Yukarı Çık




9   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   11 


           
Güneş gökyüzünde iyice yükselene dek denizin uzaklarına bakarak öylece oturdu. Burası nasıl bir dünyaydı? Neredeydi o?
Buraya gelmek için ayın halesinin içinden geçmişlerdi. Sadece buna inanmak bile yeterince zordu. Kaldı ki, bir ay ışını demetini o şekilde yakalayabilmişken, batan güneşin ışıklarıyla da aynı şeyi yapabilmek bir o kadar olanaksız görünüyordu.
Sonra Keiki ve o tuhaf yaratıklar vardı. Hiçbiri Dünya üzerindeki herhangi bir türe ait değildi. Bu dünyaya ait olmalıydılar. Aklına yatan tek açıklama buydu.
Onu buraya getirirken ne düşünüyordu ki? Tehlikeli olduğunu söylemişti, onu koruyacağını söylemişti. Ama işte buradaydı. Ne işler çeviriyorlardı? O canavarlar neden ona saldırmıştı?
Tıpkı bir kâbus gibiydi, son bir aydır gördüğü o rüyanın aynısı.
En başından beri, onunla tanıştığı o ilk andan beri hiçbir şeyin mantıklı bir yanı yoktu. Tek bir şeyi biliyordu: kaybolmuştu. Adam birdenbire ortaya çıkmış, kendi hayat koşullarını bir an bile düşünmeden onu bu tuhaf dünyaya sürüklemişti. Ondan nefret ettiği için değildi, bundan emindi. Ama eğer hiç karşılaşmamış olsalardı, o şimdi burada sıkışıp kalmaz, onca yaratığı öldürmek zorunda kalmazdı.
Yani onu özlediği falan yoktu. Sadece güvenebileceği başka hiç kimse yoktu ve adam onu almak için geri dönmemişti. Belki de canavarlarla olan savaş sırasında geri dönmesini engelleyecek bir şey olmuştu. Sebep ne olursa olsun, bu durum onun için işleri daha da kötüleştiriyordu.
Neden bunu düşünüp durmak zorundayım?
Çünkü bu onun suçu değildi. Bu Keiki’nin suçuydu. Canavarların peşine düşmesi onun suçuydu. Müdür yardımcısının odasındaki ses, Düşman kapıda, demişti. Ama bu, onların kendisinin düşmanı olduğu anlamına gelmiyordu. Onları kendine düşman etmek için hiçbir sebebi yoktu.
Bir de ona efendisi diye hitap etmesi meselesi vardı. Bunu da düşünmüştü. O, adamın efendisi olduğu için, düşmanları adamın değil kendisinin peşine düşmüştü. Kendini savunmak için kılıcı kullanmak zorunda kalmış ve sonunda kendini burada bulmuştu.
Kimse onu herhangi bir şeyin efendisi yapmamıştı.
Her şeyi o uydurmuştu. Ya da bir hata yapmıştı, hem de gerçekten aptalca bir hata. Onu aradığını söylemişti. İnsan, biri kralını ya da her neyse onu ararken, işleri bu kadar feci şekilde berbat etmez diye düşünürdü.
“Peki şimdi kimi koruyorsun?” diye homurdandı kendi kendine. “Bu senin hatan, benim değil.”
Gölgeler uzadı. Youko ayağa kalktı. Burada oturup Keiki hakkında sızlanmak hiçbir şeyi çözmüyordu. Sağına soluna göz gezdirdi ama daha önce içinden geçtiği, ağaçların arasındaki o boşluğu bulamadı. Boş ver, dedi kendi kendine ve kararlılıkla ormanın içine daldı.
Mantoso yanında değildi ama burası o kadar da soğuk sayılmazdı. Kendi yaşadığı yerden daha sıcak bir iklime sahip olmalıydı.
Orman sanki tayfun yemiş gibiydi, kırık dallar etrafa saçılmıştı. Sık bir orman değildi ve içinden çıktığında kendini geniş bir bataklığın kenarında buldu.




