğraşıp bir de para mı alayım sizden, olur mu hiç? Tamam, anladım ve kabul ettim. Ama lütfen pencereyi seçelim.”

Plan tam da istediğim gibi ilerliyordu.

Burası şeker pembesi bir gençlik romanı olsaydı, kapı önünde tatlı tatlı laf yetiştirip Kenta’yı duygusal anlarla ikna ederdik. Ama sabrım yok; sonuç zaten aynı olacaksa kestirmeden giderim. Ben işin içindeysem her yol Sakucess’la sonuçlanır, hehe.

“Vahşi durduğunun farkındayım ama Kenta’yı kesin sınıfa döndüreceğiz. Yuuko, işaret verdiğimde aşağı inip güvende bekler misin? Sonra erkek erkeğe konuşuruz.”

Yuuko’ya gizli planımı belli etmeden gülümsedim.

“Tamamdır! Biz de aşağıda çay içeriz, Yumiko!” (Demek annesinin adı Yumiko’ymuş, gözümden kaçmış…)

Yani, her şey usule uygundu; ortada suç falan yoktu.

Yamazaki odada volta atıyordu; yatağa oturup kalkıyor, sonra çalışma sandalyesine tünüyordu. Ara ara lafa girmek ister gibi oluyor, sonra vazgeçiyor. Gözü kapıda—kaçsam mı der gibi. Açıkçası komikti.

“Derin bir nefes al da sakinleş, Kenta.”

“Adımı öyle biliyormuşsun gibi söyleme.”

Kapının öte yanında olmam onu epey yumuşatmıştı. Sesi birkaç perde düşmüş, titrekleşmişti.

“Yuuko’nun ne dediğini hatırla: Göz teması, iletişimin birinci kuralı. Artık başlangıç çizgisindeyiz. İkimiz de ringe çıktık.”

Konuşurken sopanın ucuyla cam kırıklarını odanın köşesine süpürüyordum.

“Hadi, birbirimizi gerçekten anlayalım. Söylemek istediğin tonla şey var, değil mi?”

Nihayet Kenta’ya bakınca, şüphelerim tamamen onaylandı: Tam karikatür bir ‘mutsuz otaku’. Uzun süre evde kapanmanın etkisiyle daha da dağılmış. Eşofman altı-üstü, dağınık saç, yer yer uzamış sakallar… Kilo tam değil ama göbeğe çalan bir yuvarlaklık. Ucuz çerçeveli, demode gözlüklerin ardında hiç alınmamış gür kaşlar. Sinirli, tedirgin bir hava. “Terli otaku” yazsan Google görsellerde ilk o çıkar.

“Haydi, şimdi susma sırası değil. Bana söyleyeceksen ne varsa dök gitsin.”

“…Senin o ukalalığın… hepiniz öylesiniz. Sonuçta kendinizi herkesten üstün görüyorsunuz, değil mi? Ben ne dersem deyim, ne kadar mantıklı konuşayım… Sizin gibiler hemen zorbalığa, kaba kuvvete sarılır. Güç gösterisi… Güya cool hareketler. Bizim gibileri ezerek üstünlük taslarsınız.”

“Yanılıyorsun. Gerçi az önce camını patlatınca inandırıcılığım azalmış olabilir ama şiddetten nefret ederim. Durumu tırmandırmam. Lafla ikna konusunda da kendime güvenirim. Söyledim ya: İkimiz de ringdeyiz, şimdi adil bir dövüş başlıyor.”

Sopayı masaya dayayıp sandalyeye oturdum. Kenta ise hâlâ temkinli bakıyordu.

“Uchida’yla Hiiragi yokken bambaşka adammışsın. ‘Bakın ne kadar iyi çocuğum’ numarasını bıraktın yani?”

Tamamen haksız sayılmazdı. Az sonra söyleyeceklerimi Yuuko duysa, o “kahraman” imajım çatlar.

“Yok, sadece kapı arkası monoloğundan yüz yüze diyaloğa geçtik de ondan.”

“Ş-şiddete kalkarsan polisi ararım.”

“Hiç sorun değil.”

Omuz silktim. O da boyun büküp yatağa oturdu, kaderine razı gibi.

“Pekâlâ. O zaman ben de içimdekini dökeyim. Sizin gibi popüler tipler, bizim gibileri doğuştan basamak görmekte. Atletikmişsin, zekâyla puan toplarmışsın, yakışıklıymışsın… Evren sana torpil geçmiş, anladık! Ama bize tepeden bakmadan evvel kim olduğumuzu tanımaya niyetiniz yok! Sırf tipimize, takıldığımız insanlara bakıp yargılıyorsunuz!”

Vay canına, bayağı öfkelendi.
Ama neden haksız olduğunu gösterecek en az on madde sayabilirdim.

“Şu ‘yakışıklılık, atletiklik, zeki olmak evrenin hediyesi’ geyiklerini boş ver. Evet, ilkokul bitene kadar belki idare eder. Ama ortaokuldan itibaren, popüler çocukların neden popüler olduğuna dair gayet somut sebepler var.”

Konuşurken kendi arkadaşlarım aklıma geldi.

“Mesela Yuuko’nun her gün saatlerce saç-makyaj pratiği yapıp cilt bakımıyla uğraşmadığını mı sanıyorsun? Futbol ve basket takımlarındaki arkadaşlarım, telafisi olmayan gençlik saatlerini deli gibi antremanla harcamıyor mu sence? Yua’nın bu okula girebilmek için her gece iki-üç saat çalışmadığını mı düşünüyorsun?”

“Doğuştan gelen yeteneklerini parlatıyorlar sadece…”

“Peki şöyle sorayım: Bir RPG’de karakterin 1. seviyeden başlıyor diye oyunu bırakır mısın? ‘99. seviye başlamıyorsam bu oyun çöp’ mü dersin? Hepimizin başlangıç istatistikleri farklı. Ailelerimiz, ortamlarımız değişik… Herkesin eşit çizgide başlamasını beklemek gerçekçi değil.”

“Bu… indirgemeci bir örnek.”

Kenta mırıldanıyordu.

“Belki. Ama gerçek bu. Hangi yola sapacağımıza biz karar veririz—adı ‘özgür irade’. Kaderimizi kendimiz yazarız.”

“Sizin gibilerin söylemesi kolay. Doğuştan yetenekliye karşı ne kadar çabalarsan çabala yenilirsin. Emek harcamak zaman kaybı.”

“Bunu ancak kalbinin son damlasına kadar çabalamış, tırnaklarını söke söke, ter ve kan akıta akıta uğraşmış—ve yine de doğuştan yetenekliye yenilmiş biri söylerse kabul ederim. Dünyanın en iyi vurucusu Ichiro bile deli gibi çalışır; MLB takım arkadaşları bile ‘abartıyorsun’ diye takılır adama. Daha ilkokuldayken böyleydi.”

“Doğuştan yeteneğini biraz da geliştirmiş yani.”

Hâlâ anlamamakta ısrarcıydı—ya da bilerek anlamıyordu.

“Peki sen bir şeye gerçekten emek verdin mi? ‘Kimi insanlar doğuştan şanslı, yenemeyiz’ diyorsun. Kime karşı kazanamıyorsun? ‘Dünyanın en iyisi kim olacak’ yarışından bahsediyorsan, evet, doğal yetenek fark yaratır. Ama bizim okulda, azcık çalışsan çok iyi not alırsın.”

“İşte başladı: ‘Kendi kendini kurtar’ nutku.”

