Yukarı Çık




3.2   Önceki Bölüm 

           
İMPARATORLUK SAVAŞ AKADEMİSİ KABUL KOMİTESİ
“Zamanı geldiğine göre, İmparatorluk Savaş Akademisi Kabul Komitesi’nin üçüncü değerlendirme turunu başlatmak istiyorum.”
Toplantıya savaş akademisinden bir eğitmen başkanlık ediyor ve komiteyi oluşturan üyelerin her biri, ordunun yetenekli ve kilit isimlerinden oluşuyor.
İmparatorluk, gelecek nesil liderlerin seçimi konusunda insan gücü ve zaman yatırımı yapma konusunda köklü bir geleneğe sahiptir.
Bu yaklaşımın sonucunda, her kademede görev yapan üstün nitelikli komutanlar, yüksek bir mükemmellik standardına göre eğitilmiştir.
“Bugün, yeniden değerlendirmeye alınan adayları gözden geçireceğiz.”
Bu nedenle savaş akademisine kabul süreci, doğrudan ulusal strateji ve savunma planlamalarıyla bağlantılı bir mesele olarak değerlendirilir.
Doğal olarak, ideal adayları belirlemek için hiçbir çabadan kaçınılmaz; süreç boyunca gelecekteki muhtemel görev yerleşimleri de dikkate alınır.
Ordu, çeşitliliğe büyük önem verir. Bu yüzden, ilk aşamada başarı gösteremeyen adaylar için farklı üyelerin yer aldığı ikinci ve üçüncü değerlendirme turları düzenlenir.
Zira olağanüstü bir adayın yalnızca “uygun değil” denilerek elenmesi, İmparatorluk adına büyük bir kayıp olurdu.
Ve tarihin gösterdiği üzere, bu sistem son derece isabetlidir.
Kara ve deniz kuvvetlerinin seçkin subayları da dahil olmak üzere birçok kişi, bu çok aşamalı değerlendirme sistemi sayesinde silahlı kuvvetlerde merkezî roller üstlenmiştir.
Moltke the Great (Büyük Moltke) adıyla anılan General öyle değerli bir komutandır ki, onu seçen gözlemci, askerî kariyerindeki en büyük başarının “muhteşem Moltke the Great’i keşfetmek” olduğunu söylemiştir.
Oysa aynı aday, bir başka kurul üyesinden “Bu kişinin asker olabileceğini hayal dahi edemiyorum” gibi sert eleştiriler almış ve yalnızca üçüncü turda zorlukla kabul edilmiştir.
“Her zamanki gibi, bu süreci canlı ve nitelikli bir tartışmaya dönüştürmeyi umuyor;
ön cepheden, Genelkurmay’dan ve savaş akademisinden gelen farklı bakış açılarını dinlemek istiyorum.”




…akademiye.”
İmparatorluk Savaş Akademisi ise geleneksel olarak bir adayın kaç turda kabul edildiği konusunu gündeme getirmemeyi tercih eder.
Son dönemden iki örnek buna işaret eder: Zettour ve Rudersdorf. Her ikisi de ikinci değerlendirme turunda seçilmişti.
İlkine dair “fazla akademik, bu yüzden bir general olacak yapıda değil” yönünde endişeler dile getirilmişti. Diğeri içinse, “keskin zekalı ve enerjik olduğu” kabul edilse de, “fazla hayallere dalma eğiliminde” olduğu gerekçesiyle eleştiriler yapılmıştı.
Yine de, bu yorumlara rağmen her ikisi de kabul edildi.
Ne var ki şimdi bu iki isim, orduya yön veren dehalar arasında görülüyor; öyle ki, bizzat kabul komitesinde yer alıyorlar.
Bu tür örnekler yüzünden, ilk eleme turunu geçen adayların —ki bu tur oldukça genel standartlarla yapılır— pek de parlak bir gelecek vadetmediği bile söylenir olmuştur.
Ordu, dogmatikleri ayıklayıp; ilk turda elenmiş olsa bile potansiyel taşıyanlara ikinci ya da üçüncü turda yeniden şans tanıyacak kadar titiz davranır.
“Şimdi Personel Dairesi’nden Binbaşı von Lergen’in, birinci turda başarılı bulunan bir adayın yeniden değerlendirilmesi talebini ele alacağız.”
İmparatorluk öylesine titizdir ki, birinci turda kabul edilmiş bir adayın uygun görülmeyebileceği fikri dahi normalde kabul edilemez.
İşte bu yüzden, herkes şaşkınlık içinde.
Kısa bir an boyunca, salondaki herkes savaş akademisi eğitmenine anlamsızca bakmadan edemez.
Bahsi geçen aday zaten ilk turda kabul edilmişti ve ikinci bir değerlendirme turuna gerek dahi duyulmuyordu.
Binbaşı von Lergen tam olarak ne demek istiyor olabilir?
Toplantıyı yürütmek zorunda olan akademi eğitmeni konuşmasını sürdürmek zorunda ama muhtemelen kendisi bile ne olup bittiğini bilmiyor.

“Tarafsızlığı sağlamak adına isimsiz yapılan ilk eleme turunda, gözden geçirilmesi istenen adaya ‘üstün’ notu verilmişti.”




İlk eleme turu, adaylara dair tüm kişisel bilgilerin çıkarıldığı belgelerin birden fazla değerlendirici tarafından incelenmesini içerir.
Değerlendiricilere yalnızca adayların başarı listesi ile akademik danışmanları ve İstihbarat tarafından hazırlanmış değerlendirme notları verilir.
Bu sayede önyargılar devre dışı bırakılır ve adaylar büyük ölçüde nesnel biçimde değerlendirilmiş olur.
Elbette kişisel bilgiler süreç sonunda açıklanacak ve hangi subayların ordunun seçkin kadrosuna alınacağına komite karar verecektir.
Bu yüzden eleme süreci hem katı hem de adil olmalıdır.
Doğal olarak, “üstün” notu almak, orduya göre bir adayın hiçbir eksik taşımadığı anlamına gelir.
“Ancak Binbaşı, bu konuda itirazda bulunmuş ve yeniden değerlendirme talep etmiştir. Bu inceleme, o talebe istinaden yapılmaktadır.”
Bu cümle, eğitmenin aslında bu yeniden değerlendirmenin neden yapıldığını anlamakta güçlük çektiğini dolaylı şekilde ifade eder.
Gerçek şu ki, eğer bu talep Personel Dairesi’nin bir şube şefinden, yani adayları daha derinlemesine araştırma yetkisine sahip birinden gelmemiş olsaydı, büyük ihtimalle dikkate bile alınmazdı.
Önceki anlaşmazlıklar genellikle ilk turdan geçen adayların sıradanlığına yönelik olurdu.
Bu nedenle eğitmenin şüpheci bir tonda konuşması kimse için şaşırtıcı değildir.
İsimsiz değerlendirmelerde “mükemmel” notu alan subay sayısı oldukça azdır; hele ki “üstün” notu alanlar neredeyse yok denecek kadar azdır—
Binbaşı von Lergen, işte bu en üst seviyede puan alan bir aday hakkında kuşku dile getiriyor.
Eğer söz konusu aday, nüfuzlu bir subayın çocuğu ya da soylu çevrelerle bağlantılı biri olsaydı, bu durumda önyargı ihtimalinden şüphelenmek daha anlamlı olabilirdi.
Kayırmacılık şüphesi nadiren ortaya çıksa da, hiç duyulmamış şey değildir.

Ancak söz konusu aday, bir askerin yetim kalmış çocuğudur.
Dolayısıyla nüfuzlu akrabalarının olmaması zaten beklenen bir durumdur.
Aday için referans mektubu yazan subayların hiçbiriyle önceden herhangi bir ilişkisi yoktur; ne fraksiyonlara, ne de aristokrat çevrelere ait bağlantıları bulunmamaktadır.
Dahası, bu referansları sunan subayların hepsi, sahada başarılar elde etmiş, disiplinli ve güvenilir gazilerdir—daha önce hiçbir sorun yaratmamışlardır.




