Yukarı Çık




8   Önceki Bölüm 

           
Youko, dalgaların çarpma sesiyle uyandı. Okyanusun serpintisini yüzünde hissetti. Gözlerini açtı, başını kaldırdı. Suyun kenarından pek de uzak olmayan kumluk bir sahile düşmüştü. Kıyıda büyük bir dalga patladı. Sular kumsalı yalayıp geçerken ayaklarını yıkadı.
Su, beklenmedik bir şekilde, soğuk değildi. Youko kumların üzerinde öylece uzandı ve dalgaların bedenini yıkamasına izin verdi. Okyanusun yoğun kokusu etrafını sarmıştı; kan kokusunu andıran bir koku. Deniz damarlarındaydı. Bu yüzdendi belki, kulaklarını tıkadığında okyanusun o uzak uğultusunu duyuşu.
Bir sonraki dalga dizlerine kadar geldi. Suların kabarttığı kumlar tenini gıdıklıyordu.
Denizin o derin kokusu.
Ayaklarına baktı. Vücudunu yalayan su kızıla boyanmıştı. Gri dalgalara, sonra geniş, gri gökyüzüne göz gezdirdi. Tekrar aşağı baktı. Su gerçekten de kırmızıydı.
Kaynağını aradı. “Ah,“ dedi.
Bacakları. Koyu kırmızı derecikler teninden akıp suya karışıyordu. Fırlayarak ayağa kalktı. Elleri ve ayakları kızıla boyanmıştı. Lacivert okul üniforması bile koyu bir bordoya dönmüştü.
Kan.
İnledi. Bütün bedeni kana bulanmıştı. Elleri, yüzü ve saçları gibi, pıhtılaşmış kandan kapkara ve yapış yapıştı. Bir çığlık atarak kendini patlayan dalgaların ortasına bıraktı. Su çamurlu bir gri renkte hücum ediyor, kıpkızıl çekiliyordu. Avuçlarıyla su aldı. Su, parmaklarının arasından kanıyordu sanki. Ellerini ne kadar ovalasa da teninin doğal rengini ortaya çıkaramadı. Dalgalar beline yükseldi. Etrafında bir renk havuzu yayıldı; kömür karası göğün altında kıpkızıl bir leke.
Youko ellerini tekrar yüzüne kaldırdı. Gözlerinin önünde, tırnakları uzadı, parmaklarının boyunu yarı yarıya geçen keskin pençelere dönüştü.
“Bu da ne...?“
Ellerini çevirdi. Derisi boyunca uzanan sayısız küçük çatlak vardı. Bir deri parçası soyulup rüzgârda savrularak suya düştü. Derinin altında, kısa, kızıl tüylerden bir katman görünüyordu.
“Hayır, inanamıyorum.“
Elini koluna sürttü. Daha fazla deri pul pul dökülerek altındaki kızıl kürkü açığa çıkardı. Her hareket ettiğinde, et döküyordu. Bir dalga bedenine çarptı. Üniforması asitle erimiş gibi lime lime oldu. Su kürkü yıkarken okyanus kızıla döndü.
Ellerindeki pençeler, vücudunda büyüyen kürk... o canavarlardan birine dönüşüyordu.



“Hayır, hayır, hayır,” diye hıçkırdı. Üniforması lime lime dökülüyordu. Kolları, bir kedi ya da köpeğin ön bacakları gibi kasılıp büküldü. O yaratıkların kanı, kanları beni onlardan birine çevirdi. Bu imkânsızdı. “Tanrım, HAYIR!” diye çığlık attı.
Kendi kulaklarına tanıdık bir ses gelmiyordu; yalnızca çarpan dalgaların uğultusu ve bir canavarın anlaşılmaz uluması...
Youko gözlerini solgun mavi bir gökyüzüne açtı.
Tüm bedeni sızlıyordu. Kollarındaki ağrı dayanılmazdı. Ellerini kaldırıp baktı ve rahatlayarak derin bir nefes aldı. Normallerdi. Normal insan elleri vardı. Ne kürk, ne de pençe.
İçini çekti. Ne olduğunu hatırlamaya çalışarak hafızasını zorladı. Her şey bir anda aklına geliverdi. Doğrulup ayağa kalkacak oldu ama kasları o kadar sertti ki zar zor hareket edebiliyordu. Orada uzanıp art arda derin nefesler aldı. Ağrısı yavaş yavaş dindi, uzuvları bir nebze de olsa hareketlenmeye başladı.
Üzerindeki çam iğnelerinden yorganı silkerek doğruldu.
Çam. Kesinlikle çama benziyordu. Etrafına göz gezdirdi ve bir çam ormanı gördü. Ağaçların tepeleri kırılarak kopmuş, altlarındaki beyaz odunu ortaya çıkarmıştı. O ağaçlardan kalın bir dal düşmüş olmalıydı.
Sağ eli hâlâ kılıcın kabzasını sıkıca kavrıyordu. Demek ki onu düşürmemişti. Vücudunun geri kalanını inceledi ve birkaç küçük sıyrık ve bere dışında ciddi bir yarası olmadığını gördü. Sıra dışı hiçbir şey yoktu. Sırtını da benzer şekilde yoklarken, elleri üniformasının kemerine sıkıştırılmış kına dokundu.
Sabahın erken saatlerinde gökyüzünde hafif bir sis süzülüyordu. Uzaktan gelen dalga sesini duydu. Kendi kendine, “Bu nasıl bir rüyaydı böyle?” diye merak etti.
Aklına yeniden geldi; canavarlarla olan amansız mücadele, üzerine sıçrayan kanları. Ve dalgaların sesi.
Kendi kendine inledi.
Çevresini süzdü. Gün ağarmamıştı henüz. Kıyıyı bir çam ormanı sarmıştı. Hayattaydı, ölümcül bir yara almamıştı. Durum bundan ibaretti. Yakınlarda bir düşman varmış gibi görünmüyordu. Ormanda gizlenen tekinsiz bir şey yoktu. Ama dostları da yoktu. Ayın halesine süzüldüklerinde, ay gece göğünde tepedeydi. Şimdiyse neredeyse şafak söküyordu. O kadar zamandır tek başına sürükleniyordu. Keiki ve diğerleri planlanan rotalarından çok uzaklaşmış olmalılardı.
“Kaybolduğunda,” diye hatırlattı kendine fısıltıyla, “olduğun yerde kalman gerekir.”
Onu arıyor olmalıydılar. Keiki onu koruyacağına söz vermişti. Kendi başına yola çıkarsa onu asla bulamazlardı. Bir ağaç kütüğüne yaslandı ve kının etrafına sarılı iki mücevheri kavradı. Yavaş yavaş, sızılar ve ağrılar hafiflemeye başladı.
Ne kadar garipti. Ama gerçekten işe yarıyordu. Mücevherleri yakından inceledi. Cilalı, mavi-yeşil cam parlaklığında olsalar da sıradan taşlara benziyorlardı. Belki de yeşim taşıydı.
Taşları sıkıca tutmaya devam ederek oturdu ve gözlerini kapadı.
Niyeti yalnızca kısa bir şekerleme yapmaktı ama uyandığında gökyüzü pırıl pırıldı. “Vakit epey ilerlemiş,” diye belirtti.