“Haksız mıyım? Bazılarımız bazı şeylere daha yatkın. Asıl marifet, kendi yeteneğinin farkına varıp o alana abanmak ve çalışmak. O zaman sonuç gelir. ‘Çocuk dahiler büyüyünce sıradanlaşır’ derler. Doğuştan yetenekle sırtını dayayarak başarı gelsen de, sonsuza dek sürdüremezsin. Daha çok çalışanlar seni geçer.”

Kenta’ya anlamlı bir gülümseme gönderdim.

“Mesela okula gitmediğin şu zamanı alıp, ne bileyim, Rubik Küpü çözmeye yatırsaydın… şimdiye okulun en hızlısı olurdun, iddia ediyorum.”

“…Hadi ordan.”

Kenta’nın yüzünde bir an için tebessüm belirdi ama hemen kızarıp başka tarafa baktı.

“Demem o ki, Fuji Lisesi’ne girebildiysen zaten toplumda öndesin. Kaç kişi giriş sınavında elendi, biliyor musun? Yeteneklerin var, Kenta. Gelecekte, özgeçmişinde Fuji yazdığı sürece Fukui’deki çoğu işe rahat girersin. Hatta, bölgemizde okulun adı, ülkenin en iyi bazı üniversitelerinden bile ağır basar.”

Elbette, Fukui küçük ve taşra sayılacak bir eyalet; yani dünya ölçeğinde bakınca bu öyle ahım şahım bir başarı değil. Ama anlatmak istediğim şu: Sen düşündüğün kadar kaybeden falan değilsin, Kenta.

“Ha… Belki haklısın… Tamam, çok çalışmak biraz fark ettiriyor diyelim. Ama şu berbat iletişim becerime ya da kişiliğime ne yapacağım?”

“Yalnız kalmayı seviyorsan gidip partilerin aranan yıldızı olmaya uğraşmana gerek yok. Ama iletişim becerisi de sanıldığı kadar zor değil. Basit düşün: ‘Neden?’ diye sor, kendinle ilgili bilgi ver, ortak noktalar ara. Bu kadar.”

“Nasıl yani?”

Boğazımı temizleyip sesime ekstra enerji kattım.

“Ah, bugün fena halde uykusuzum yahu.”

Kaşımı kaldırıp “Hadi bakalım, sıra sende” diye işaret ettim.

“…Ş-şey… Neden?”

“Çünkü bir haftadır uyumuyorum da ondan. Hastası olduğum bir light novel serisi var, bütün gece onu okuyorum…”

Yine işaret ettim.

“B-ben de… light novel severim…”

“Ciddi olamazsın! Hangi türleri seversin?”

“Şey… romantik komedi tarzı…”

“Bak gördün mü? Gayet normal, tıkır tıkır işleyen bir muhabbete girdik bile. Kolaymış, değil mi?”

Alkışladım, hem de abartılı bir şekilde.

“…Dalga mı geçiyorsun benimle?”

“Hayır, ciddiyim. İletişim dediğin bu: Karşındakini tanımaya çalışmak, onun da seni tanımasına izin vermek. Top yakalamak gibi—karşılıklı paslaşıyorsun. Yua’yla Yuuko’yla konuşurken düşün: Hep topu düşürdün. ‘Niye?’, ‘Ne?’, ‘Bilmem’… Adamların pas atacak duvar bulamadı.”

“Hmm… Galiba haklısın…”

“Bir de ‘Neşeli tayfanın ne konuştuğunu bilmiyorum’ deyip durdun. Bilmiyorsan sor. İnsanları ne motive ediyor merak ediyorsan, sorarsın. Sonra da senin sevdiğin şeyleri anlatırsın.”

Kenta anlamamış bakıyordu.

“Yani Chitose… Hani sen light novel okumazdın?”

“Öyle mi diyorsun? Bak şimdi: Okulun En Ezik Çocuğuydum Ama Isekai’de Kendi Haremimin Lideri Olarak Yeniden Doğdum!, Yakışıklıyım Ama Sadece Paralel Evrenlerde?!, Dev Bir Otakuyum Fakat Sürtük Kızlar Peşimde?!, Bir Otaku Âşık Olabilir mi?, Popüler Tayfaya Katıldım Birden Bütün Talep Benim Üzerimde!, Okulun En Popüleri Aslında Küçük Kardeşimmiş!, Seksi Senpai’m Bir Otakuya Takıntılı mı?!, Popüler Olmama Gerek Yok Ama Hiç Değilse Nerd’lerin Kralı Olayım!, Hor Gördüğünüz Otakularla Takılınca Güzel Kıza Ulaşmak Zor!… Bu Dünyada Geek’ler ve Normie’ler Yer Değiştirdi!…”

Nefes nefese kaldım.

“…Neden hepsinin adı bu kadar uzun? Listeleyeceğim diye öldüm öldüm dirildim.”

“Bunların hepsini geçen sefer ben saymıştım.”

“Ben aslında sıkı bir okuyucuyumdur. Ama sen söyle, serilerin kaç cilt sürdüğünü baştan söyleseydin keşke. Her birinin en az beş cildi varmış; hepsini bitirmek koca haftamı aldı.”

“…Ne? Hepsini bir haftada mı okudun? Hadi canım. Kanıtla bakalım, sorularımı cevapla.”

Ardından karakter listeleri, spesifik bölümler—ne sorarsa cevapladım. Tüm haftam onlarla geçmişti; cevapsız bırakmadım.

“…Cidden anlamıyorum seni. Amacın ne? Benimle arkadaş olmak için neden bu kadar çırpınıyorsun?”

“Bir saniye, dur. Seninle arkadaş olsam bana sosyal anlamda sıfır faydası olur. Tek derdim seni sınıfa geri döndürmek. Başka motivasyonum yok.”

“Peki o zaman… bütün bunlar niye?”

“Ben ilkokuldayken bu ‘Tarihin En Büyük İsimleri’ serisine sarmıştım. Okumuş muydun hiç?”

Bu soruyu atarken çok da düşünmemiştim aslında—laf arasında, biraz da kafa dağıtmak için söylemiştim.

Kenta başını iki yana salladı. Konu birden değişince şaşırmış gibiydi.

Ben de lafa devam ettim, biraz da dalga geçer gibi:

“Napolyon’dan Einstein’a, Lincoln’den Jeanne d’Arc’a kadar hepsinin hayat hikâyelerini anlatıyordu. Ama hepsinin ortak bir özelliği vardı: Başta kimse onlardan bir şey beklememişti. Kimi deli sanılmış, kimi fazla sıradan, kimi de haddini bilmez diye aşağılanmıştı. Ama sonra ne oldu? Dünya onların adını ezberledi.”

Kenta bana dikkat kesilmişti, ama tek kelime etmiyordu.

Ben de gülümsedim.

“Ben o kitapları okurken hep şunu düşünürdüm: Bir gün, ben de öyle biri olabilir miyim? Beni de birileri böyle bir kitapta okuyacak mı acaba? O zaman karar verdim—önemli olanın ne kadar havalı doğduğun değil, sonradan ne kadar anlamlı biri olduğun olduğuna.”

Kenta yine bir şey demedi. Ama bu kez bakışları biraz daha sakindi. Belki de ilk defa gerçekten dinliyordu.

“Senin içinde de o potansiyel var, Kenta. Ne kadarını kullanacağınsa tamamen sana bağlı.”

Bu sefer cevap vermedi. Ama sessizliği... önceki inatçılığından farklıydı.

Ve ben, bunu bir başlangıç olarak kabul ettim.

“Hayranlık duyduğum o büyük insanlardan biri, çocukluğunda ilginç şeyler yaşamıştı. Doğuştan gelen her türlü avantaja sahipti: Öylesine güzeldi ki bazen kız sanılırdı, sınıfın en iyisiydi, sporda bütün erkekleri geçerdi. Ama bütün bunlar hiç de başını döndürmemişti; hem kızlara hem erkeklere karşı her zaman nazikti.”