Kendi çabasıyla yükselmiş ve böylesine etkileyici bir sicile sahip bir subayın önünü kapatmak, ordunun gelenekleriyle bağdaşmaz.
Salondaki herkes gözlerini Binbaşı von Lergen’e çevirir, açıklamayı ondan beklemektedir.
“Binbaşı von Lergen, kararınızı şekillendiren kriterlerin ne olduğunu merak ediyorum. Kayıtlara baktığımda, tek çıkarımım bu subayın olağanüstü bir aday olduğu yönünde.”
Söylediklerinde hafif bir eğlence tonlaması olsa da, Tuğgeneral von Rudersdorf aslında herkesin aklındaki soruyu dile getirir: Neden?
“Birliğinden aldığı tavsiye, akademideki konumu, İstihbarat tarafından yapılan arka plan taraması, askerî polis soruşturması raporu ve elde ettiği başarılar göz önüne alındığında, bu subay istisnai nitelikte.”
“Bununla ilgili sorun tam olarak nedir, merak ediyorum.”
“Başarıya yönelik tavsiyeler, seçkin subayları belirlemek için vardır.”
Henüz yolun başındaki bu genç—belki de hâlâ çırak sayılabilecek—subaylar, ordunun yeteneklerinden en iyi şekilde yararlanılarak gelecekte büyük kazanımlar elde edileceği umuduyla seçilirler.
Söz konusu adayın birliği tarafından sunulan referanslar, hiçbir tereddüt içermeyen övgülerle doluydu.
Akademik sicili, bazı adaylara kıyasla saha eğitimi açısından bir miktar eksik gibi görünse de, üstün muharebe tecrübesi bu açığı fazlasıyla kapatıyordu.
Salt değerlendirme ölçütleriyle bakıldığında bile bu subay, en üst düzey adaylardan biri olarak kabul edilmeye fazlasıyla layıktı.
Nitekim aldığı puan da neredeyse kusursuzdu.
Üstelik, genellikle en ince detaylara kadar didik didik eden İstihbarat ve askerî polis dahi bu aday hakkında en yüksek övgülerle geri dönüş yapmıştı.
Bunun kaç kez yaşandığını kim sayabilir ki?
“Hımm, bunu nasıl söylesem...? Bence, ve sanırım çoğunuz da aynı fikirde, bu subay son yıllarda gördüğümüz en umut verici adaylardan biri—gerçekten sıra dışı.”
Başka bir deyişle, ters düşmeyi ilke edinmiş Tuğgeneral von Rudersdorf bile böylesine kusursuz bir adayın neden şüpheye konu olduğunu anlamakta zorlanmaktadır.
Eğer bu yeniden değerlendirme talebi, Personel Dairesi’nin zirvesindeki, en küçük kusura bile tahammül etmeyen isimlerden biri tarafından gelmemiş olsaydı, herkes büyük ihtimalle itirazlarla karşı çıkardı.
“Evet, aday her alanda en üst düzeyde performans sergilemiş.
Fakat buna rağmen... açıkçası, bu kararı kabullenmek benim için oldukça zor.”

Binbaşı von—



 Lergen, tüm bu güçlü yönlere rağmen yeniden değerlendirme talebinde bulunduğunu açıklar.
“Akademi sıralamasında ikinci olmuş, askerî polisle en ufak bir sorunu olmamış. İstihbarat birimi onun gerçek bir vatansever olduğunu söylüyor. Ayrıca gizliliğe tamamen riayet edebileceğini de garanti ediyorlar. Üstelik muharebe birliğinden de doğrudan tavsiye almış!”
Komitenin gözünde, Lergen’in itirazı neredeyse şaka gibidir.
Adayın ismini gizli tutmak için nişanlar ve akademide bulunduğu yıllar silinmiş olsa da, elindeki kayıtlar neredeyse “Hava Muharebe Hizmet Madalyası” ya da daha yüksek bir ödülü garanti eder niteliktedir.
Sonuçta, birliğinden tavsiye almak hem karakter hem de yetenek açısından üstünlük gerektirir.
“Eğer bu adayı elersek, bu yıl başka hiçbir öğrenciyi kabul edemeyiz.”
Bu ciddi yorum, komitenin neredeyse tamamının düşüncelerini yansıtır.
Böylesine kabiliyetli, başarılarla dolu, yüksek değerlendirme almış birini ‘parlak’ kelimesi dışında ne anlatabilir ki?
Eğer bu aday elenirse, diğerlerini de gözden çıkarmak gerekir.
“Bu seferlik istisna yapmaya karar verdim ve adayın kimliğini açıklıyorum. Şuna bir bakın.”
Durumun böyle sürüp gitmesine izin veremeyen Personel Dairesi Genel İşler Şefi, bahsi geçen belgeyi dağıtır.
Normalde değerlendirmeler aday kimliği gizli tutularak yapılır, ancak gerektiğinde kimliği açıklama yetkisi bu kişiye aittir.
Lergen’i pek tanımıyorum… ama en azından ona bir el uzatmalıyım. Hiç değilse, iyi niyetle kariyerini korumaya çalışıyorum.
Aday, son derece nadir görülen—hatta “nadir” kelimesi yetersiz kalır—Gümüş Kanat Taarruz Madalyası sahibidir.
Ayrıca cephe başarısı nedeniyle Hava Muharebe Hizmet Madalyası için de aday gösterilmiştir.
Böylesi bir subay, normalde büyük bir memnuniyetle “geleceğin lideri” olarak karşılanırdı.

Ama sorun şudur ki, tüm bu başarıları elde eden kişi—



on bir yaşında bir çocuk.
Herhangi makul bir subay, bu yaştaki bir çocuğu cepheye göndermekte tereddüt ederdi.
Genel işler direktörü, Lergen’in bu terfiyi yaşından ötürü engellemek istediğini düşünür.
Durumu anladığı kadarıyla yorumlar ve kimliğin gizliliğini kaldırmayı kabul eder.
“…Yani, bütün bunları yapan bir çocuk mu?”
Rudersdorf bile ne diyeceğini bilemez. Sadece yaşı bile herkesi allak bullak etmeye yeter.
O noktada, odadaki herkes bunun ne kadar olağan dışı bir durum olduğunu fark eder.
Salon bir anda sessizliğe bürünür—şaşkınlıkla karışık bir suskunluk.
On bir yaşında büyü kullanıcısı teğmen olmuş.
Akademiden ikinci olarak mezun.
Gümüş Kanat Taarruz Madalyası almış ve Hava Muharebe Hizmet Madalyası’na aday gösterilmiş.
62 doğrudan, 32 asist olmak üzere toplam 94 düşman uçağını düşürerek “Beyaz Gümüş” lakabını almış.
Şu anda da eğitmen birliğinde görev yapıyor.
...Bunu gülünç mü bulmalıyız?
Bu tür bir özgeçmişe sahip biri, ancak bir dâhi olabilir.
“Büyü subaylarını yetiştirmek hayati önem taşıyor… ama sizi asıl düşündüren, yaşı. Doğru mu?”
Komitedeki pek çok kişi onun fazlasıyla genç olduğunu hissediyordu.
Tüm bir tabura komuta etmesini isteyip isteyemeyeceklerinden emin değillerdi.
Dahası, büyü subaylarına olan ihtiyacın uzun süredir yüksek olmasına rağmen, bazı çevreler bu tür subayları “dar görüşlü” olmakla da eleştiriyordu.
“Evet. Büyü alanında yetkin bir subay olabilir, ancak onu bir komutan olarak kullanıp kullanamayacağımız bambaşka bir mesele.”
Yalnızca uzmanlık alanında üstün olmak bile başlı başına zorken…
Havadan savaşan büyücüler arasında bireysel kapasitesi yüksek olanlar çoktur,
ama bunların çok azı iyi bir komutan olabilir.

Hayır—bir büyü subayının yüksek yeterliliğe sahip olması, onu otomatik olarak iyi bir üst rütbeli subay yapmaz.
Nasıl ki her ünlü sporcu iyi bir antrenör olamazsa…
Komutanlık için gereken vasıflar, bireysel başarıdan bambaşka şeylerdir.