Burası bir bataklık değil, bir çeltik tarlasıydı. Tam önünde, sudan yukarı doğru uzanan bir sedde vardı. Çamurlu göle karşı yatmış bir tür kısa, yeşil bitkinin tepelerini görebiliyordu. Çeltik tarlalarının ötesinde, bir avuç ev küçük bir köy oluşturuyordu. Onun da ardında, bir dağın dik yamaçları yükseliyordu.
Ne bir telefon direği ne de elektrik teli vardı. Televizyon anteni de yoktu. Evlerin çatıları siyah kiremitlerden, duvarları ise sarı kerpiçten yapılmıştı. Köyün etrafı bir zamanlar sıra sıra ağaçlarla çevriliymiş. Ağaçların çoğu devrilmişti.
Youko elini göğsüne bastırdı. Büyük bir rahatlama hissiyle etrafını süzdü. Onu etkileyen ne binaların görüntüsüydü ne de aşağı yukarı hazırlıklı olduğu tuhaf manzara. Burası, Japonya’nın taşrasında herhangi bir yere dağılmış, bakımsız bir tarım arazisi olabilirdi.
Biraz ileride, çeltik tarlalarında çalışan birkaç insan silüeti gördü. Ayrıntıları seçemiyordu ama canavara benzemedikleri kesindi.
“Çok şükür!”
Bu nida dudaklarından farkında olmadan dökülüverdi. O kara yıldızlar denizini görmenin yarattığı kafa karışıklığının etkisinden hâlâ tam çıkamamıştı. Ama nihayet, işte burada iç rahatlatıcı derecede tanıdık bir şey vardı. Telefon direklerinin yokluğunu görmezden gelse, buranın sıradan bir Japon köyü olduğunu farz edebilirdi.
Derin bir nefes aldı. Onlara seslenip ne olacağını görmeye karar verdi. Daha önce hiç görmediği insanlarla konuşma düşüncesinden nefret ediyordu. Aynı dili konuşup konuşmadıklarını bile bilmiyordu. Ama yardım isteyecekse, pek de seçeneği yoktu.
Kısmen kendini cesaretlendirmek, kısmen de sinirlerini yatıştırmak için yüksek sesle, “Durumumu anlatacağım ve Keiki’yi gören olup olmadığını soracağım,” dedi.
Yapabileceğinin en iyisi buydu.
Youko daha önce gördüğü seddeye döndü ve tarladaki insanlara doğru ilerledi. Onlara yaklaştıkça, hiç de Japon olmadıkları belirginleşti. Aralarında kahverengi saçlı kadınlar, kızıl saçlı adamlar vardı. Birçoğu ona bir şekilde Keiki’yi hatırlatıyordu. Yüz hatları ve boyları Kafkasyalılara da benzemiyordu. Tuhaflıkları daha çok saç renklerinden kaynaklanıyor gibiydi. O renkleri görmezden gelseniz, gayet normal görüneceklerdi.
Kıyafetleri geleneksel Japon giysilerinden o kadar da farklı değildi. Bütün erkeklerin saçları uzundu ve arkadan bağlanmıştı. Ellerindeki küreklerle seddeyi yıkıyorlardı.
Adamlardan biri başını kaldırdı. Youko’yu görünce, onu arkadaşlarına işaret etti. Ona doğru bir şeyler bağırdı ama ne dediğini anlayamadı. Oradaki sekiz kadar kadın ve erkek ona doğru döndü. Youko hafifçe eğilerek onları selamladı. Ne yapacağına dair aklına başka bir şey gelmemişti.
Otuzlu yaşlarında, siyah saçlı bir adam yokuşu tırmanarak seddenin üzerine çıktı. “Nerelisin?” diye sordu.
Youko soruyu derin bir rahatlama hissiyle idrak etti. Aynı dili konuşuyorlardı. Neredeyse gülecek gibi oldu. Durumu sandığı kadar kötü değildi.
“Şuradaydım, uçurumun orada,” dedi.
“Uçurum mu? Yani, memleketin neresi?”