Kenta araya girdi: “Şimdi bundan mı bahsediyoruz? Hiçbir şey anlamıyorum…”

“Dinle, birbirimizi tanımamıza yardım edecek bu. Sence bu çocuk şu ana kadar nasıl biri, Kenta?”

“Ne bileyim… anlattıklarına göre tam bir ukala olmalı. Ama muhakkak bir kusuru vardır, değil mi?”

—Ne kadar dürüst, diye düşündüm.

“Evet, pek çok kişi öyle hissederdi. Ve aslında öyle de oldu. Çocuğun akranları kusur aramaya, onu iğnelemeye başladı. Fazla kusursuzdu. Bir sınavdan doksan dokuz alırsa dalga geçerlerdi, üniformasında tek bir ip sarksa alay konusu olurdu, hatta gülüşüyle bile eğlenirlerdi.”

“Hak etmiş. Zaten çocuklar acımasızdır. Bir soruyu yanlış yapması hâlâ zeki olduğu gerçeğini değiştirmiyor.”

“Dedim ya, buldukları her şeyi didikliyorlardı. ‘Çıkıntı çivi çakılır.’ O çocuğu sevmiyorlardı; kova dolusu yengeç gibiydiler—kendileri yükselemeyince onu aşağı çekiyorlardı.”

Duraksayıp Kenta’ya baktım. “Sence çocuk sonra ne yapmıştır?”

Kenta düşündü: “Bence karşılık vermiştir. Doğuştan yetenekliyse gücünü gösterip üstünlüğünü koyardı. Sinirlenmiştir sonuçta.”

“Hayır. Çocuk kendini sınıf arkadaşlarının seviyesine indirmeye karar verdi. Sınavlarda bilerek yanlış yaptı, beden derslerinde kasıtlı hatalar yaptı. ‘Fazla göze batmayayım’ dedi.”

“Bu adil değil ki. Arkadaşları zorba diye çocuk neden kendini saklasın?”

“Göze batmayanlar yukarı çıkana çelme takar.”

Ders kitabını rafa geri koydum, sopamı alıp kabzasını okşadım.

“Sonra, çocukla alay kesildi mi dersin?”

“Kesilmedi, değil mi? Daha beter olmuştur.”

“Evet, durum daha da kötüleşti. Hataları arttıkça dalga da arttı; iyice ezmeye çalıştılar.”

Kenta kaşlarını çattı. “Ama sonunda çocuk kazanmıştır, öyle değil mi?”

Çenemi ovuşturdum, sakin kalmaya çalışarak devam ettim:

“En sonunda okulda bir öğretmen durumu fark etti. Çocuğu kenara çekip dedi ki: ‘Böyle yeteneklerle donatılmış birinin sınıfta örnek olması gerekir. Sen neden bu kadar çabalıyorsun diye düşünebilirsin ama diğer çocuklar da neden bütün bu yetenekler sende diye düşünüyor.’”

Derin bir nefes aldım, sesime serinkanlılık kattım:

“‘Bu yüzden daha da yükseğe uçmalısın. Daha da hızlı koşmalısın. Arkandakilere ilham verecek gerçek bir kahraman olana dek…’”

Kenta sessizdi.

“Ve çocuk, yeteneklerini saklamayı bırakıp elinden gelenin en iyisini yapmaya odaklandı. Öyle birine dönüştü ki sonunda herkesin hayranlık duyduğu biri oldu.”

“Ve sonsuza dek mutlu yaşadı. Son.”
Evet, o çocuk sonunda anladı; kendini görünmez kılmaya çalıştıkça, aslında etrafındaki zavallılara daha kolay hedef hâline geliyordu—ayaklarından tutup onu aşağı çekmeye çalışanlara.
Oysa daha yükseğe uçması gerekiyordu… Daha hızlı… Öyle yükseğe çıkmalıydı ki, artık kimsenin ona ulaşması mümkün olmasın. O kadar parlak ve güzel parlamalıydı ki…

Gece göğündeki ay gibi.
Gazoz şişesinin içinde hapsolmuş cam bilye gibi. Açamadığın o eski tarz kapakların altında. Bir kitapta böyle bir şey okumuştum bir kere.
Öylesine yükseğe çıkmalıydı ki, geriye dönüp baktığında neden o kadar yükseldiğini bile hatırlayamasın…

“Anladım. Peki o çocuk büyüyünce kim olmuş?”
“Büyüyüp… büyük, ulu, efsanevi… Saku Chitose olmuş.”
“NE?!! SEN Mİ?!!!”
“Bu arada, o hikâyeyi az önce uydurdum. Yüzde doksanı falan kurgu. Güzel değil miydi?”
“Niye böyle bir şey anlatıp da ahlâk dersi verir gibi yaptın?! Hangi kısmı doğru peki?!”
“Benim harika olduğum kısmı.”
“Zıkkım ye lan!!!”
“Yani… En azından kendimizi geliştirmeye çalışmak gerektiğini ve hayatı boş boş akışına bırakmamanın önemini anlamış olduk, değil mi?”
Kollarımı kavuşturup bilge bir edayla konuştum.

“Şu an kendimi salak gibi hissediyorum. Şu uydurma hikâyeye neredeyse inanıyordum. Ama… şey… Galiba tamamen kurgu da değildi, değil mi? Sen de bazı şeyler yaşamışsın, Chitose. Yani… özür dilerim. Haklısın. Sizi tanımadan, sadece kafamda yarattığım versiyonlarınıza kızmışım. Hepinizi kötülemişim.”

Bu tipler var ya… Sonu belirsiz, vasat bir animeyi bile “başyapıt” ilan edip eserle zerre alakası olmayan anlamlar yükleyen tayfa—Kenta tam da onlardan biri işte.

“Pekâlâ, aydınlandığına sevindim. Şimdi konuşmaya gönüllü müsün?”

“…Sanırım. En azından ne diyeceğini dinleyebilirim.”

İçimden kısaca gülümsedim.

“Harika. O hâlde bazı yanlış anlamaları netleştirelim. Öncelikle, çok sevdiğin o ‘ezik ama sonunda kazanan’ light novel’lere gelirsek: Kurgu olarak keyifli olabilirler ama gerçeklikle karıştırma. Popüler olmanın bazı püf noktalarını anlatsalar da popülerliği hem göklere çıkarıyorlar hem de şeytanlaştırıyorlar. Gerçekçi değiller, hikâye için birtakım şeyleri basitleştirip atlamak zorundalar.”

“Kurgu olduğunu biliyorum ama popüler tipler gerçekte de öyle, değil mi? Hayatın kazananları sonuçta.”

“Demek hakikaten öyle görüyorsun…”

Bir an durup düşündüm. Muhtemelen Kenta’nın tek olmadığını, okulun içine kapanık tayfasının çoğunun böyle hissettiğini anladım. Bu yanılgıyı düzeltebilmek için biraz da kendi içimi açmam gerekecekti—Yuuko’yu getirme sebeplerimden biri buydu. Küçük bir risk, ama değecek.

Tekrar konuştum:

“Popülerlerin hayatı kolay sanıyorsan yanılıyorsun. Aslında zorluğu en yüksek seviye. Göze batmak berbat bir şey. O yeraltı sitesinde maruz kaldığım küfürleri, hakaretleri biliyorsun: ‘Orospu çocuğu’, ‘man-slut’ diye dolu dolu geçiyor. Gün aşırı böyle mesajlar alıyorum—hatta senin de payın var, hatırlarsın.”

“B-ben… özür dilerim.”