Komutanlık için gereken vasıflar, bireysel başarıdan bambaşka şeylerdir.
İşte tam da bu yüzden, bazı subaylar Lergen’in şüphelerini kızın yaşı ve yetenek seviyesiyle ilgili olarak yorumlamaktadır.
Bu açıdan bakıldığında, gerçekten de tartışmaya açık yönler vardır.
Fakat adayı değerlendiren gözlemciler bu tür endişeleri önemsemez.
“Yeterince yetenekli. Başarıları, birliğinden gelen tavsiyeler, sicili—her şey kriterlere mükemmel biçimde uyuyor. Hakkında eleştirebileceğiniz hiçbir şey yok.”
Dosyasına göre, şimdiye dek komuta ettiği mangalarda tek bir hata dahi yapmamıştır.
Zaten bir mangayı dahi yönetemeyen birinin subay eğitimi almasının ne anlamı olurdu ki?
Beklenmedik sayıda kişi bu aşamada tökezler.
Kaldı ki, şu noktada, birliğinin tavsiyeleri göz önünde bulundurulduğunda, komuta becerisine dair şüphe dile getirmek hiç de yerinde olmazdı.
“Bu aday hızlandırılmış eğitim programından gelen biri. Taktik bilgisi fazla dar bir alana sıkışmış olabilir. Belki önce ileri düzey subay eğitimi alması daha iyi olur.”
Bazı generaller hâlâ tereddütlerini sürdürüyordu.
Neticede, hızlandırılmış bir eğitim almıştı.
Evet, bildiklerini gerçek muharebede uygulayabiliyordu ama—
Teorik açıdan bir şeyleri kaçırmış olabilir mi?
Taktik seviyede emir verebilse bile, karmaşık koşulları hesaba katan kararlar alma yeteneğine sahip miydi?
Bu soruyu sormak, sağduyudan başka bir şey değildi.
Ancak isimsiz değerlendirme sırasında ona en yüksek notları veren gözlemciler geri adım atmazlar.
“Mezuniyet tezi ‘Hızlı Konuşlanmanın Lojistiği’ başlığını taşıyordu. Demiryolu Departmanı bu çalışmayı son derece değerli buldu.”
Mezuniyet tarihi itibarıyla, adayın stratejik meseleler üzerine tartışabilecek düzeyde donanıma sahip olduğunu gösteren somut bir kanıt mevcuttu: işte o tez.
Bir öğrencinin böyle sade ve teknik bir konu seçmesi son derece nadirdi.
Genelde, öğrenciler daha heyecan verici başlıkları tercih ederdi.
Üstelik, adayın cephede elde ettiği sonuçlar da düşünüldüğünde, bu tercih daha da şaşırtıcı hâle geliyordu.
İsimsiz inceleme sırasında herkes şu kanaate varmıştı:
“Eğer bu kadar detaylı bir lojistik analiz yapabiliyorsa, bu kişi kesinlikle sahada uzun süre görev yapmış biridir.”

Çünkü o tezi okuyan herkes, yazarın—




...bir uzmandır diye düşünülür ve konu orada kapanırdı.
Lojistikten anlayan kişiler bu tezi okuduklarında, her ne kadar kabullenmek istemeseler de yazım kalitesi ve bakış açısının üstünlüğü karşısında etkilenmeden edememişlerdi.
Tezin yapısı son derece sade ve netti.
Kaynakların toplanmasına vurgu yapılmış, ikmal hatlarının depo organizasyonu ve standartlaştırılmış dağıtım süreçleriyle güvence altına alınması gerektiği belirtilmişti.
Amaç, acil durum stokları dışında tüm uzun süreli depolamayı ortadan kaldırmak olacak şekilde, verimliliğin öncelikli tutulmasıydı.
Arka cephede kaynak biriktirilmesini eleştirdikten sonra, ön cephede kesintisiz muharebe kabiliyeti sağlayacak temel malzeme yönetimi sistemini öneriyordu.
Anlaşılan o ki, Demiryolu Departmanının bu tezi okuyup çok beğendiği ve onu ekibe alabilmek için âdeta yalvardığı, lojistik çevrelerinde bilinen bir gerçekti.
Hatta sahada görev yapan deneyimli birçok subay bu çalışmayı incelediğinde yüksek not vermişti.
Ön cepheden bir taarruz başlatıp da ikmal sıkıntısı yaşamış herkes,
tezin ne demek istediğini çok iyi anlıyordu.
Operasyon lojistiği konusunda her zaman endişeli olan Rudersdorf da bu istisnalar arasında değildi.
Ve adayın isimsiz değerlendirildiği bu süreçte, kimse onun yalnızca on bir yaşında olduğunu tahmin edemezdi.
“Affedersiniz… Yazarın kimliği gizli olduğundan pek düşünmemiştim ama… Bu tez savaş akademisinden değil miydi?”
“Hayır. Akademide yazmış.”
“Bağışlayın ama… Bu noktada daha fazla tartışmaya gerek olduğunu gerçekten düşünüyor musunuz?
Benim açımdan böyle bir ihtiyaç görünmüyor.”
Lojistik gibi bir konuda tartışma yürütebilen birine ‘dar görüşlü’ demek pek mümkün değil.
Rudersdorf başını hafifçe yana eğer.
Tartışma uzadıkça, aday daha da parlamaya başlar.
Ve şüphe duyulacak nokta neredeyse kalmaz.

Ve sonra—belki de olması gereken olur—Tuğgeneral von Zettour sessizliğini bozar.
Artık daha fazla seyirci kalamıyormuş gibi bir ifadeyle başını kaldırır.







Tuğgeneral von Zettour sesini çok yükseltmese de, tonlaması açıkça memnuniyetsizlik taşır.
“Bir soru soracağım. Görünüşe göre aday, hâlâ akademi öğrencisiyken saha eğitiminde Tuğgeneral von Valkov tarafından Savaş Akademisi’ne önerilmiş.
Ancak Personel Dairesi bu öneriyi reddetmiş.
Bunun sebebini açıklayabilecek var mı?”
Zettour’un gözünden bakıldığında, yaşını bir kenara koyarsak Teğmen Degurechaff gayet nitelikli bir adaydır—her yönden uygun görünmektedir.
Daha öğrencilik dönemindeyken bile bazı subaylardan yüksek değerlendirmeler almıştır.
Valkov, çatışma bölgesindeki performansını o kadar takdir etmiştir ki, onu doğrudan Savaş Akademisi’ne önermiştir.
Zettour her ne kadar Valkov’la yalnızca birkaç kez yüz yüze görüşmüş olsa da, bu konuşmalarda adamın zekâsını fark etmişti.
Ve Valkov’un bu kadar yanlış bir öneride bulunmuş olabileceğini hayal etmekte zorlanıyordu.
Üstelik gözlemlerine göre, Degurechaff askerî kariyeri boyunca her zaman olumlu karşılanmış ve yetenekleri asla sorgulanmamıştır.
“O zaman neden o noktada değerlendirilmedi?
Onu kim reddetti?”
“…Yaşını ve yeterli başarısı olmadığını göz önünde bulundurarak, ben reddettim.”
Zettour başını, zaten bu cevabı bekliyormuşçasına sallar.
Bakışlarını Lergen’e dikerek sert bir tonla seslenir.
“Binbaşı von Lergen.”
“Buyurun efendim?”
“Tarafsızlığını sorgulamak gibi bir sapmaya girmek istemem.
Bu yüzden ilk ret kararını bir kenara bırakalım.
Ama şunu söyle bana: Neden şimdi yeniden değerlendirme talebinde bulundun?”
Lergen’in itirazı artık o kadar tartışmalı bir hâl almıştır ki, tarafsızlığı sorgulanır olmuştur.
Zettour bunu doğrudan dile getirmez ama… odadaki herkesin aklında aynı soru vardır:

Bu kadar çok yeteneği, bu kadar çok başarısı olan, bu kadar örnek bir subay hakkında… nasıl şüphe duyabildi?


Çünkü Teğmen Degurechaff hakkında ciddi endişelerim var.





Lergen içinde bir türlü susturamadığı kötü hissi bastıramıyordu.
Şimdiye kadar sayısız subayı değerlendirmiş biri olarak, bu kızda bir terslik olduğunu seziyordu.
Ve bu rahatsızlık, artık derin bir güvensizliğe dönüşmüştü.
Bu anormal kızın, İmparatorluk Ordusu’nun kalbine atanacağına göz yummaya niyeti yoktu.
“Yani demek istiyorsunuz ki, hem psikolojik değerlendirmesinde hem de İstihbarat’ın gizlilik testinde olağanüstü yüksek notlar aldığını biliyorsunuz… buna rağmen şüphe duyuyorsunuz?”
“Evet.”
Elbette öyledir.
Psikolojik değerlendirmeyi de, İstihbarat testini de rahatlıkla geçmiştir.
Hatta belki o kadar dindardır ki, bir rahibin kendisine “ne kadar takva sahibi” olduğunu söylemesini bile sağlayabilir—
çoğu asker çatışmanın ortasında Tanrı’dan af dilemeyi düşünmez bile.
Ama bu, sadece kimsenin onun anormalliklerini tespit edememiş olması anlamına gelir.
“Yani test sonuçlarını mı sorguluyorsunuz?”
“Evet, ama testlerin kendisini değil. Sonuçların teknik olarak yeterli olduğunu kabul ediyorum.”
Testlerin sayısal çıktılarında bir hata yok, bundan eminim. Zaten anormal olan da bu.
Asıl mesele, o psikolojik testlerin; yetişkin askerî personelleri ölçmek üzere tasarlanmış olması. Onun gibileri değil.
Yani bu sayılar dikkatli ve tarafsız biçimde yapılmış bir değerlendirmenin sonucuysa—
—asıl korkutucu olan budur.
“Binbaşı von Lergen, söylediklerinizin tamamının kayda geçeceğini tekrar hatırlatmak isterim…
ve ardından bir şeyi onaylamanızı rica ediyorum.”

