Gökler, soğuk ve yıldızlı bir ışıkla bezenmişti. Yeryüzünde ise bir yıldızlar kümesi, şehrin hatlarını çiziyordu.
Panter yaratık, havada yüzercesine körfezin üzerinden süzülüyordu. Ayrılışlarının hızı nefesini kesmişti, ancak garip bir şekilde, beklediği o sert rüzgârı hissetmiyor, bu yüzden de ne kadar hızlı gittiklerine dair doğrudan bir izlenim edinemiyordu. Ancak şehir manzarasının arkasında ne denli hızlı kaybolduğuna bakarak, hızlarını anlayabiliyordu.
Ne kadar yalvarsa da, kimse ona karşılık vermedi.
Gidiş hızlarını kestirememenin doğurduğu korku, zamanla azaldı. Yerini, varacakları yerin belirsizliğine dair bir tedirginlik aldı.
Panter yaratık, açık denize doğru yöneldi. Artık Keiki’yi uçan yaratığının üzerinde göremiyordu. Keiki, bunun uzun bir yolculuk olacağını söylemişti.
Yorgunluğuyla birlikte derin bir umursamazlık hissi sardı bedenini. Vazgeçti, itiraz etmeyi bıraktı. Ve şimdi, uzuvlarını hafifçe oynattığında fark etti ki, aslında rahatsız da değildi. Kadının kolları beline dolanmıştı; sıcacıktı.
Youko tereddüt etti, ardından sordu: “Bizi hâlâ takip ediyorlar mı?” Arkaya dönerek kadına baktı.
Kadın, “Onlar bir ordudur,” dedi. Ama sesi yumuşaktı, hatta bir şekilde yatıştırıcıydı.
“Sen kimsin?”
“Biz Taiho’nun hizmetkârlarıyız. Şimdi öne bak. Seni düşürürsem memnun olmaz.”
Youko gönülsüzce doğruldu. Gördüğü tek şey karanlık gökyüzü ve karanlık okyanustu; yıldızların solgun ışıkları, dalgaların sönük beyaz parıltısı. Yüksek bir kış ayı. Başka hiçbir şey yoktu.
Kılıcı sıkıca tut. Ne olursa olsun elinden bırakmamalısın.”
Bu uyarı, Youko’nun içinde bir korku kıvılcımı çaktı. Bu yalnızca daha korkunç savaşların onları beklediği anlamına gelebilirdi.
“Düşman mı?”
“Peşimizdeler. Ama Hyouki çok hızlı. Endişelenme.”
“Peki ya...”
“Ve kılıcı ya da kını sakın kaybetme.”
“Kinı da mı?”
“Kılıç ve kın bir bütündür, birlikte tutulmaları gerekir. Kinın üzerindeki mücevherler seni korumak için var.”
Youko, kollarında tuttuğu kılıca baktı. Kını saran süslü ipliğin uçlarında pinpon topu büyüklüğünde, mavi-yeşil renkte iki küre duruyordu.
“Bunlar mı?”
“Evet. Tut ve kendin hisset. Yeterince serin olmalı, fark edebilirsin.”
Youko küreleri avuçladı. His yavaş yavaş ellerine yayıldı.
“Sıcaklar.”
“Yaralandığında, hasta olduğunda ya da bitkin düştüğünde işine yarayacaklar. Kılıç ve kın değerli hazinelerdir. Onları kaybetme.”
Youko başını salladı. Bir sonraki sorusunu düşünüyordu ki, birden hızları azaldı.
Beyaz ay, karanlık denizin üstünde bir hale gibi parlıyordu. Alçaldıkça, dalgalar üzerindeki ışığın dokusu daha da yoğunlaştı—sanki ay ışığı, beyaz köpükleri canlı bir taşkınlığa sürüklüyordu. Daha da yaklaştıklarında, denizin yüzeyinde dönen bir su hortumu görebildi.
Youko, panter yaratığın o ışıltılı girdabın ortasındaki ışık halkasına doğru dalışa geçtiğini fark etti.