“Boş ver, suçluluk duyman için söylemiyorum. Sadece her hikâyenin iki yüzü olduğunu anla istiyorum. Bak, seni kurtarmaya uğraşıyorum, üstüne sınıf başkanı seçildim.”

“Evet, söylemiştin.”

“Öyle ya, başkan olunca herkes her işi sen yaparsın, hem de kusursuz yaparsın sanıyor. Dev baskı. Şimdi düşün: Hayatında bir kez bile görmediğin, odasından çıkmayan bir çocuğu okula döndürmek zorunda kalsan hoşuna gider mi?”

“Hiç sanmam. Başkasının işine karışmayı da sevmem…”

Kenta yüzünü buruşturdu, kendini benim yerime koydu belki de.

“Gördün mü? ‘Sınıf kahramanı’ damgası yedin mi, sonsuza dek kusursuz olman beklenir. Tek bir hatada seni yerin dibine sokarlar.”

“Az önce anlattığın hikâyedeki gibi.”

Kırıntıları tek tek topluyordu—iyi işaret.

Devam ettim:

“Otakuların başrol olduğu roman kahramanlarıysa kolay modda. Hata yapınca ne oluyor? Kimse şaşırmıyor. Normal bir muhabbete giriştiklerinde bile ‘Vaay, büyük başarı!’ diye alkışlanıyorlar. Bizdeyse? Başarı beklenen bir standart. Artı puan yok. Ama en ufak falso tüm puanları sıfırlar—haksız bir oyun bu.”
“Aynen öyle.”

Başımı yavaşça salladım.

“Popüler çocukların en tepesine tırmanmana, bir anda sosyal kelebek olman gerekmez. Mesele bu değil. Mesele, sırf kendini iyi hissetmek için başkalarını aşağılamaya ihtiyaç duymayacak kadar kendine güven geliştirmek. Kendinle gurur duyabileceğin bir şey bulmak—ne olursa olsun—ve o şeyi büyütmek. İçinde öyle bir yer kaplasın ki, artık utanmaya yer kalmasın.”

Kenta başını eğdi, eşofmanının kolunu kurcalıyordu.

“…Ama henüz ne olduğunu bilmiyorum. Gurur duyabileceğim bir şeyim var mı, ondan bile emin değilim.”

“Bu da sorun değil,” dedim. “Küçükten başlarsın. Kendin için bir şey inşa edersin. Bir beceri, bir alışkanlık, bir rutin. Başta özel olmak zorunda değil. Sadece gerçek olsun. Senin emeğinle olsun. Ve içine ne kadar emek koyarsan, o değeri yavaş yavaş görmeye başlarsın. Başkalarının gözünde değil. Senin gözünde.”

Yine sessizliğe büründü.

Ama bu seferki sessizlik farklıydı. Kapanma değildi. Savunma değildi.

Sadece… düşünüyordu.

Ve bu bana yetiyordu.

Sözlerim ulaşmıştı.

Gerisi artık onun vereceği karara kalmıştı.

“Aynen öyle. Başkalarını boş ver. Kendin olmasaydın, beğeneceğin biri olmaya odaklan. O zaman kendiliğinden daha iyi bir insan haline gelirsin. Ve başkalarının ne düşündüğü artık seni rahatsız etmez.”

Kenta öne doğru eğilmişti, konuşmamı dikkatle dinliyordu. Aslında oldukça düzgün bir çocuktu. Çoğu genç, her konuda haklı olduklarına öyle inanırlar ki, başkalarının fikrine kulak vermezler. Ama Kenta öyle değildi.

“Yalnız… Bir şey daha söyleyebilir miyim?” dedi sonra. “Senin ve Hiiragi gibiler için… sevgili bulmak kolay modda, değil mi?”

“Hımm. Evet, inkâr edemem; genellikle romantik anlamda epey seçme şansımız oluyor. Ama bir yandan da ilgimizi hiç çekmeyen insanlar üzerimize yapışıp bize abayı yaktığında işler garipleşiyor. Biz sadece arkadaşlarımızla eğlenmek, sınıfla iyi geçinmek istiyoruz, ama biri duygusal bağ kurmaya başlarsa… sonunda başımıza patlayabiliyor. Reddettiğinde seni kötü adam ilan ediyorlar. O noktaya gelmeden uzak durmaya kalkarsan, bu kez seni dışlayıcı olmakla suçluyorlar. Yani… ‘yakışıklı olduğum için kusura bakmayın,’ falan gibi hissediyorsun.”

Ellerimi iki yana açıp omuz silktim.

“Geçen yıl sınıfta bazı kızlar da bu konudan şikâyet ediyordu,” dedi Kenta. “O zaman içimden, ‘Popüler orospular, geberin!’ diye geçirmiştim… Ama sen böyle anlatınca… sanırım biraz anlıyorum. İlişkiler karmaşık. Yani… biraz sempati duyabiliyorum. Ama sadece biraz.”

“Yani, ilgilenmediğin biriyse, senden nefret etmelerini tolere edebilirsin. Ama eğer değer verdiğin bir arkadaşın sana âşık olursa… o zaman işler sarpa sarıyor. Arkadaşlığı bozmak zorunda kalmak kötü hissettiriyor. ‘Lütfen sadece arkadaş kalalım’ demek zorunda kalmak da öyle. Bir de…”

O anda sustum birkaç saniyeliğine.

“Bir de şu var… Ne kadar yakışıklı olursan ol, ne kadar iyi spor yaparsan yap, notların ne kadar yüksek olursa olsun… hoşlandığın kızın senden hoşlanacağı anlamına gelmiyor.”

“Sanırım öyle… Ama şey, Chitose… sana… yani, kişisel bir şey anlatabilir miyim?”

Sesi bir anda alçaldı. İşte geliyor! Son bir itiş, ve devrilecek!

“Yok ya, gerek yok. Aşağı yukarı ne olduğunu anladım zaten, daha fazlasını da öğrenmek istemiyorum açıkçası.”

“Ne?! Ama… ama ben tam burada içimi dökecektim sana…”

“Bir otaku kulübündeydin. Okulla alakalı olmayan bir gruptu. Orada bir kız vardı. Hafiften prenses havalarında ama sana karşı nazikti, sen de ona abayı yaktın. Ama onun gönlü başkasındaydı—diyelim ki adı Prens Jiro olsun. Jiro kızı kapınca sen kendini tamamen yetersiz hissetmeye başladın. Ne popülerlerle ne de diğer otakularla aynı ortamda bulunmak istemedin. O yüzden okulu bıraktın. Yanlışım var mı?”

Kenta bana bakıyordu, dudakları sessizce kıpırdıyor ama bir türlü konuşamıyordu. Aklından geçenleri net bir şekilde görebiliyordum: “Bunu nereden bildin?!”

Dostum, bunun bu kadar bariz olduğunu nasıl göremiyorsun gerçekten anlamıyorum.

Yuuko ve Nanase baştan sona haklıymış.

“…Ş-şey… Ona çıkma teklif ettiğimde… bana dedi ki… ‘Afedersin ama… hayal mi görüyorsun? Senin gibi biriyle asla çıkmam. Sosyal statünü bile fark etmiyor musun? Sefil!’…”

“Vay be, adamım. Bir kızdan öyle bir lafı duyduktan sonra hâlâ sokağa çıkabiliyor olman mucize.”

“Zaten çıkmıyorum ki!!!”

Hemen Yuuko’ya LINE’dan bir mesaj attım; biraz buzlu kahve ve buzlu çay getirip kapının önüne bırakmasını istedim. Kenta’yla konuşacak daha çok şeyimiz vardı.

“Peki bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsun, dostum?”

Bardağımdaki buzları pipetle karıştırıp kahveden höpürdeterek bir yudum aldım.