“Evet, komutanım.”




Lergen için hem söylediklerinin resmî kayda geçmesi hem de kariyerine büyük bir darbe vurma ihtimali ürkütücüdür.
Zira seçkinler sınıfının en parlak yıldızlarından biri olarak, bu tür tartışmalardan kaçınmak onun için her zaman daha akıllıca olmuştur.
Ama artık söylemeden duramıyordu—
Bu dürtü içini sarmıştı.
Tüm bedeni, tüm ruhu, ona insan olarak karşısında durması gereken doğal bir düşman varmış gibi sesleniyordu.
Yabancı bir şey… var olmaması gereken bir sapma.
“Teğmen Degurechaff’ın karakterinden neden şüphe duyuyorsunuz?”
“Onu üç kez gördüm.”
İlk seferinde onu olağanüstü bir subay adayı olarak görmüştü.
İkinci görüşünde, onu korkutucu bir subay adayı olarak değerlendirmişti.
Üçüncüsünde ise artık emindi—karşısındaki kişi akıl sağlığı yerinde olmayan bir subaydı.
“Bu karşılaşmalar resmî mi, özel mi gerçekleşti?”
“Üçü de görev kapsamındaydı. Üçünde de askerî akademiye yapılan denetim sırasında gözlemledim.”
Bugüne kadar hiçbir öğrenci üzerimde bu kadar derin bir iz bırakmadı.
Ve büyük ihtimalle, bundan sonra da bırakmayacak.
Bu cümleyi bile kurabiliyor olmam, onun ne kadar anormal olduğunu açıkça gösteriyor.
Serinkanlı ve mantıklı.
Vatansever ve eşitlikçi.
Dindar ama aynı zamanda liberal.
Bunların her biri, başlı başına övülecek özelliklerdir—ama…
Onun içinde bir şey eğrilmiş, bükülmüş.
Bir şeyleri yanlış, bir şeyleri çarpık.
“Peki, yaptığı somut bir şey mi var?
Veya söylediği bir şey mi?”
“Lütfen eğitmenlerinin gözlem notlarına bakın.
Sayfanın üstüne karalanmış tek bir kelime var: ‘Anormal.’”
Kendisini en çok gözlemlemiş olan akademik danışmanı, tüm alanlarda ona mükemmel puanlar vermişti.
Ama kişisel bir not olarak, değerlendirme formunun köşesine o tek kelimeyi yazmıştı: Anormal.

Peki… onun—?





Onu rahatsız eden şey karakteri miydi?
Eğitmenler elbette öğrencilerin eksikliklerine dikkat çekerdi ama…
“Anormal” kelimesini yazmak? Bu düşünülmesi bile güç bir şeydi.
“…Hmm, demek ki ortada bir gerekçe var? Lütfen açıklayın.”
Zettour, suçlayıcı tavrını bir nebze yumuşatır.
Yalnızca, olayları tarafsız bir bakış açısıyla doğrulama gerekliliğini hissettiği içindir bu taviz.
“Anormal çünkü…
İnsanları birer nesne gibi gören, tamamen oturmuş bir kişiliğe ve bakış açısına sahip başka bir subay adayı hiç görmedim.”
O tam anlamıyla mükemmel bir makine gibi.
Emir verilir… ve o emir kusursuz şekilde yerine getirilir.
İdeal bir subay.
Ama aynı zamanda… gerçekliğin farkında.
Hiçbir zaman anlamsız bir teori ya da boş bir nutuk duymadım ondan.
Bu kadar ‘normalmiş gibi görünen’ birinin normal olduğuna inanamıyorum.
Ve işte bu yüzden…
Onu üçüncü kez gördüğümde tanık olduğum şeyi gerçekleştirebilmişti.
“Bunun dahice bir zihnin tuhaflığı olabileceğini hiç düşündünüz mü?”
“Savaşta tam anlamıyla bir dâhi gibi davranıyor, orası kesin.
Zaten General von Valkov ve İstihbarat birlikte, onu Demir Haç İkinci Sınıf madalyası için önermişlerdi.”
Ama her şeyden çok… o çocuk, henüz subay rütbesi yeni verilmişken bile, içimde bir şeylerin yanlış olduğunu hissettirmişti.
Lergen, elindeki tüm yetkiyi kullanarak durumu araştırdı—
ve sonuçta, teğmenliğe resmen atanmasından önce bile gerçek çatışmalara katılmış olabileceğine dair izler buldu.
Belki deliller azdı…
Ama parçaları bir araya getirdiğinde, bunun bir istihbarat operasyonuna bağlı görev olduğuna dair kuşkuları iyice derinleşti.
Ona “Demir Haç İkinci Sınıf” gibi bir madalya için öneride bulunulmuşsa, bu boşuna değildir.
“...Siz, saha eğitimi sırasında mı diyorsunuz?!”
Bu söz tüm odayı şoka uğratır.
Bir uğultu yükselir—koltuklar kıpırdar, bakışlar birbirine döner.

Ve o an herkes... bir şeylerin ciddiyetini fark eder.




İnanası zor bir hikâyeydi, ne şekilde anlatılırsa anlatılsın.
Ama böylesine kısa sürede yaşanan bu inanılmaz terfi silsilesi, öykünün gerçeklik payını yükseltiyordu.
Saha eğitimi sırasında—yani dokuz yaşındayken—bu çocuk gerçek çatışmaya girmiş… ve bu çatışmadan madalya adaylığıyla çıkmış mıydı?
Bunu başka bir yerden duysalar, herhalde kötü bir espri diye geçiştirirlerdi.
Ve işin korkutucu tarafı şu ki: bu saçmalık, ordunun geleceğini omuzlayacak adayların değerlendirildiği bir kurulda gündeme gelmişti.
“İstihbaratı sıkıştırdığımda, onu gizli bir operasyona dahil etmiş olabileceklerini ima ettiler.”
Bir sınır çatışma bölgesi…
Zaten tek başına oldukça tehlikeli bir yerdi.
Bir subay adayı için saha eğitimi yapılacak bir yer? Eh, kulağa uçuk gelse de hâlâ mümkün görünüyordu.
Ama... “Derinlemesine sızma eğitimi” söz konusu olduğunda işler değişirdi.
Öyle bir eğitim ki, en dayanıklı askerlerin bile feryat ettiği, düşman topraklarında icra edilen türden.
Tam muharebe teçhizatıyla, gece vakti, düşmanla dolu araziden geçerek izole bir dost karakoluna yürümek…
Böyle bir operasyonu bir öğrencinin yöneteceğini kim düşünürdü ki?
Lergen, bu bilgiyi istihbarattan bir tanıdığını sıkıştırarak almıştı.
Ve o kişi bile operasyonun savaş tecrübesi olan bir başçavuş tarafından yürütüldüğünü sanmıştı.
Aslında bu gayet mantıklıydı.
İstihbarat, böylesi zorlu görevlerde kabiliyetli liderlerden destek alırdı.
Muhtemelen, görev boyunca onun sadece saha eğitimi yapan bir subay adayı olduğunu hiç fark etmemişlerdi.
Lergen şimdi emin gibiydi: madalya başvurusu, Tanya’nın rütbesi fark edildikten sonra geri çekilmişti.
“...Yani siz diyorsunuz ki, bir subay adayı, öyle bir saha operasyonuna katıldı ki, İstihbarat onu madalya için önerdi?!”
Artık, salondaki hiç kimse onun ne kadar sıra dışı biri olduğunu inkâr edemezdi.
İstihbarat yetkilileri, üzerlerine çevrilen keskin bakışlardan göz kaçırarak başlarını sallar.
“Hiçbir şey bilmiyoruz” der gibi davranıyorlardı.
Ama herkesin bildiği şey şuydu:
İstihbaratın sağ eli, sol elinin ne yaptığından bihaberdi.
Eğer resmî bir soruşturma başlatılsaydı… bir şeyler kesinlikle ortaya çıkardı.
Zaten yüzlerinin aldığı o solukluk—az önce her şeyi anlatmıştı.

“Eğer mümkünse… bu bilgilerin gizliliğinin kaldırılmasını talep ediyorum.”