Başka bir itirazda bulunmaya fırsat bulamadan, girdabın içine daldılar. Youko gözlerini sımsıkı kapattı, suya çarpacaklarını sanarak kendini sert bir darbeye hazırladı. Ancak hissettiği şey... neredeyse hiçbir şeydi. Ne köpüren dalgaların sıçrayışı, ne denizin soğuk dokunuşu. Sadece gümüşi bir ışığın içine gömülme hissi; göz kenarlarından sızan ışığın parıltısı.
Yüzüne ince bir tül gibi bir şeyin dokunduğunu hissetti. Gözlerini açtı. Işıkla dolu bir tünelin içindeydiler sanki. Ne karanlık vardı, ne de rüzgâr. Başlarından ayaklarına dek her yanı saran bir parıltı, siyah dalgaların altına inen ay ışığından oluşmuş bir hale içindeydiler.
“Bu da ne?” diye fısıldadı Youko, yüksek sesle.
Yaratığın ayaklarının altında olduğu gibi, başının üstünde de bir ışık halkası vardı. Işığın yukarıdan aşağıya mı, yoksa aşağıdan yukarıya mı aktığını anlayamıyordu. Her halükârda, çok geçmeden bu ışık tünelini geçeceklerdi.
Neredeyse ışık halkasına atladıkları anda, yüzüne yeniden o ince tül gibi dokunuşu hissetti. Tek bir sıçrayışla suyun üzerine fırladılar. Okyanusun sesleri geri döndü. Başını kaldırınca, yeniden denizin geniş ve mat yüzeyini gördü. Ayın halinden dışarı çıkmışlardı. Yüzeye ne kadar yakın ya da uzak olduklarını kestiremiyordu. Gördüğü tek şey, ay ışığına bulanmış dalga tepeleriydi.
Yüzey, sanki öfkeli bir rüzgârla savruluyormuş gibi, ışıldayan köpüklerle kabarıyordu. Dalgalar, onları çevreleyen eşmerkezli halkalar hâlinde yükseliyor, sonra da beyaz köpüklere bölünerek kırılıyordu. Youko, panter-yaratığın sırtında, fırtınayı hissetmiyordu—yalnızca hafif bir yan rüzgârın esintisi vardı. Üstlerindeki bulutlar çalkalanıyordu. Yaratık daha güçlü bir şekilde itildi ve göğe doğru tırmanmaya başladı. Çok geçmeden, ay ışığının bile fırtınalı denizler üzerinde dokunduğu çizgileri göremez hâle geldiler.
“Hyouki!” diye bağırdı kadın.
Sesindeki alarm tonunu duyan Youko, geriye dönüp ona baktı. Kadının gözlerinin takip ettiği yöne bakınca, ayın parlak halesinden dışarı sıçrayan siyah gölgeler sürüsünü gördü.
Tek ışık kaynağı ay ve onun deniz üzerindeki yansımasıydı. Toplanan bulutların karanlığına doğru dalarak hızla ilerliyorlardı.
Zifiri karanlık.
Ne gökyüzü kalmıştı ne de yeryüzü. Geriye yalnızca ayın derin kehribar parıltısı kalmıştı; kudurmuş bir ateşin alevleri gibi titreşen ve dalgalanan soluk bir ışık.
Youko, sayısız gölgeyi gördü ve onların kendisine doğru geldiğini anladı. Kan kırmızısı ayın içinden fırlayan bu yaratıklar; maymunlar, sıçanlar, kuşlar, kızıl saçlı canavarlar, siyah saçlılar, mavi saçlılar...
Youko, gözlerinin önündeki bu manzaraya hayretle baktı. Bunu daha önce görmüştü. Biliyordu. “Hızlan!” diye çığlık attı. “Bizi yakalayacaklar!”
Kadın onu silkeledi. “Sakin ol. Zaten yaptığımız da bu.”
“Onları yavaşlatmaya çalışacağım. Sıkı tutun, kılıcı sakın bırakma.”