“O kız… Adı Miki… Açık konuşayım, onunla işim bitti.”

“Travma yaşadın.”

“Evet, sanırım öyle. İlk defa animasyon olmayan bir kıza âşık olmuştum… Ama gerçek hayattaki kızlar, sandığımdan da beter çıktı. Ben en iyisi, waifu’larıma geri döneyim.”

“Peki ya okul?”

“O konuda… Böyle devam edemeyeceğimi biliyorum. Eninde sonunda kendi geleceğimi berbat edeceğim. İlk zamanlar yaşadığım şok yüzünden okula gidememiştim ama sonradan toparladığımda da artık geri dönme şansımı kaçırmıştım. Ailem ne kadar endişelendi, farkındayım…”

Hıhı.
Tahminimce, kendini odana kapatmışken bir yandan da geleceğini tamamen çöpe atmaktan yana kararsız olmak… insanı zihnen bitiriyordur.

“Eğer gerçekten yanımda durup bana popüler olmayı öğreteceksen, Chitose… sanırım okula dönebilirim.”

Kenta başını kaldırıp gözlerimin içine baktı.

“Şey… hayatta olmaz, dostum.”

Başımı kararlı bir şekilde iki yana salladım. Kenta’nın ağzı açık kaldı, tamamen donup kalmıştı.

“Ne?! Ama… ama olayın böyle ilerlemesi gerekmiyor muydu…?”

“Bir düşün, dostum. Benim görevim seni okula dönmeye ikna etmekti. Onu da hallettik. Ama dürüst olayım, eğer başaramasaydım bile bu beni pek etkilemezdi. Buraya sadece, gelip sorunu çözdüm diye kendimi iyi hissetmek için geldim. Ama kim demiş seni okula götürüp kolumun altında popüler yapacağımı?”

“Ama… ama işin kuralı bu değil miydi…”

“Yok, hiç de öyle değil. Benim hiçbir yükümlülüğüm yok. Elbette seni ‘Team Chitose’a aldırabilirim belki. Ama o sadece seni daha da depresif yapar. Çünkü grubumdaki herkes senin çok üstünde bir seviyede. Asıl mesele şu ki… Ben okulda seninle takılmak istemiyorum.”

“Ciddi misin?! Şu an, bütün bunlardan sonra bana bunları mı söylüyorsun?!”

“Büyü artık. Sen kendi otakudan popüler çocuğa dönüşme hikâyenin baş kahramanı olabilirsin ama bu benim hikâyem değil. Benimki bir harem komedisi ve başrolünde Saku Chitose var. Sen sadece, okuyuculara ne kadar havalı olduğumu göstermek için konulmuş yan karakterlerden birisin. ‘Zavallı ben, okula gidemiyorum’ numaran, hikâyeyi başlatmak ve okuyucuyu içine çekmek için serpiştirilmiş bir yem sadece. Hadi, artık kendi hikâyenin sorumluluğunu üstlen ve nasıl olmasını istiyorsan öyle yaz, Bay Yan Karakter.”

“Can sıkıcı mı olmaya çalışıyorsun sen?”

Onun açısından bakarsak, bu günün hayatını tamamen değiştirecek, dönüm noktası olacak bir gün olduğunu düşünüyordu muhtemelen. Ama benim için… Salı günüydü. Geldim, işimi yaptım. Her zamanki gibi. Büyük ihtimalle yetişkin olduğumda bu günü hatırlamayacağım bile.

Bu, onunla bağımı koparma yöntemimdi. Böyle olması daha iyiydi. Çünkü benim paçama yapışarak bir yere varamazdı zaten.

Kenta’nın suratındaki şok ifadesi tam anlamıyla “başka bir dünyaya ışınlandım ve orada da su aygırına dönüştüm” gibiydi.

“Ama durumunu anlayabiliyorum. Altı delik bir kayıktasın ve hızla su alıyorsun. Boğulmanı izlemek istemem. O yüzden sana birkaç tüyo vereceğim. En azından o deliği kapatmana yetecek kadar.”

“Niye uğraşıyorsun ki? Umurunda bile değil batıp çıkmam!”

“Gerçekten boğulmak mı istiyorsun, ha?”

“…Peki. Yardım et bari. Zaten kendimi köşeye sıkıştırdım, başka çarem yok. Hem… şey… sana güvenebileceğimi hissediyorum, Chitose.”

“Oo, çok sağ ol. Sana hizmet etme fırsatı verdiğin için şükranlarımı sunuyorum, Majesteleri.”

“Tamam, tamam. Lütfen, Saku Chitose Beyefendi… Fuji Lisesi’nin en popüler ve en havalı kişisi… Ne olur, ne olur, şu zavallı, asosyal, odasından çıkmayan otaku solucanına biraz bilgelik bahşedin.”

Kenta elleri ve dizlerinin üstüne çöküp, tüm gururunu yitirmiş biri gibi yalvarmaya başladı. Bana hâlâ tam anlamıyla güvenmiş değildi ama madem camını patlatmamı, üzerine saatlerce ahkâm kesmemi ve “kitabı kapağına göre yargılama” dersi vermemi kabullendi… artık geri adım da atamazdı.

İçimden hafifçe sırıttım.
Güzel. Ben Kenta’yı kendi imajımı parlatmak için kullanıyordum. O da beni kullanabilirdi.

“Pekâlâ. Bana… Kral diyebilirsin.”

“Kral mı!!!”

Aha, ne ilginç bir çocuktu şu Kenta.

“Uyarayım, uzun süre akıl hocan falan olmam. Belki üç hafta, en fazla. Golden Week tatiline kadar diyelim. Sana popüler bir hayat yaşamanın temelini öğreteceğim. Ondan sonra öğrendiklerini kendin geliştirerek ilerlemek zorundasın.”

“Anlaşıldı, Kral.”

“Ama kendine bir hedef belirlemelisin. Bu Miki meselesini gerçekten kapattın mı?”

“Aşkla ilgili kısmını kapattım. Yani… hâlâ üzgünüm biraz… Ve dürüst olayım, elime fırsat geçerse ona neler kaçırdığını göstermek isterim. Azıcık da olsa.”

“Güzel. En iyisi basit hedefler. Hadi o kızı pişman edelim. Prens Jiro’yu da parçalayalım. Biraz burnunu sürtelim.”

“S-sence bunu yapabilir miyiz gerçekten… Kralım?”

“Bahsettiğimiz kişiler bir otaku grubunun prensiyle prensesi. Ben ise popüler çocukların kralıyım, haberin olsun. Bu kadar muazzam eğitimden sonra bile onları alt edemezsen… o senin beceriksizliğindir. Eğer batırırsan… seni bulurum. Benden kaçabileceğin tek yer, kafanın içi olur. Anladın mı?”

“Sen kral falan değilsin… Sen… sen bir şeytansın!”

“Ve bir şey daha.” Kalan buzlu kahvemi bir yudumda içtim. “Az önce ‘gerçek kızlar berbat’ dedin, değil mi? Bu hiç hoşuma gitmedi, Kenta.”

“Evet ama… öyle hissediyorum. Gerçek kızların ne düşündüğünü anlamak imkânsız. Üstelik dış görünüşünle ya da ne konuştuğunla ilgili her an diken üstündesin. Animedeki kızlar çok daha iyi. Koşulsuz sevgi veriyorlar. Özel bir şey yapmana gerek yok.”