“Bunu kontrol ettireceğim.
Peki başka? Eğer hepsi buysa, bu kız yalnızca olağanüstü bir subay.”
Bu söz, “Gerçeği araştıracağız” anlamına gelse de…
Komite başkanının zaten kendi içinde hükmünü verdiğini gösterir.
İşte bu yüzden—hiçbir şey mantıklı gelmiyordu.
Lergen neden bu kadar şüpheli davranıyordu?
Yaşı dışında hakkında tek bir açık nokta olmayan, başarıları ve performansı kusursuz bir subaya karşı bu direnç neden?
“Akademideyken, astlarından birine büyü bıçağı çekti. Emre itaatsizlik yüzünden.”
“…Üst sınıf öğrencilerin görevi değil midir, asi çaylakları hizaya getirmek?”
Açık konuşmak gerekirse, askerî yasalar kişisel disiplin uygulamalarını yasaklıyordu.
Ama herkesin bildiği, yazılı olmayan kurallar da vardı.
Mesela, eğitim sırasında yaşanan yaralanmalar ‘kaza’ sayılırdı…
Ve üst sınıflarla yapılan müsabakalarda bu ‘kazalar’ sık sık olurdu.
Pek hoş bir yöntem olmasa da, komitenin bu olay yüzünden onu cezalandırması gerekirse—
ordunun neredeyse yarısı aynı muameleyi hak ediyor demektir.
“Onu gerçekten öldürmek istiyordu. Eğitmen araya girmeseydi, yetenekli bir askeri sakat bırakacaktı.”
Lergen içinden kopup gelen o bağırma isteğini bastırdı.
Hayır, bu başka! Bu aynı değil!
Ama anlatmalıydı.
Orada bulunmayan hiç kimse, yaşananı gerçekten anlayamazdı.
“Binbaşı… Eğer her eğitmenin söylediğini ciddiye alsaydık, ordu şimdiye kadar cesetlerle dolmuş olurdu.”
Çünkü ordu içinde, acemi askerleri eğiten eğitmenlerin acımasızlığı… sıradan sayılırdı.
Özellikle deniz piyadeleri ve hava büyü birliklerinde eğitim sırasında edilen küfürler,
‘Seni öldüreceğim!’ gibi tehditler—hâlâ nazikçe sayılırdı.
Aslında, bir öğrencinin insan olarak hiçbir değer taşımadığını söyleyen eğitim yöntemleri,
ordu içinde o kadar da nadir değildi.

Kimse gözünü bile kırpmazdı,
bir eğitmen bağırıp da—
“Kafanı parçalayacağım!”
diye tehdit ettiğinde.





“Kafanı çatlatacağım!”
“O boş kafanı uçuracağım!”
…gibi tehditler, eğitim sahalarında yankılanır durur.
Ve dayak yalnızca tolere edilmez—
bazı durumlarda desteklenir.
“Evet, belki bazen aşırıya kaçmış olabilir. Ama bu, biraz sert bir değerlendirme.”
“Yaşını göz önünde bulundurursak, ben onun öz denetimini hayli etkileyici buluyorum.”
Eğer mesele yalnızca birkaç tehditten ibaret olsaydı…
Açık konuşmak gerekirse, çoğu kişi bunun normal olduğunu düşünür ve geçerdi.
Hatta ‘ne şirin kız’ diye düşünenler bile çıkardı.
Ama onların hiçbiri…
onu kendi gözleriyle görmedi.
Hatta bazıları, astlarının her itaatsizliği için askerî mahkemeye çıkarılmadığını düşünerek kendilerini hoşgörülü bile sanıyor olabilir.
Sonuçta, bir üst rütbeliye itaatsizliğin cezası—
en kötü ihtimalle kurşuna dizilerek idamdır.
Bu açıdan bakıldığında, emirleri sorgulayan bir acemiye yumruk atmak,
onu infaz etmekten daha merhametli bile sayılırdı.
“Hımm… eğer endişeleriniz yalnızca yaşı ve öz denetimiyle sınırlıysa,
o zaman sizi biraz daha iyi anlıyorum sanırım.”
Ama artık kimsenin fikrini değiştirecek bir şey kalmamıştı.
Herkes, yaş konusunun sorunlu olduğunu zaten kabul ediyordu.
Binbaşının bahsettiği gibi yeni bir acemiye karşı sert davranmak aşırı gibi görünse de, hâlâ kabul edilebilir sınırlar içindeydi.
Ve onun sıra dışı yetenekleriyle ilgili endişelerini anlamıyor değillerdi.
Fakat aslında—
onu Savaş Akademisi’ne alarak,
eksik olduğu alanlarda eğitim almasını ve
tam anlamıyla dikkate değer bir subaya dönüşmesini sağlamak mümkün.
Bu konuda herkes hemfikirdi.
“Binbaşı von Lergen, görüşleriniz fazlasıyla öznel.
Açıkça söylemeliyim ki, bu süreçte tarafsızlık yoksunluğu sergiliyorsunuz.”
Onca tartışmaya, tüm çekincelere rağmen—
o hâlâ akademiye kabul edilecek.

“Adil davranmaya çalıştığınız açık.
Ama sizin gibi birinin, bu kadar yüzeysel izlenimlere kapılmasına şaşırdım doğrusu.”





Güzel soruşturmaydı doğrusu.
İstihbaratı biraz sıkıştırmamız gerekecek.”
Ama kimse… onun bu meseleyi gerçekten ciddiye alarak gündeme getirdiğini anlamaz.
Komitenin çoğu, Lergen’in bu yaklaşımı kullanmasının asıl nedeninin, İstihbarat’ı dolaylı şekilde eleştirmek olduğuna inanır.
Zira ordu içindeki politik dengelerde, Personel Dairesi’nden biri açıkça İstihbarat’a sataşamaz.
Herkes şundan emindir—bunu açıkça dile getirmeseler de:
Lergen bu yeniden değerlendirme talebini, adayın geçmişini incelerken keşfettiği karanlık noktaları su yüzüne çıkarmak için vermiştir.
İstihbarat’ın verdiği değerlendirme de, geçmişte gerçekleşmiş bir tür gizli operasyonu ima ediyordu.
Elbette, bu durumda yaşananlar bir bakıma Lergen’in gözünden kaçmış bir ayrıntı gibi görülebilir.
Ancak bu bilgiyi ortaya çıkarmış olması, kendi hanesine artı puan olarak yazılacaktır.
Ve sonuçta, suçlanacak olan o değil—özür dileyecek olan, İstihbarat olacaktır.
Başka bir deyişle, bu işten akılda kalacak tek şey şudur:
Personel Şube Şefi görevini hakkıyla yerine getirmiştir.
Kısacası, hem tarafsızlığını korumuş, hem de İstihbarat’ın karanlık yönlerini ustaca sorgulamıştır.
“İyi iş çıkardınız, Binbaşı von Lergen.
Kendisini tekrar değerlendirmeye almayacağız, ama İstihbarat’la yeniden konuşacağız.”
“…Teşekkür ederim.”

Ve böylece—Lergen’in tüm niyetlerine rağmen—
hiç kimse, adayın akademiye kabulünü engellemez.



…hiçbir endişesi olmadan.
Astına değer veriyormuş gibi davranmak zorunda kalmadan bu işi çözebildiği için memnun.
Zaten Savaş Akademisi’ne kabul edilmek başlı başına bir onurdur—
bu bildirim, bir rüyanın gerçeğe dönüşmesidir.
Normal şartlarda başvuru yapabilmek için en az teğmen rütbesine sahip olmak gerekir.
Ki Tanya şu an teknik olarak o düzeye bile ulaşmamıştır.
Anlaşılan, onu başarı madalyasına aday gösteren “saygıdeğer” biri, aynı anda akademiye önerilmesini de sağlamıştır.
Personel Dairesi’nin gizemli mekanizmalarına zihninde teşekkür ettikten sonra,
bu transferin arka cephedeki güvenli bölgelere gidiş anlamına geldiğini fark eder.
Ve elbette—kabulü hiç düşünmeden onaylar.
[hr]
Teğmen Tanya Degurechaff, resmî kayıtlara göre henüz on bir yaşında.
Ama öznel hafızasına göre…
ikinci kez üniversite öğrencisi olma fırsatını elde etmiştir.
Dışarıdan bakanlar onun sadece birkaç sınıf atladığını sanabilir.
Ama gerçek şu ki:
Bu, benim ikinci üniversitem. Bu yüzden ortama uyum sağlamakta hiç zorlanmayacağım.
Tabii teknik olarak konuşursak,
bir savaş akademisiyle sıradan bir üniversite; hem eğitim hedefi hem de ders programı açısından epey farklıdır.
Ama Tanya’nın bakış açısına göre, bu arka cephedeki sıcak yemekli, sıcak banyolu keyifli bir eğitim dönemidir.
Ön cepheyle kıyaslandığında, bu hayat kelimenin tam anlamıyla lüks sayılır.
Ve Tanya için, savaş akademisiyle üniversite arasında neredeyse hiçbir fark yoktur.
“Sinyal teorisi”ni kullanarak kendimi ‘insan sermayesi’ olarak pazarlayabildiğim sürece,
aradaki fark anlamsızdır.”
Hatta kendi teorisine göre, bazı yönlerden savaş akademisi, normal üniversiteden daha avantajlıdır.
En basitinden:
– Harç yok,
– Üstüne devletten maaş alıyor,
– Mezuniyet sonrası ise doğrudan kariyer hattı hazır.
Bu, profesyonel gelecek açısından şeker gibi bir anlaşma.
Ve böylece—
Savaş Akademisi birinci sınıf öğrencisi Teğmen Tanya Degurechaff,
neşeyle derslerine odaklanır.