Tokyo, diyecek oldu ama sonra fikrini değiştirdi. Başta sadece durumunu anlatmaya karar vermişti ama şimdi kendisiyle ilgili herhangi bir şeye inanacaklarından şüphe duyuyordu. Ne diyeceğini düşünerek orada öylece dikilirken, adam tekrar üsteledi: “Buralardan değilsin, değil mi? Okyanusun ötesinden geldin, ha?”
Bu, gerçeğe yeterince yakındı. Youko başıyla onayladı. Adamın gözleri büyüdü. “Evet, belli oluyor. Sizin gibilerin böyle pat diye ortaya çıkması tam bir baş belası, bilirsin.”
Adam, onun anlamadığı bir şeyi kavramış gibi sırıttı. Bakışları neredeyse yılışık bir hal alana dek onu süzdü, ta ki gözleri yan tarafında tuttuğu kılıca takılana kadar.
“Hey, o elindeki ne? Önemli bir şeye benziyor.”
“Biri... verdi.”
“Kim?”
“Adı Keiki.”
Adam aralarındaki mesafeyi kapattı. Youko bir adım geri çekildi.
“Ağır görünüyor. Merak etme. Ben senin için hallederim.”
Adamın gözlerindeki ifade içini rahatlatmadı. Konuşma tarzından da hoşlanmamıştı. Kılıcı göğsüne bastırıp başını iki yana salladı. “Sorun değil. Ben neredeyim? Burası neresi?”
“Burası Hairou. Açıkçası küçük hanım, o kadar tehlikeli bir şeyi ortalıkta sallamanı istemem, özellikle de nerede olduğunu bile bilmezken. Ver onu bana.”
Youko tekrar geri çekildi. “Bana vermemem söylendi.”
“Hadi ama, ver şunu.”
Talebinin sertliği kızın sinmesine neden oldu. Ona hayır diyecek cesareti kendinde bulamadı. İsteksizce kılıcı adama uzattı. Adam kılıcı elinden kaptığı gibi incelemeye başladı. “Evet, iyi işçilikmiş. Bunu aldığın herif parası bol biri olmalı.”
Diğer kadın ve erkekler etraflarında toplandı. Biri, “Şu kaikyaku’lardan biri mi?” diye sordu.
“Evet. Taşıdığı şeye bak. Bir servet değerinde olmalı.” Adam kılıcı kınından çekmeye yeltendi. Kabza kımıldamadı bile. “Demek sadece pahalı bir oyuncak!” diye güldü ve kılıcı bel kuşağına sıkıştırdı. Elini uzatıp Youko’nun bileğini yakaladı.
“Ah! Bırak beni!”
“Bırakamam. Bütün kaikyaku’lar valiye gönderilir. Emir böyle.” Onu bir itti. “Yürü. Ve aklından bir şey geçirme.” Onu ileri doğru iterken arkadaşlarına seslendi. “Hey, biraz yardım fena olmaz.”
Youko’nun kolu acıyordu. Bu adamın gerçek niyetinin ne olduğunu ya da onu nereye götürdüğünü tahmin bile edemiyordu. Tek istediği ondan kurtulmaktı.
Bu düşünce aklına girer girmez, ellerine ve ayaklarına soğuk bir his yayıldı. Elini adamın parmakları arasından hızla çekti. Kolu, tamamen kendi iradesiyle, adamın belindeki kılıca uzandı ve hem kılıcı hem de kınını kaptığı gibi geri aldı. Sıçrayarak adamdan uzaklaştı.
“Kaltak! Dikkat edin! Kılıcı aldı!”
“Ne? O sadece bir süs. Hey, küçük kız, sakin ol ve bizimle gel.”
Youko başını iki yana salladı.
“Oraya kadar sürüklenmek mi istiyorsun? Ha? Soytarılığı bırak da kıçını buraya getir.”
“Asla.”





Etraflarında daha fazla insan toplanıyordu. Adam ona doğru bir adım attı. Youko kılıcı kınından sıyırdı.
“Bu da neyin nesi!”
“Yaklaşmayın... lütfen.”
Çevresindeki herkes donakaldı. Youko onlara göz gezdirip geri geri çekildi. Döner dönmez koşmaya başlar başlamaz, arkasında ayak sesleri duydu.
“Peşimden gelmeyin!” diye bağırdı ama arkasına dönüp peşinden geldiklerini gördüğü anda aniden durdu, kılıcını kaldırdı; bedeni savaşa hazırlanıyordu. Kanı kulaklarında uğulduyordu.
Kes artık, dedi kendi kendine.
Üzerine doğru atılan en yakındaki adama doğru kılıçla hamle yaptı.
Jouyuu, dur!
Onunla tartışmak anlamsızdı. Kılıcın ucu havada zarif bir kavis çizdi.
“Daha fazla insan öldürmeyeceğim!”
Gözlerini sımsıkı kapattı. Kolundaki hareket anında durdu. Aynı anda, at üstündeki biri üzerine çullandı, kılıcı elinden çekti ve sert bir darbeyle onu yere devirdi. Gözlerine dolan yaşlar acıdan çok rahatlamadandı.
“Aptal kız.” Onu dürttüler, tekmelediler ve yumrukladılar ama bu katlanılmayacak bir şey değildi. Biri onu sürükleyerek ayağa kaldırdı ve kollarını arkadan bağladı. Karşı koymaya tenezzül etmedi. Kendi kendine, Jouyuu’ya hiçbir şey yapma diye yalvardı.
“Onu köye geri götürelim. Şu tuhaf kılıcı da valiye götürsek iyi olur.”
Gözleri hâlâ sımsıkı kapalı olan Youko, kimin konuştuğunu anlayamadı.





Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


9   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   11