“Dinle, pislik! Hiç gerçek bir kızın göğüslerinin yumuşaklığını hissettin mi?! Her kızda değişen o benzersiz boyut, şekil ve yumuşaklık hissine dair en ufak bir fikrin var mı?! Bir kızı kollarına çekerken saçlarından gelen o taze, temiz kokuyu duydun mu?! Ellerinle göbeğini ve kalçalarını okşarken gömleğinin altına süzüldüğün o ipeksi teni bildin mi?! Dilini boynuna değdirdiğinde duyduğun o hafif tuzlu tadı tattın mı?! Bir kız dudaklarına doğru eğilip alt dudağını yaladığında neredeyse bayılacak gibi oldun mu?! Omzunun ardından süzüle süzüle sütyen kopçasını açmaya çalışırken yaşadığın o heyecanı hissettin mi?! Ve sonra... tam yedi saniye sonra (ki bu benim kişisel rekorumdur), o sütyen sonunda açılıp ellerine düştüğünde yaşanan o anı?! Tüm bunların hayalini bile kurdun mu?!!!”
“H-hayır…”

“O zaman söylediklerinin hiçbir geçerliliği yok, bakire! Tamam, git çizgi karakterlerle yetin! O sınırlı hayal gücüne güvenip kendini kandır! Ama unutma! O tapındığın 2D kızlar… Onlar düz! Onlar cansız! Onlar sadece kâğıttan ibaret!”

“Cansız değiller! Benim zihnimde yaşıyorlar!”
“Ama yalnızca senin zihninde. Onları gerçekten hayata geçiremiyorsan, bakirliğinden kurtulmanın tek yolu gerçek kızların peşinden gitmek! Ama sana iyi bir haberim var. Hani Yuuko var ya? Onun yüzünü de vücudunu da gördün.”


“Şey… Okulda gördüm tabii. Göz ardı edilecek gibi değil…”

“Aynen. O benim… haremimdeki azgın kızlardan biri sayılır. Eğer ona, biraz ‘aldatılma fantezisi’ falan yapmak istediğimi söylesem, muhtemelen kabul eder. Pek sevinmez tabii ama, büyük ihtimalle senin ilk deneyimin o olurdu. Bu arada, Yuuko’nun özellikleri şöyle… Süper dolgun D cup. Japonya’daki her kadının ideal boyut olarak gördüğü ölçü. Peki, ne diyorsun? Dalmaya hazır mısın? Okulun en ateşli kızıyla yüzünü göğsüne gömmek istemez misin?”

“K-Kral… şu an ciddi misin sen?”

“Kral asla yalan söylemez.”

“Ama yani… cidden mi?”

“Cidden ciddiyim. Eee, ne diyorsun? Dalmak ister misin?”

“E-Evet! Yüzümü gömmek istiyorum! Yüzümü gömmek istiyorum, Kralım!”

“Üç boyutlu memeleri seviyor musun?”

“Seviyorum! Seviyorum! Gerçek kızları sevmedim dediğim için affet!”

“2D kızlara olan düşkünlüğün sadece üzümün çürüğü mü?”

“Evet! Evet! Hem de çok ekşi, Kralım!”

“Meme seviyor musun?!”

“Meme seviyorum!”

“Duyamıyorum! Daha yüksek sesle!”

“Meme seviyorum! MEME SEVİYORUM!”

“DAHA YÜKSEK!!!”

“MEMELER, MEMELER, MEMELER, MEEE-MEEE-LEERRR!!!”

“BENİM ADIM NE?!”

“KRAL! KRAL! KRAL!”

“DAHA YÜKSEK! VARINI YOĞUNU VER! ŞU ZAVALLI STREÇLENMİŞ ALETİNİ DÜŞÜN!!!”

“ÜÇ BOYUTLU MEMELERİN ARASINA GÖMMEK İSTİYORUM!!!”

“RUHUNU BANA SAT!!!”

“EVET KRAL! EVET! MEEEEEMEEEEEELER!!!”

“YAZIKLAR OLSUN!! O MEMELER BENİM!! KENDİNE YENİSİNİ BUL!!”

“Dur… Ne?”

“Yalan söylemedim. O kızın benim ‘haremim’de olduğunu sen söyledin, ve ben de sadece ‘belki kabul eder’ dedim. Hiçbir zaman yapacağını söylemedim. Hiçbir söz vermedim. Sadece ne düşündüğünü sordum.”

“Sen… sen gerçekten bir şeytansın.”

Bundan sonra, Kenta’yı aşağıya indirdim. Onca tantanadan sonra, sanırım nihayet bir çıkış yolu bulmuş olmaktan dolayı rahatlamıştı ve bu fırsatı kaçırmamaya kararlıydı.

“Umarım annem ağlamaya başlamaz. Bir de Hiiragi kesin bana kıl olmuştur…”

Muhtemelen odasına kapandığı süre boyunca kafasında defalarca canlandırmıştı bu anı. Sonunda dışarı çıkacağı an.

İnsanların karşısına nasıl çıkılır, ne denir… Annesi ağlayacak mı? Kızacak mı? Sonunda affedecek mi?

Önden ben gidip salon kapısını açtım.

“Ah, hey, Saku! İşin bitti mi?”

“Ah canım! Sonunda dışarı mı çıktın?!”

İkisi de aşağıda oturmuş çay içiyorlardı, sanki yıllardır tanışıyorlarmış gibi. Kenta’nın annesinden tam bir “Bu akşam köri yapıyorum!” havası yükseliyordu.

Ama beklediğim bir şeydi bu. Yuuko’nun olayı bu işte—herkesle arkadaş olmayı başarıyor.

Kenta başını önüne eğmişti, epey mahcup görünüyordu. Hâlâ kapı eşiğinde oyalanıp duruyordu. En sonunda, kolundan çekip içeri soktum. Üstüne bir de kıçına küçük bir şaplak attım, tamam mı.

“A-Anne… Bu kadar endişelenmene sebep olduğum için özür dilerim. Aslında, ben—”

“Ah, hepsini Yuuko’dan duydum. Aşk hayatın yüzünden moralin bozulmuş, öyle mi? Büyük konuşuyorsun ama hâlâ küçük bir çocuksun işte. Başka bir şey oldu sanıp çok endişelendim! Yarın okula dönüyorsun ve bu konuyu burada kapatıyoruz.”

“Şey… Tamam.”

Üzgünüm, Sidey McSide Character. Benim romanımda dramatik barışma sahneleri yok.

“Ş-şey… Sana da kaba davrandım, Hiiragi. Seni doğru düzgün tanımadan bazı şeyler söyledim…”

“Yuuko desen de olur, anlaşıldı mı? Neyse Kentacchi, Saku’dan da özür dilediysen benim için mesele kapanmıştır.”

Yuuko, elindeki yarım kurabiyeyi havada sallayarak sırıttı. Şu taktığı lakap da ne öyle? İnsanın aklına kızarmış tavuk getiriyor.

“Duş alıp tıraş ol, üstünü değiş. Pis kokuyorsun,” dedi.

“Gerçekten öyle!” diye ekledim.

Ve böylece—aylar sonra ilk kez—anneyle oğulun yüz yüze “duygulu” buluşması sona ermiş oldu.
Ah, ne kadar da moral verici(!)

Muhtemelen Yuuko’nun orada oluşu Kenta’yı harekete geçirdi. Yarım saat sonra duş almış, tıraş olmuş ve normal kıyafetler giymiş hâlde geri döndü; gözlüğünü de lensle değiştirmişti.

““Eeh…””
Yuuko’yla aynı anda dudak büktük.

“Hm, belki sakalları kalsaydı daha iyi olurdu,” dedim. “Gözlüğün süper geek duruyordu, ama lensle yüzünde zerre karakter kalmamış. Saçın da facia. Kestir diyecektim ama belki biraz daha ‘çılgın’ bir model lazım…”

“Evet ya, koridorda her gün önünden geçsem yüzünü hatırlamam!” dedi Yuuko.