Boyuna bakıldığında sırtında ilkokul çantası taşıyor olması gerekir belki ama—
o, subay üniforması içinde, elindeki resmi çantayla şaşırtıcı derecede doğal görünmektedir.


Savaş bölgelerinde yaşadıklarından beri…
bir daha asla—




Savaş bölgelerinden döndüğünden beri…
standart piyade tüfeği ve hesaplama küresi olmadan dışarı adım atamaz hâle gelmiştir.
Günün birkaç rutin işini bitirdikten sonra onları da yanına alır—
ve “okula” doğru yola koyulur.
Elbette bilir…
Okula götürmesi gereken şey, kalem kutusudur—tüfeği değil.
Ama bir noktadan sonra…
ekipmanı elinin altında değilse kendini eksik hissetmeye başlamıştır.
Çünkü…
Bir çılgın bilim insanını, fanatik bir dinciyi ya da BİRİNCİ VARLIK denen illeti vurma fırsatı ne zaman doğar, belli olmaz.
Bu yüzden:
– Her yeri potansiyel bir savaş alanı gibi değerlendirmek,
– Ve en ufak fırsatı bile kaçırmayacak şekilde hazır olmak…
onun için sadece mantıklı değil—zorunludur.
Evet, onun savaş alanı her yerdir.
Ve işte bu yüzden, Savaş Akademisi onun gibi birkaç sınıf atlamış ufaklık bir çocuğu hiç sorgulamadan kabul etmiştir.
Sert görünmek gibi bir niyeti olmasa bile,
cepheden yeni dönmüş, göğsünde “Gümüş Kanat Taarruz Madalyası” parlayan bir subayı kimse ciddiye almamazlık edemez.
Üstelik bedeninden hâlâ savaş alanının gerginliği sızıyorsa…
Tanya, boş zamanlarında tüfeğini söküp temizler.
Dişlerini sıkarken farkında olmadan—
Being X’i öldüreceği günü hayal eder.
Ve ne zaman başka bir subay ona yaklaşıp şu klasik soruyu sorsa:
“Neden her zaman yanında tüfek taşıyorsun?”
…verdiği cevap hep nettir.
Başını kaldırıp hafifçe şaşkın bir ifadeyle bakar—yaşına uygun bir masumiyetle:
“Bu ekipmanla herhangi bir an, hayatımı riske atmak zorunda kalabilirim.
Bu yüzden yanımda değilse rahat edemiyorum.
Yani… kısacası: korkağın tekiyim.”

“...Yani ekipmanına yakın olmazsan kendini güvende hissetmiyor musun?”
“Evet komutanım, öyle bir şey.
Bunu en sevdiği battaniyeyi bırakmak istemeyen bir bebek alışkanlığı gibi düşünebilir, gülüp geçebilirsiniz.”

Ve evet—bu cümle bile onu unutulmaz kılmaya yeter.
Bu yüzden fazla zaman geçmeden,
Akademideki herkes, Teğmen Tanya Degurechaff’ı “bir çocuk” olarak değil,
cepheden dönmüş, tehlikeli ama güvenilir bir asker olarak görmeye başlar.
Kendi sınıf arkadaşları bile ona şöyle bakar artık:
“Gülümsediği hâlde, düşman askerlerini nasıl daha verimli imha edebileceğimizi tartışan biri.”
[hr]

“Günaydın, Bay Laeken.”





Ancak sesini duyduğumda yaklaştığını fark ediyorum.
Gerçekten—hiçbir varlığını hissetmemişim.
Biraz çatışma deneyimim var ama…
Sanırım cepheden yeni dönen subaylara kıyasla iyice gevşemişim.
Yoksa… o gerçekten bu kadar iyi bir asker mi?
“Günaydın, Teğmen Degurechaff.
Kusura bakmayın ama… tüfeğiniz yine yanınızda mı?”
Astsubay olarak geçirdiğim yıllarda pek çok subay gördüm.
Ama sanırım hiçbirinin geleceği onunki kadar parlak değildi.
Daha on yaşını yeni geçmiş, ama Savaş Akademisi’ne kayıtlı.
Bu, duyulmuş şey değil.
Zaten bu yaşta bir çocuğun teğmenliğe kadar yükselmiş olması başlı başına inanılmaz.
Demek ki dünya gerçekten büyük bir yer.
Sahada herkes kadar iyiydim, ama karşımda şimdi arkamı bile fark ettirmeden dolaşabilen bir subay var.
Teğmen Degurechaff, dış görünüşüyle değerlendirilemeyecek türde biri.
Duyduğuma göre tüfeğini ve hesaplama küresini her gün okula getiriyor,
sonra da bunları nöbetçi subaya teslim ediyormuş.
Silahlarını yanında bulundurmadan yapamamasının sebebi kesinlikle cephe deneyimidir.
Bazı askerler cepheden döndükten sonra psikolojik olarak silahlarından ayrılmakta zorlanırlar.
Ama onun durumu… başka.
Gerçekten gergin gibi de durmuyor.
Aslında bu artık bir alışkanlık olmuş.
Silahlarını yanında taşımayı bir refleks hâline getirmiş.
Bu da demektir ki: Her an savaşa hazır.
Yine tekrar ediyorum belki ama…
Havadan Muharebe Hizmet Madalyası’nı bu kadar genç yaşta almış biri o.
Hem iyi eğitilmiş,
hem de astsubaylara karşı düzgün hitap kullanıyor.
Bir dahaki sefere cephedeysem,
karşımdaki düşman askerini yaşına göre ayırmayacağım.
Eğer tetiği çekmezsem, ölebilirim.
Bu da bugünlük çıkardığım ders olsun.
“Evet ya… biraz utanç verici ama, alışkanlıklar zor bırakılıyor işte.”

Bunu anlıyorum.
Ben de, yıllar sonra ilk kez…




…ayın ışığında yürürken bile, refleks olarak sürekli siper arardım.
Güvende olduğumu bilsem de—
hayatını kurtarma çabasıyla oluşan alışkanlıklar öyle kolay silinmiyor.
“Hiç de değil.
Bence bu harika bir şey.”

Aslında bu, onun savaş alanındaki öncelikleri doğru kavradığını gösteriyor.
Yeni atanmış teğmenler için hem bunları anlayıp hem de akıl sağlığını korumak tam bir sınavdır.
Çünkü savaş alanında, o inandıkları bütün kurallar…
acımasız gerçeklik tarafından ezilip geçilir.
Cesaret, şan, onur—
Tüm bu idealler, ölümüne verilen mücadelede çamura bulanır.
Ve içlerinden sadece birkaç istisna… bir isim edinir.
Bu nadir kişilerse, aslında çok basit bir sırrı bilir:
Astsubayları dikkatle dinlemek ve onların saygısını kazanacak yorumlar yapmak.
Ama işin aslı, bunu başarabilen subay sayısı yok denecek kadar azdır.
“Teşekkür ederim.
Rütbe basamaklarını tırmanmaya çalışan biri için, bu tür güven verici sözlerden daha iyi bir şey olamaz.”

Bu yüzden bu küçük kızın dış görünüşünü bir kenara bırakmalı,
gerçekte kim olduğunu takdir etmeli ve
ona samimiyetle destek olmalıyım.
Bir subay, rütbe yükselmenin ne kadar çaba gerektirdiğini kavrayabiliyorsa…
gerçekten büyür.
Bu gerçeği bilerek, nöbetçi komutan olarak görevimi sadakatle yerine getiriyor,
küçük ama görkemli Teğmen’e saygımı sunuyorum.
“Ama izninizle Teğmen Hanım…
Bugün burada ne aradığınızı sormamda sakınca var mı?
Malumunuz, bugün tatil günü.
Ders yok.”

Bugün genel olarak Şabat diye bilinir—yani Pazar.
Çoğu dindar kişi kiliseye gider, bazıları ise günah çıkartır.
Duyduğuma göre bu genç teğmen sabahları kiliseye gidip samimi şekilde dua edermiş.
Hatta… onun bir ikonaya dalmış gözlerle baktığını birkaç kez ben de gördüm.

“Evet, gayet basit bir sebep.
Kütüphaneyi kullanmak istiyorum.
Yatakhane arşiv odası artık yetersiz geliyor.”






