Yukarı Çık




10   Önceki Bölüm 

           
Youko, dar bir patikadan sürüklenerek ilerletildi; patika, pirinç tarlalarının arasından kıvrıla kıvrıla geçiyordu. On beş dakikalık bir yürüyüşün ardından, yüksek bir çitle çevrili küçük bir kasabaya vardılar. Bu, az önce uzaktan gördüğü köydü—sert yapılı birkaç evden ibaret, kaba saba bir yerdi. Ancak burada, kare şeklindeki çitin bir duvarına sağlam görünümlü bir kapı yerleştirilmişti.
Kapı içeri doğru açıldı ve ardında başka bir iç duvarı ortaya çıkardı; duvar, kırmızı tonlarda çizilmiş birçok resimle süslenmişti. Bu duvarın önünde, hiçbir anlamı yokmuş gibi görünen bir şekilde, tahta bir sandalye bırakılmıştı. Youko, duvarın yanından geçirilerek köyün merkezine doğru itildi. Kırmızı duvarı geçince, ana sokağın kesintisiz manzarası gözlerinin önüne serildi.
Bu manzara, onda yeniden hem tanıdıklık hem de yabancılık duygularını uyandırdı. Tanıdıklık duygusu, genel yapının doğu mimarisine benzerliğinden kaynaklanıyordu—beyaz sıvalı duvarlar, siyah kiremitli çatıları, çardakların belirgin kafes işçiliği. Ama yine de bu yere karşı hiçbir yakınlık hissi duymadı; bunda hiç kuşkusuz, insan varlığının tümüyle yokluğu etkiliydi.


Kapıdan doğruca uzanan geniş caddenin sağında ve solunda birçok dar patika dallanarak ayrılıyordu. Tek bir insana rastlamadı. Evler tek katlıydı ama hepsi, sokağın görüşünden beyaz bir çitle saklanmıştı; çitlerin yüksekliği saçaklara kadar ulaşıyordu. Belirli aralıklarla çitlerde boşluklar açılıyor, bu aralıklardan küçük bahçelerin gerisinde yer alan evler kısmen görünüyordu.
Evler aynı boyuttaydı ve dış görünümlerindeki ufak farklara rağmen neredeyse birbirinin aynısıydı. Sanki bir üretim bandından çıkmış gibiydiler.
Orada burada bir pencere açıktı, ahşap kepenkleri bambu çubuklarla desteklenmişti. Ama sokaktan bakıldığında, Youko hiçbir insan varlığı hissedemedi. Tek bir köpek bile yoktu. Bir ses dahi yoktu.
Ana cadde, yüz yardadan uzun değildi ve bir meydana açılıyordu. Meydanın hâkimiyetindeyse, parlak beyaz taşlarla kaplı bir bina duruyordu. Ancak o göz alıcı süslemeler, binanın sadece bir yüzey kaplaması olmaktan öteye gitmiyordu. Meydanla kesişen dar sokaklar, otuz yardayı geçmeden şehrin çevresini saran duvara varıyor ve gözden kayboluyordu.
Sokaklarda insan yaşamına dair en ufak bir iz yoktu.
Youko, meydanın etrafına göz gezdirdi. Bir siyah kiremitli çatıların ötesinde yalnızca kasabanın yüksek duvarı görünüyordu. Geriye döndüğünde, kasabanın şeklini az çok çıkarabiliyordu. Uzun, dar ve derin bir kutuyu andırıyordu. Kasabanın sınırları, kendi okulunun yarısı kadar bile olmayan bir genişlikteydi; boğucu bir darlık içindeydi. Sanki büyük bir kuyunun içine hapsolmuş gibiydi, diye düşündü Youko. Bu kasaba, kuyunun dibindeki suyun altında gömülü duran molozlara benziyordu.
Onu, meydandaki binaların ortasında yer alan yapıya getirdiler. Bina ona Yokohama’daki Çin Mahallesi’ni hatırlattı. Ama kırmızıya boyanmış sütunlar ve parıldayan duvarlar, kasabanın geri kalanı gibi yüzeysel ve sahte bir izlenim bırakıyordu.
Binanın ortasındaki uzun ve dar bir koridora girdiler. Koridor karanlıktı ve insanlardan arındırılmıştı. Adamlar kısa bir konuşma yaptıktan sonra onu yeniden öne doğru ittirdiler ve küçük bir odaya zorla sokup kapıyı kapattılar.
Odanın ilk izlenimi, tam anlamıyla bir hücreydi.
Zemin, çatılarınkine benzeyen kiremitlerle kaplıydı, ancak pek çok kiremit çatlamış ya da kırılmıştı. Toprak duvarlarda da çatlaklar vardı, yer yer is lekeleriyle kararmıştı. Yüksekçe bir duvarda, parmaklıklarla örtülü tek bir pencere. Tek bir kapı ve o kapının göz deliği de demir parmaklıklarla kapatılmıştı. Deliğin ardından baktığında, dışarıda nöbet tutan adamları görebiliyordu.
Odadaki eşya sadece bir tahta sandalye, küçük bir masa ve tek kişilik yatak boyutlarında büyükçe bir platformdan ibaretti. Platformun üstüne kalın bir kumaş serilmişti. Belli ki bu bir yatak olarak düşünülmüştü.
Youko, buranın neresi olduğunu, nasıl bir yer olduğunu, şimdi başına ne geleceğini ve daha binlerce şeyi sormak istiyordu. Ama bekçiye bu soruları sormaya cesaret edemedi. Zaten onların da konuşmaya niyeti yoktu. Bu yüzden tek bir kelime etmeden yatağa uzandı. Yapabileceği başka bir şey yoktu.