“Vay, ağır oldu,” dedi Kenta.

Bu arada Yumiko alışverişe çıkmıştı—tahmin ettiğim gibi akşama köri yapacak.

“Peki ya kıyafet?” diye tereddüt etti Kenta. “En iyilerini seçmiştim sözde.”

““Olmamış.””

“Cidden mi?”

“Allah aşkına, kendini Sid Vicious mı sandın? İngilizce zırvalarla dolu uzun kollu tişört de ne? DEAD BOY mu yazıyor? FAT BOY desene. Kafatası, haç, tribal desenler… Arkada kanat mı var?! Kolyedeki incik boncuk da tişörtle beraber bedava mı geldi? Jean’e diyecek yok sandım ama—boot-cut mı o? Cidden boot-cut mı giyiyorsun? Ve kareli cep astarı? Of dostum… Otakular ve kareli desen meselesi nedir? Zorunlu kotayı mı dolduruyorsunuz? Yanında durmaya bile utanıyorum, yürü­yen moda felaketi!”

“Ş-şey… O kadar da demesek, Kral,” diye mırıldandı Kenta.

“Akıl almazsin, o yüzden! Şu meşhur otaku üniforması olan kareli flanel gömlek, jean ve alın bandı üçlüsüyle gelseydin bari; en azından neyle uğraştığımı bilirdim. Ama bu…? Yuuko, sen ne diyorsun?”

Yuuko sırıtıp başını salladı. “Böyle giyinip randevuya çıksan, önce tekmeleri göğsünde hisseder, sonra da ben kaçarım.”

“Anladın mı? Demek light novellerdeki ‘ezik başrol’lerden bunu öğrendin ha? Tamam, haftaya sonu seni Lpa’ya götürüyoruz alışverişe. Sana yakışan kıyafeti nasıl seçeceğini göstereceğim. Geliyor musun, Yuuko?”

“Saku varsa ben de varım!”

Not: Lpa, Fukui şehrinin en büyük alışveriş merkezidir; kıyafet mağazaları, sinema, arcade, karaoke, Starbucks… ne ararsan var. Hafta sonu buluşmaları için herkesin yolunun düştüğü mekân kısacası.

“Gerçekten mi? Hafta sonunuzu bana ayırır mısınız? Ne kadar naziksiniz. Çünkü ne alacağımı hiç bilmiyorum. Fakat… oralara bu kıyafetle gelsem sorun olur mu?”

“Okul forması,” dedik Yuuko’yla aynı anda.
Herif tam bir enkazdı, yalan yok. Ama toparlanma potansiyeli vardı.

“Şimdilik seni bu saçla okula geri gönderemeyiz. Bırak Yuuko kessin.”

“Yani... Hiiragi mi? Yani, şey, Yuuko mu? Pek... elinin sağlam olduğunu söyleyemem.”

“Ne ayıp! Benim kuaför salonlarından aşağı kalır yanım yok, haberin olsun! Hem Saku zaten benden istedi bile. Yanımda saç kesme makasım, seyreltme makasım, hatta saç tıraş makinem bile var! Hazır başlamışken kaşlarını da alıveririm, bonus olsun!”

Yuuko çantasını kurcalayıp bir bir aletlerini gösterdi.

“Rahat ol. Yuuko’nun eli sağlamdır, kefilim. Saçımı defalarca o kesti. Okulu asmaya başlamadan önce saç stilin nasıldı?”

“Tümden uzundu... Gözlerimin üstüne düşen perçemlerim vardı.”

“Yuuko, ona bayağı kısa bir kesim yap. Yanları sıfıra vur.”

“Emredersin, kaptan!”

“Bari biri de bana fikrimi sorsa?!”

Küçük arka bahçeye çıktık. Öyle özel bir yer değildi ama belli ki Kenta’nın annesi, babası ya da ikisi birden özenle ilgileniyordu. Güzel görünüyordu.

Kenta’yla havasız odasında laflarken dışarısı serinlemişti, şimdi ise epey keyifliydi. Alacakaranlık gökyüzü kırmızıya çalıyordu.

Yuuko evde bulduğu eski gazeteleri yere serdi, üzerine yemek sandalyelerinden birini koydu. Yumiko’dan önceden istediği plastik poşeti çıkartıp yarım ay şeklinde katladı, ortasına küçük bir delik açarak saç kesme önlüğü yaptı.

Arkamızda dolanan Kenta’ya döndüm:

“Bak, saçları gözünün üstüne düşen karizmatik model saçlar sadece benim gibilerde işe yarar. Erkeklerin ilk izlenimde en çok dikkat etmesi gereken şey, ‘derli topluluk’tur. Eğer saklamak istediğin bir suratın varsa, en iyisi saçını kazıtıp dik durmaktır. Ama seninki öyle felaket bir yüz değil, o yüzden Yuuko sana bir undercut yapacak, üstleri biraz uzun bırakacak. Saçında doğal bir dalga var, hafif bir hava katacaktır, abartıya kaçmadan.”

“Evet ya, bence de! Hadi Kentacchi, otur bakalım, bunu da tak üstüne.”

Kenta söylenmeden sandalyeye oturdu. Yuuko karşısına geçti, önlüğü kafasından geçirip üstüne oturttu. Ama kollar için delik açmayı unutmuştu sanki.

“Bir zamanlar ismi olan serseri samuraya benzedin. O önlükle birlikte… kafası kopmuş serseri samuraya döndün.”

“İğrenç! Ama çok komik!”

“…”

Ama biliyordum ki Kenta’nın bir anda susmasının sebebi öfke falan değildi. Göz hizasında Yuuko’nun göğüsleri vardı. Ve gizlice kokusunu içine çekmeye çalışıyordu. Burnunun seğirdiğini gördüm.
Neyse… Bu kadarını da ona bırakabilirim.

“Hadi bakalım, makaslar şakırdasın!”

Yuuko’nun makasları parladı, Kenta’nın çene hizasındaki uzun saçlarını kesmeye başladı. Önce boyu kısaltıyordu, sonra şekil verecekti.

“Çok fazla kesiyorsun… En azından ne yaptığını görebileceğim bir ayna veremez misin?”

“Aynada göreceğin tek şey, soluk benizli, sağlıksız bir ev çocuğu olur. Hem Yuuko’nun yeteneklerini sorgulama hakkın yok. Sus bakalım.”

“Ya canım Kentacchi… İlk kez mi saç kestiriyorsun? Gözlerini kapa, bana bırak her şeyi. Hatta kafa masajı bile bedava!”

Yuuko, ne olur… Farkında olmayabilirsin ama zavallı bakiri kalpten götüreceksin. Daha konuşacak çok şeyim var çocukla.

Kenta’yı oyalamak için yeniden sohbete başladım, Yuuko da işine devam etti:

“Yarın okula dönüyorsun, anlaştık mı?”

“Bana biraz daha zaman isteme şansı yok mu, Kral?”

“Hmpf. Yolumun üstü değil ama ilk birkaç gün sabah seni gelip alacağım. Beraber gideriz.”

“Caydığın falan yok ya?”

“Bak, üç haftada senin için yapabileceğim şeyler sınırlı. Bu işin etkili olup olmayacağı senin ne kadar çaba gösterdiğine bağlı. Öncelikle iletişim becerini geliştirmeliyiz. Önce seni okula geri döndürüp sınıfa tekrar entegre edeceğiz. Hedefimiz, popüler biriyle normal bir sohbet edebilecek hale gelmen, korkup kaçmadan. Anlaştık mı?”

“Sadece bu mu? Hah. O kadar da zor değilmiş.”

“O zaman neden bugüne kadar yapmadın?”