Her ne kadar inanılmaz derecede basit bir gözlem olsa da…
Teğmen Degurechaff gerçekten, kelimenin tam anlamıyla çalışkan.
O aksi kütüphane şefi bile onun bilgisini, merakını ve öğrenme arzusunu övgüyle anıyor.
Sanırım bu kız… bir askerde olması gereken her şeyin vücut bulmuş hâli.
Eski bir üst rütbeli arkadaşım da,
Genelkurmay’ın strateji biriminin, onun “savaş dersleri analizi” ve temel ilkeler üzerine yaptığı yeniden değerlendirme karşısında şaşkına döndüğünü söylemişti.
Kim bilir o küçük kafada neler dönüyor?
Gerçekten çok etkileyici biri.
“Af edersiniz. O zaman her zamanki gibi, lütfen silahlarınızı burada bırakın.”

Normalde subayların kişisel eşyalarını teslim almak fazla uğraştırıcı olur.
Gözetim ve sorumluluk ister—o yüzden genellikle bu işi almak istemem.
Ama bu teğmen… farklı.
Bir askerin savaş alanındaki en sadık dostu tüfeğidir.
Bir büyücü içinse, hesaplama küresi en az onun kadar değerlidir.
Bu ikisine göz kulak olmak—bir onur.
Bu yüzden, yük gibi hissettirmiyor bile.
“Teşekkür ederim. O hâlde, izninizle...”

Başvuru formunu ustaca doldurur,
emanet teslim fişini hızlıca kabul eder—
ve kampüse doğru ilerler.
Onu arkadan izliyorum.
Adımları kısa, ama her biri tam bir güvenle atılıyor.
O dar omuzlar… inanılmaz derecede geniş görünmekte.
Böylesi bir subay, silah arkadaşlarını bana hiç tereddüt etmeden teslim ediyor.
Bu düşünce… içimde tarif edilmez bir memnuniyet bırakıyor.
“Ulan ne ukala çocuk be—yatak ıslatıyordur hâlâ kesin.”

Ve elbette…
bütün duyguyu bozan bir salak çıkageliyor.
Ne kadar şanslı olduğumu anlamıyor bile.
Bu kadar genç yaşta subay olmuş birini görmenin ne kadar olağanüstü olduğunu…
kavrayamayacak kadar boş biri.

“Aptal mısın sen? Genç görünüyor olabilir ama onun üzerinde çiş değil barut kokusu var!
Kanla karışmış savaş kokusu! Bu farkı anlayacak kadar bile askerlik bilmiyorsan sus!”





Demek ki çatışma görmüş bir çavuş bile bu kadar saf olabiliyor.
Bir askerin o düzeyde mükemmelliğe ulaşması…
sadece beceriyle değil,
savaşa duyduğu sevgiyle de mümkündür—tıpkı kıdemli gaziler gibi.
Başka bir ifadeyle:
İnsan olarak savaştan nefret etsen bile,
içinde, ona dair sevdiğin bir şey yoksa…
onu asla anlayamazsın.
“Çavuş… gerçekten sadece bu mu düşünüyorsun onun hakkında?”

“Hah? Hayır, tabii ki mükemmel bir subay olacağını da düşünüyorum.”
Elbette olacak.
Eğer o benim tabur komutanım olsaydı, hiç düşünmeden peşinden giderdim.
İster taarruzda,
ister düşman hattını kesip dağıtmakta,
ister zaman kazandırma manevrasında,
isterse geri cephe savunmasında olsun—
Nereye gitse, ardından giderdim.
Çünkü savaş onu seviyor.
Bırakın kendi ismini duyurmayı—
birliğiyle birlikte şan ve şeref madalyalarını toplayacağına adım gibi eminim.
Bu konuda kuşkum yok.
Çünkü ben çok sayıda subay gözlemledim—
Ve o… tam olarak “kahraman” denilen şey.
“Uyan artık moron!
Yanında iki tane hesap küresi taşıyor ama sana sadece birini verdi!”

Ama bu kadar kafasız birine bunu anlatmanın faydası yok.
O, saygı göstermek adına tüfeğini ve yedek hesaplama küresini teslim etti.
Ama asıl kullandığı küre…
onun neredeyse kişisel hakkı gibi bir şey.
Yani…
Ben bunun farkında olduğum için bir şey demedim.
Ama bu gerçeği bile fark edemeyen birine açıklama yapmak istemiyorum.
“Belki farkında olmadan yanında tuttu…
Ama cidden, hiç gardını düşürmüyor.”

“Haftalık Nöbetçi Subay öğrenirse, başı belaya girer.”

...Tanrım. Hâlâ tek düşündüğün bu mu?
[hr]
Tanya ise bu sırada…
savaş akademisi kampüsünün artık iyice tanıdık gelen yollarında ilerlerken,
her zamanki gibi biraz karmaşık bir ruh hâlindedir.

Çünkü bir insan…
utanma duygusunu yitirirse, utanmaz olur—
ve bu da, şeref yitimine yol açar.





İnsan dediğin, toplumsal bir varlıktır.
Bu bağlamda utanmak dediğimiz şey de, yalnızca sosyal canlılara özgü bir fenomendir.
Ve bu yüzden…
Ugh… ne kadar utanç verici…
İntikam yeminiyle dolup taşsam da,
tüfeğimi her yere yanımda taşımaktan gurur duyamayacağımı biliyorum.
Bir eğitmen bu konuyu bana doğrudan değil ama yeterince net biçimde ima ettikten sonra…
tüfeğimi Savaş Akademisi nöbetçi komutanına teslim etmeye başladım.
Ama elbette tam teslimiyet olmaz—
bu yüzden büyü gerektirmeyen çatışmalar için özel üretilmiş bir muharebe bıçağı taşıyarak uzlaşma sağladım.
Yani hiçbir zaman tamamen silahsız değilim.
Yine de…
Silahlarımı teslim ederken üzerime çevrilen o bakışlar—
bir şey hissettirmiyor desem yalan olur.
Beni uzaktan izleyen bir gariplik örneği gibi, meraklı gülüşlerle karşılanmaktan hoşlanmıyorum.
Ama haklı olduklarını da biliyorum.
O yüzden elimden gelen hiçbir şey yok.
Belki sadece kuruntu…
ama nedense hep şöyle düşündüklerini hissediyorum:
“İşte yine geldi o kaçık, okuluna tüfek getiren tip.”
Ama Tanya bunu anlayabiliyor.
Arka cephede tam teçhizatlı bir büyücünün dolanıyor oluşu, gerçekten dikkat çeker.
Eğer bunu ben görseydim, ben de bakardım.
O yüzden… onlara kızamam.
Ama…
başkalarına asla söyleyemeyeceğim bir nedenim var.
Silahlı olmamın sebebi—sadece alışkanlık ya da korku değil.
Bu, basitçe onur meselesi.
Eğer aklım inanca gömülürse,
benliğimi de kaybederim.
Ve o zaman…
Being X’in oyuncağına dönüşmem an meselesi olur.
Kendimi açıkça görebiliyorum—kendimi yitirip o yaratığın maskarasına dönüşmüş hâlimi.
“Tanrı” olduğunu iddia eden o varlık—
Bu kadar boş vakti varsa gidip bebeklerle oynasın.
Ama…
oyuncak olmak gibi bir niyetim yok.
Bu yüzden…
düşmanını tanımak ve nefreti diri tutmak için,
Tanya bir süredir her Pazar en yakın kiliseye gidiyor.
Ve Being X’in sahte ikonası karşısında,
içinden yükselen lanetler korosu eşliğinde kinini besliyor.
Bu—sağlıklı bir ruh hâlidir.

Ve bu, Teğmen Tanya Degurechaff’ın
insanlığın manipülatörü Being X’e karşı verdiği bireysel cevaptır.


Ve işte bu yüzden…
eğer fırsat doğarsa—onu vurabilmek için tüfeğini yanında taşır.





Eğer bir gün fırsat doğarsa—onu vurabilmek için yanında taşır silahını.
Ama ne yazık ki…
hiçbir zaman kilisede onunla karşılaşmaz.
Elbette…
Tanya’nın bu şekilde zaman geçirmesi verimsiz bir alışkanlık.
Ama yine de…
Bu pratiği ihmal ederse, Elinium Tip 95’in laneti onu bir gün dindar bir mümine dönüştürebilir.
Zihinsel hijyen şarttır.
Being X’in yalnızca görüntüsünü bile tiksintiyle karşılamak için—
bu pratik zorunlu bir ihtiyaçtır.
Bunu ihmal etmek,
nefes almayı bırakmak ya da düşünmeyi terk etmekle aynı şeydir.
“…Hmph.
Demek ki… kukla olmak istemiyoruz, öyle mi?”