Youko’nun talimatları anladığından emin olunca, kadının kolu belinden çekildi ve geriye doğru sıçrayarak vücudunu yukarı itti. Youko, bir anlığına kadının sırtındaki altın renkli çizgileri gördü, sonra kadın karanlığın içinde kayboldu...
Youko’nun görebildiği tek şey, çevresini saran zifiri karanlıktı. Şiddetli bir rüzgâr onları sarstı. Kendini yaratığın sırtına yapıştırdı.
“H-Hyouki-san?” dedi.
“Ne var?”
“Kaçabilecek miyiz?”
“Bunu söylemek zor,” dedi, hiçbir duygu belirtisi taşımayan sesiyle. Ardından bağırdı: “Dikkat et! Üstünden geliyor!”
Youko yukarı baktı ve silik bir kırmızı parıltı gördü.
“Bir gouyu,” dedi Hyouki. Uyarı vermeden döndü. Bir şey, yaratığın yanına çarptı ve ardından uzaklaştı.
“Ne—neydi o?”
Hyouki sağa sola manevralar yaparak ilerlemeye devam etti. Aniden yavaşladı. “Kılıcını çek. Bu bir pusu. Yolumuzu kestiler.”
“Ne demek pusu?”
Önündeki karanlığa gözlerini dikip bakarken, bir başka kızıl ışığın açıldığını gördü; gölgelerin içinden üzerlerine atılan kalabalığı izledi.
“Aman Tanrım.”
Yeniden kılıcı kaldırma düşüncesi, içinde derin bir tiksinti uyandırdı. Aynı anda, soğuk dokunaçlar bacaklarının iç kısmına değdi. Eklem sesleriyle birlikte dizleri, yaratığın yanlarını sıktı. O buz gibi solucan omurgasına tırmandı. Bedeni, farkında bile olmadan Hyouki’nin sırtından ayrıldı. Elleri bırakmıştı, kolları savaşa hazır hâle gelmişti. Kılıcı çekti, kını eteğinin kemerine sıkıştırdı.
“Yapma!”
Sağ eliyle kılıcı uzattı; sol eliyle yaratığın yelesine tutundu.
“Lütfen!”
Birbirlerine doğru yaklaştılar, fırtınaların çarpışması gibi birbirlerine daldılar. Hyouki kalabalığın ortasına daldı ve Youko’nun kılıcı, üzerlerine doğru gelen seli biçti.
Sadece çığlık atıp gözlerini kapatabildi. Yaşayan şeyleri öldürmek değildi mesele. O, biyoloji dersinde bir kurbağanın otopsisine bile bakamayan biriydi. Varoluşunun bu kadar çok katliam gerektirmemesi gerekiyordu.
Kılıç birden durdu. Hyouki bağırdı: “Gözlerini aç! Jouyuu seni başka türlü savunamaz!”
“Hayır!”
Yaratık şahlandı, başını geriye attı, ardından keskin bir dönüşle geriye sıçradı. Youko gözlerini sıkıca kapalı tuttu. Daha fazla ölüme sebep olmayacaktı. Eğer gözlerini kapatmak kılıcı susturuyorsa, öyle yapacaktı.
Hyouki aniden sola kırdı. Sertçe çarptılar—bir duvara çarpmış gibi. Yaralı bir köpeğin iniltisini duydu. Gözlerini açtı, fakat yalnızca karanlık gördü. Ne olduğunu anlamasına fırsat kalmadan, Hyouki sendeledi ve yere yığıldı.
Gözlerinin önünde, bir yaban domuzunu andıran bir yaratık şarj hâlindeydi. Sağ kolunda çeliğin et ve kemiği biçtiği çarpışmayı hissetti; parçalanan yaratığın kükreyişini, kendi çığlıklarını duydu.
Ve sonra hiçbir şey. Ne görüntü, ne ses, ne tat, ne dokunuş, ne düşünce. Sadece düşüş. Durmaksızın, sonsuz karanlığa düşüş.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.