“…Benim hatam, Kral. Devam et.”

Yuuko saça odaklanmıştı. Konuşmalarımızı duyuyordu ama başka her şeyi bana bırakmıştı.

“Şunu bil de… Eğer Yuuko’yla benim seviyeme çıkmayı umuyorsan, boşuna hayal kuruyorsun. Belki bir romanda, bir yılın varsa olurdu ama burası gerçek hayat. Ne kadar zaman harcadığınla alakalı değil. Diğer öğrencilerle rahat rahat konuşmak ve normal bir lise hayatı yaşamak senin ulaşabileceğin en iyi seviye. Eğer bunun ötesinde bir şey istiyorsan, onu sen düşüneceksin. Ama bil ki, sana ne kadar ders verirsem vereyim, oraya ulaşamazsın.”

Kenta sessizce başını salladı.
Hey, dur onu yapma! Yuuko’nun elinin ayarını bozuyorsun.

“Dış görünüşün de endişelenmemiz gereken başka bir konu. Bu yüzden seni tıraş ediyoruz ve bu yüzden seni Lpa’ya götüreceğiz. Sana rehberlik edeceğim ama o vücut şişkinliğini düzeltmek için gereken çabayı senin göstermen gerekiyor. Kilolu olacak kadar tombul değilsin ki, bu halini bir karakter özelliğine çevirebilesin. O yüzden biraz incelmen şart. Bu kiloda okuldan ayrıldığından beri mi kaldın?”

“Hayır aslında, daha önce daha zayıftım.”

“Tamam o zaman. Sana bir beslenme planı ve bir antrenman programı hazırlayacağım. Ama işi sen yapacaksın, bunu unutma. Seni ketojenik diyete falan sokacak değilim ama rafine karbonhidratlara elveda diyeceksin. Kardiyoyu ağır tutacağız, yanına da hızlı sonuç verecek türden biraz kuvvet antrenmanı. Saçın, kıyafetin ve eski formuna dönmeni sağlamazsak, sana yardım edebileceğim çok bir şey kalmaz.”

“Vücut tipim ve metabolizmam benim elimde olan şeyler değil ki...”

“Biliyorum, herkesin vücut yapısı farklı. Ama mesele kalori alımı ve kalori harcaması, temel termodinamik. Bahane üretme. Hem eğer normalde zayıf biriysen, biraz egzersiz ve kalori açığı hızlı sonuç verir. Kalk ve çalışmaya başla.”

Ama nasıl olduğunu ben de biliyordum. Ben de biraz sporla hemen kas yapabilen bir tiptim, ama sporu bırakınca o hacim anında başka yerlere gidiyordu. Bazı insanlar var, evdeki tüm yemeği yeseler bile kilo almazlar, ama aynı şekilde ne kadar çalışsalar da ciddi kas yapamazlar. Vücut tipine göre çalışmak gerek ama bunu bahane olarak da kullanamazsın.

“Evet ama…”

“Ama, ama, ama. Yeter artık. Bir ‘ama’ daha duyarsam, kafanı kazıtıyorum. Bundan sonra ağzından çıkmasına izin verdiğim tek şey şu: ‘Emredersiniz, Kralım.’ Anladın mı?”

“...Elimden geleni yapacağım, Kralım.”

“Ve şimdi telefonunu ver. Önce kilidini aç.”

“...Telefonumu mu alacaksın...?”

“Yuuko, bana saç tıraş makinesini ver.”

“Buyrunuz~!”

“...Emredersiniz efendim!!!”

Kenta’nın titreyen ellerinden telefonu kaptım ve hemen hangi uygulamaları kullandığını görmek için incelemeye başladım. Gördüklerim beni pek şaşırtmadı. Tiksintiyle iç çektim.

“Yarın sabahtan itibaren, Twitter, 5chan ve o lanet okul dedikodu sitesine girmen yasak, Kenta. Ne paylaşım yapacaksın, ne de sayfaları kaydıracaksın. Hatta göz ucuyla bile bakmayacaksın, anladın mı?”

“Ama bu uygulamalar, varlığımı sürdüren şeylerin neredeyse yarısını oluşturuyor! Ne zamana kadar kullanamayacağım?!”

“İnternette, yüzünü bile görmediğin insanlara laf çakmanın ne kadar boş ve verimsiz olduğunu anlayana kadar. Ama o sevdiğin hafif romanları bana tanıttığın için teşekkür olarak, sana ana akım birkaç roman ödünç vereceğim. Dikkatle oku, tamam mı?”

“Ana akım romanlar mı? Okuması çok zor oluyor ama…”

“Sızlanma. Raymond Chandler gibi birinden öğreneceğin çok şey var. Hatta herhangi bir ‘hard-boiled’ kurgu iş görür. Gerçekten havalı, popüler adamlar yalnızca popüler olmak için yaşamaz. Bir erkek, felsefe ve estetik hakkında da bir şeyler öğrenmeli. Ama seni şimdiden uyarayım; kitaplarımı açık bir şekilde yere bırakır ya da sayfalarını köşesinden kıvırırsan, seni ellerimle öldürürüm.”

“B-ben asla bir kitaba öyle davranmam. Bu konuda bana güvenebilirsin.”

“Sana ayrıca, havalı erkek baş karakterler barındıran dizi ve film önerileri de vereceğim. Bir dijital platforma abone olmalısın. Ama ben ne veriyorsam onu körü körüne tüketmek zorunda da değilsin. Kendi rol modellerini bulmalısın. Hafif roman kahramanları da olur. Sadece birini örnek al, yeter.”

“Bir örnek almak, ha… Düşünmem gerekecek.”

Sanırım şimdilik işimiz bitti.

Snip-snip.

Yuuko, ciddi ve pek ona yakışmayan bir ifadeyle makası kullanıyordu. Kenta ise huzursuz görünüyordu, gözlerini nereye dikeceğini bilemiyordu; kendi dizlerine bakıp duruyordu. Bu kadar Yuuko’ya yakın olacağı başka bir şansı olmayacağının farkındaydı belli ki, ama elinden gelenin en iyisini yapamıyordu.

Snip-snip, snip-snip.

Makasın sesi neredeyse ritmikti.

Garip bir akşamdı.

Yuuko ve ben… okulun en tanınmış iki öğrencisi… Ve karşımızda, neredeyse kimsenin umrunda olmayan Kenta.

Yuuko onun saçını kesiyor, ben de ona hayatı öğretiyordum. Bir dizi garip tesadüf bizi buraya getirmiş gibiydi. Ya da belki de bir dizi kötü karar.

Ama ne olursa olsun, garip bir mucizeydi bu. İlk kez kendi harçlığıyla aldığın çikolatadan altın bilet çıkması gibi bir şey.

Yuuko şimdi saç kesme makinesini çıkarmış, yanları temizliyordu.

“Hepsi bitti! Saku, nasıl oldu?!”

“Hımm. Sürgün edilmiş bir samuraiden, kafasında yosunlarla sudan çıkmış bir su aygırına… En azından bir ilerleme var.”

“Hey!”

“Uh…”

Gerçi pek Yuuko’nun suçu değildi. Elindeki malzeme çok da iyi değildi.

“Şimdi sıra vücut yapında, olur mu Kenta?”

Yumiko alışverişten döndüğünde, sade ama içimizi ısıtan bir köri pilav hazırladı hepimiz için. Akşam yemeğine kalmaya karar verdik, sonra da evin yolunu tuttuk.

Tabii ki, Kenta’nın köri tabağı lahana yatağına servis edildi. Ve tabaktaki tüm patatesleri ayıklattık. Çünkü basit karbonhidratlar, beslenme planının bir parçası değildi.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


1   Önceki Bölüm