Tanya’nın sarsılmaz bir inancı vardır:
İnsan onuru, düşüncede yatar.
Maymunlardan evrimleşen bu tür,
kendilerini insan yapan şeyin “düşünme kapasitesi” olduğuna inanır.
Ve Tanya da bu görüşü benimser.
İşte bu yüzden—
inananların ‘nimetlenmiş’ olduklarını sanarak aklı bir kenara atmaları onun için kabul edilemezdir.
Bir kişi, düşünme ve sorgulama yetisini yitirdiği anda—
Tanya’ya göre artık insan değil, bir makinedir.
İşte bu yüzden…
Tanya Degurechaff,
düşünceyi kutsal sayar.
Tartışmayı sever.
Ve kalbinin en derininden, dogmatizme alayla bakar.
Fanatikleri küçümsemesi,
körü körüne inananlara gülmesi gayet doğaldır.
Çünkü bu zavallı embesiller,
komünizmin ve benzeri ideolojilerin takipçilerine benzer—
başka bir tür dinin kitleleri.
Ve o takipçiler, toplumsal “deney” adı altında ceset dağları inşa ettiler.
Tanya’nın bu öfkesinin kaynağı insanlık inancına dayanır.
Düşünmek kutsaldır.
Çünkü deneme-yanılma, varoluşun temelidir.
Ama düşünmeyen yaratıklar…
bu dogmaları başkalarına dayattığında—
Tanya yalnızca tek bir şey sorar:
“Bu dünya ne kadar aptallaşmış olabilir?”
Being X ise—
onu bu dogmanın öncüsü yapmaya çalışan varlık—
tüm bunların en büyük düşmanıdır.
Bu varlığın dünyada var olmasına asla izin verilemez.
Ama…
Tanya hâlâ yeterince mantıklı biridir.
Nefret biriktirmeye tüm zamanını ayırmanın verimsizliğini fark edecek kadar.

Bu yüzden, en azından şimdilik…




Ama Tanya, bu boğucu nefretini bir kenara bırakıp derslerine odaklanmaya karar verir.
Çünkü Tanya, kelimenin gerçek anlamında hırslı biridir.
Geleceğini göz önünde tutarak, şimdiden yapabileceklerini yapar.
Bu yüzden, sürekli kütüphaneye gider.
Kampüs koridorlarında, artık iyice tanıdığı personele selam vererek yürür ve
hemen hedefe yönelir:
Kütüphane.
“Birinci Teğmen Degurechaff, giriş yapıyor.”

Her zamanki gibi içeri girmeden önce, adını ve rütbesini bildirir.
Savaş akademisine kabul edilmek için en azından birinci teğmen rütbesi gerekmesi nedeniyle—
Tanya hâlâ bu yapının en alt basamağındadır.
Pazar günü olmasına rağmen,
kendisinden üst rütbeli subayların içeride bulunması gayet olasıdır.
Bu yüzden, tavırlarında her zaman askerî ciddiyet ve zarafet bulunmalıdır.
“Hmm?”

Günlük disiplininin karşılığını alır:
Yaşça hayli ileri, ciddi ve kitap kurdu biri, evrak yığınları arasından başını kaldırır.
Omzundaki rütbe:
Tümgeneral.
Üstelik kıyafetinden anlaşıldığı kadarıyla, hatırı sayılır bir mevkide biri.
Bu rütbedeki bir subayın,
haritalar ve belgeler arasında gömülmüş olması şaşırtıcı değildir elbette—
zira savaş akademisi kütüphanesindeki materyallerin kalitesi bu ilgiyi açıklar.
Askerî strateji araştırmaları genellikle bu kütüphaneye dayanır.
Pek çok belge ve doküman dışarı çıkarılamaz.
Bu yüzden yüksek rütbeli subaylar bizzat gelip araştırmalarını burada yapar.
“Iı-ıh… Rahatsız ettiysem affedin, General.”

Tanya, bu milyonda bir ihtimalle gerçekleşen karşılaşmaya içten içe güler.
Zira hangi çağda olursa olsun,
“etkili isimlerle bağlantı kurmak” asla zarar vermez.
Ve eğer yeni insanlarla tanışmak istiyorsan,
harekete geçip bu ihtimali arttırmalısın.

Ama…
Ne yazık ki yaşım dışarıdan bakıldığında çok küçük.
Bu da, alkol gibi sosyal araçların kullanılabileceği ortamlarda bulunma ihtimalimi neredeyse yok ediyor.




Elbette böyle küçük bir kız bir barda bulunsaydı, kimsenin içki keyfi kalmazdı.
Bu da, eğlenmenin amacını ortadan kaldırırdı.
Ama öte yandan, bu yaşta böylesine derli toplu bir tavır sergileyebilmesi—ona iyi bir ilk izlenim kazandırıyor.
Yine de Tanya’nın için için canını sıkan şey şu:
Görünüşünden avantaj sağlamak istese bile, bilinçli olarak “çocuk gibi davranmak zorunda kalıyor.”
Çocuklar zaten onun anlayamadığı ayrı bir evren.
Küçük kızlar ise adeta başka bir gezegenden gelmiş yaratıklar.
Bir sıkışıklık anında gülümseyebiliyor, ama sadece bu kadar.
Yine de şunu biliyor:
Eline fırsat geçti mi, sonuna kadar kullanacak.
“Şimdilik bana, eski mezunlardan biriymişim gibi davranabilirsin.”

Kendisini selamlayan adamın sesi, bir askerden çok filozof gibi.
Sanki araştırma masasında daha rahat edecek bir akademisyen havasında.
Duruşunda katılık seziliyor ama, ilk izlenime göre sinirli biri değil, aksine dost canlısı.
“Teşekkür ederim, General.
Benim adım Tanya Degurechaff.
Burada öğrenciyim ve İmparatorluk tarafından ‘büyülü birlikler birinci teğmeni’ rütbesiyle onurlandırıldım.”

“Ben, Kurmay Başkanlığı Hizmet Kolu Başkan Yardımcısı Tümgeneral von Zettour.”

Kurmay Başkanlığı Hizmet Kolu mu?!
Arka cephedeki en üst kademe isimlerden biri bu!
Bu tam anlamıyla piyangodan çıkan şans.
“Sizinle tanışmak benim için bir onur, General.”

Bu lafı sadece nezaket gereği değil, içtenlikle söyleyebiliyor.
Çünkü gerçekten de bu rütbedekiler, Kurmay Personel Dairesi’ndeki isimlerle aynı seviyede nüfuza sahip.
Kurumsal dille söylenecek olursa:
Şirket stratejilerini yürüten kilit yöneticiler gibi.

Ve onun gibi biriyle, hem de bir tatil gününde kütüphanede karşılaşmak—
tek kelimeyle: Şans.





“Hmm, Teğmen, şu anda acele bir işiniz var mı?”

“Hayır, özellikle değil, Komutanım.
Buraya bilgi edinmek ve kendi kendime çalışmak amacıyla geldim.”
Tanya, içinden zıplayıp sevinçle bağırmak geçse de, kendini tutup amacını sakince dile getirir.
Neyse ki merak ettiği konularla ilgili bilgi toplamak, yasaları ve düzenlemeleri araştırmak için buraya sıkça uğradığından, bu geliş hiç sıra dışı sayılmaz.
“Harika. Birkaç dakikanızı alabilir miyim?
Daha genç bir bakış açısına danışmak istiyorum.
Ne dersiniz?”

“Memnuniyetle, Komutanım.
Eğer sizi rahatsız etmeyeceksem.”
“Hayır hayır, gayet uygun. Rahat olun.”

“Anlaşıldı, Komutanım.”

Mükemmel. O da benden etkilenmiş olmalı.
Birinin sana ilgi göstermesi konuşmayı o kadar kolaylaştırıyor ki.
Böylesi, personel azaltımıyla ilgili sunum yaparken kıdemli yöneticilerin anlamsız dirençleriyle uğraşmaktan bin kat iyi.
“Sizin hakkınızda biraz duydum.
Görünüşe göre epey yoğunsunuz.”

“Layık olmadığım bir itibar bu, Komutanım.”
Şu dayanılmaz derecede gıcık lakap, “Beyaz Gümüş,”
ordu içindeki isimlendirme anlayışının yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini kanıtlıyor.
Ama görünen o ki, dikkat çekmek konusunda işe yarıyor.

Genç ve elit bir kariyer yolunda, biraz isim yapmanın zararı olmaz.
Tabii...
Çıkıntı çivinin çekiçle ezildiği bir dünyada, şöhretin dozunu ayarlamak gerek.
Bu yüzden Tanya, ününü nasıl kontrol altında tutabileceğine dair fırsat kollamaya devam eder.












Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


3.2   Önceki Bölüm