Zaman geçtikçe, binanın içindeki insan varlığı daha belirgin hale geldi. Hücresinin dışında insanlar gelip geçiyor, nöbetçiler değişiyordu. Yeni gelen iki nöbetçinin giydiği mavi deri zırh, Youko’ya polisleri ya da güvenlik görevlilerini anımsattı. İçine bir huzursuzluk çöktü, olacakları merakla bekledi. Ama nöbetçiler sadece ona sert bakışlar fırlattılar ve tek kelime etmediler.
Bu haliyle belki de daha acımasızdı. Bir şeyler—her ne olursa olsun—olurken, dayanmak daha kolaydı. Youko birkaç kez onlara konuşmak istedi ama konuşacak cesareti bulamadı.
Saatler geçmek bilmedi. Öyle ki, çığlık atmak istedi. Güneş battıktan sonra, hücre karanlığa gömülmüşken üç kadın geldi.
Önde yürüyen beyaz saçlı kadın, Youko’nun eski Çin dönemine ait tarihî dizilerde gördüğü türden bir giysi giymişti. Nihayet biriyle karşılaşmak—hem de bir kadınla, o donuk suratlı erkeklerden biriyle değil—büyük bir rahatlama olmuştu.
Yaşlı kadın, yanındaki iki kişiye dönerek, “Artık gidebilirsiniz,” dedi. Kadınlar taşıdıkları eşyaları yatağın üstüne bıraktılar, derin bir saygıyla eğilip hücreden çıktılar. Onlar gittikten sonra yaşlı kadın, yatağın yanına masayı çekti. Üzerine lambayı koydu. Lamba, bir tür şamdanı andırıyordu. Yanına bir kova su yerleştirdi.
“E, o zaman, en iyisi biraz temizlen,” dedi.
Youko başıyla onayladı. Yavaşça yüzünü, ellerini ve ayaklarını yıkadı. Pislik içindeki, kararmış ve kızarmış elleri, kısa sürede eski rengine kavuştu.
O an fark etti: Vücudunu hareket ettirmek ne kadar zordu! Bunun nedeni hiç kuşkusuz Jouyuu’ydu. Defalarca, sınırlarının ötesinde bir güçle bedenini harekete zorlamıştı ve şimdi kasları yırtılmış, katılaşmış durumdaydı.
Elinden geldiğince ellerini ve ayaklarını temizledi. Su, ince kesiklerin içine sızıyordu. Saçlarını taramak için ense kısmında toplanmış üç örgüyü çözdü. Tam o anda, gerçek anlamda tuhaf bir şeyin farkına vardı.
“Bu… bu da ne böyle?”
Örgülerden kurtulan saçları, bir dalga gibi omuzlarından aşağıya döküldü. Bakakaldı. Saçlarının kırmızı olduğunu biliyordu; uçlara doğru ağaran, sanki güneşte solmuş bir kırmızı… Ama bu? Bu renk de neydi böyle? Bu garip renk nereden çıkmıştı?
Kandaki gibi bir kırmızıydı bu—derin, koyu, uğursuz bir al. Kızıl saçlı olmak başka bir şeydi, ama bu… bu o değildi! Ne diyeceğini bilemedi; bu olanaksız, uçarı tonun bir adı yoktu zihninde. İçine ürpertiler doldu. Bu renk, kâbuslarındaki yaratığın pelerinindeki kırmızının aynısıydı.
“Ne oldu?” diye sordu yaşlı kadın. Youko, saçlarını gösterince kadın başını hafifçe eğdi. “Neden bu kadar kafana takıyorsun ki? Garip değil. Biraz sıra dışı belki, ama oldukça güzel.”
Youko başını iki yana salladı, üniformasının cebinden küçük bir el aynası çıkardı. Şüpheye yer yoktu—bu kızıl bukleler ona aitti.
Ama aynada kendisine bakan bu kişi kimdi? Bir anlığına hiçbir şey anlam ifade etmedi. Tereddütle elini kaldırıp yüzüne dokundu. Yansımadaki yabancı da aynı hareketi yaptı. O an fark etti: Bu gerçekten kendisiydi.
Ama bu… bu benim yüzüm değil!



Saç renginin görünüşü üzerindeki etkisini hesaba katsaydı bile, bu başkasının yüzüydü. Mesele güzel olup olmaması değildi. Asıl mesele, güneşte yanmış teni ve derin zümrüt yeşili gözleriyle bu yüzün—apaçık bir yabancının yüzü olmasıydı.
Youko büyük bir dehşetle haykırdı: “Bu ben değilim!”
Yaşlı kadın ona kuşkuyla baktı. “Ne değil?”

“Bu! Bu kişi ben değilim!”

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


10   Önceki Bölüm