Peki ama herkes neredeydi? Keiki, Kaiko, Hyouki? Neden gelip onu almamışlardı?
Sonunda, “Jouyuu-san?” dedi.
Eğer hâlâ içindeyse bile, sesini çıkarmıyordu. Varlığını hiç hissedemiyordu. Başka bir deyişle, o kılıcı sağa sola sallamaya başlamadığı sürece ortaya çıkmayacaktı.
“Hey, orada mısın?” diye sordu yine kendi kendine. “Keiki nerede?”
Cevap yok. Hiçbir şey. Amma da faydalı olmuştu hani. Endişeyle başını kaldırdı. Ya Keiki onu aramaya gelir de bulamazsa? Tam düşmeden önceki acı dolu haykırışı hatırladı. Hyouki’yi canavarlarla çevrili halde geride bırakmıştı. Acaba hayatta kalmış mıydı?
Huzursuzluk başına ve omuzlarına bir ağırlık gibi çöktü. İçinin derinliklerinden yükselen panik çığlığını bastırarak ayağa fırladı.
Etrafa bakınca, sağ tarafında ormanın seyreldiği bir yer gördü. Orasıyla arasında tehlikeli görünen hiçbir şey yoktu. En azından o kadar ilerlemeyi göze alabilirdi. Ormanın ötesinde nadasa bırakılmış bir tarla vardı. Tarla, rengi atmış toprağa yapışmış gibi duran bir çalı yığınıyla kaplıydı. Tarlanın ardında, bir falez kara bir denizin üzerine eğilmişti.
Youko falezin kenarına yaklaştı. Yaklaştıkça, sanki yüksek bir binanın tepesinde durup aşağı bakıyormuş gibi hissetti. Gördüğü şey onu hayrete düşürdü.
Onu şaşırtan, falezin baş döndüren yüksekliği değildi. Suydu; gece göğü kadar kara, siyahlığının içinde neredeyse mavi olan su. Şafağın ışığında bile deniz gece gibi görünüyordu. Ama sonra, bakışlarıyla falezin yüzünü suya kadar takip edince, suyun aslında siyah olmadığını fark etti. Tamamen berraktı. Ne kadar derin olduğunu hayal bile edemiyordu. Deniz o kadar engin, o kadar derin olmalıydı ki, hiçbir ışık derinliklerine nüfuz edemiyordu.
Sonra, o derinliğin en dibinden parıldayan bir ışık noktası gördü. İlk başta ne olduğunu seçemedi ama sonra onlardan çok daha fazlası belirdi; küçük ışık benekleri geniş siyahlığın üzerine kum taneleri gibi yayılmıştı. Işıklar bir araya gelerek belli belirsiz, puslu bir parıltı oluşturuyordu.
Yıldızlar gibi.
İçini bir baş dönmesi kapladı. Olduğu yere oturdu. Bunun ne olduğunu biliyordu. Yıldızların, bulutsuların ve galaksilerin resimlerini görmüştü. Ayaklarının altında uzanan şey evrendi. Düşünce zihnini ele geçirdi: Burası bildiğim bir yer değil. Bu, onun bildiği dünya değildi, bildiği okyanus değildi. O, bambaşka bir dünyadaydı.
Aman Tanrım.
“Bu doğru olamaz,” dedi yüksek sesle.
Neredeydi? Güvende miydi? Tehlikede miydi? Nereye gidecekti? Ne yapacaktı?
“Jouyuu-san, lütfen.” Gözlerini kapadı, sesini yükseltti. “Jouyuu! Cevap ver bana!”
Kulaklarında yalnızca okyanusun uğultusunu duyuyordu. İçine yerleşmiş varlıktan tek bir fısıltı bile yoktu.
“Ne yapmam gerekiyor? Kimse bana yardım etmeyecek mi?”
Koskoca bir gece geçmişti bile. Annesi meraktan deliye dönmüş olmalıydı. Babası ise küplere binerdi.
“Eve gitmek istiyorum.”
Gözyaşları yanaklarından süzüldü. Hıçkırığını yutkundu. “Eve gitmek istiyorum,” diye tekrarladı. Kendini tutamadı. Dizlerini kendine çekip yüzünü kollarına gömdü ve hıçkıra hıçkıra ağladı.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


8   Önceki Bölüm