Yukarı Çık




55   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   57 


           
11 Aralık (Cuma) – Asamura Yuuta





Sınıfın içindeki hoparlörlerden son ders zilinin sesi yankılandı. Öğretmen hızla koridora çıkıp gözden kayboldu, neşeli sesler sınıfı doldururken sınıf arkadaşlarım sandalyelerini ve sıralarını çekiştirerek eğlenmeye başladılar. Dönem sonu sınav sonuçlarımızı aldığımıza göre çoğu kişi rahatlamış ve hafiflemiş görünüyordu. Önümdeki geniş sırtlı çocuk sırasını kavrayarak ayağa kalktı. Muhtemelen her zamanki gibi beyzbol antrenmanına gidiyor—En azından ben öyle düşündüm.

“Asamura, bir şey dicem.“

Sesi duyunca şaşırdım. Normalde Maru, kısa bir veda eder ve hızla antrenmanına koşardı.

“Ne oldu?“

“Şimdi kulüp toplantım var ama kulüp odasına kadar benimle gelir misin?“

“Haa? Kulüp odası mı? Neden?“

“Sana vermek istediğim bir şey var.“

“Öyle mi… Peki, olur.“

Zaten eve erken gitmem gerekmiyor. Bunu düşünerek çantamı aldım ve Maru’nun peşine takıldım, onunla konuşmam bittikten sonra eve dönecektim. Koridor pencerelerinden dışarı baktığımda, avludaki tüm ağaçların yapraksız dallarını görebiliyordum. Gerçekten de kışın geldiğini hissettirdi. Artık görüşü kapatan yapraklar olmadığı için aşağıdaki avluyu net bir şekilde görebiliyordum. Hafif bir rüzgâr, sonbaharın son izleri olan birkaç başıboş yaprağı sürüklüyordu.

“Bu arada Maru, sınavların nasıl geçti?“

“Hm? Toplamda 828 puan aldım.“

“Beklendiği gibi huh?“

Hem beyzbol takımında düzenli oyuncu olmayı sürdürüyor hem de iyi notlar alıyordu. Bu arada, benim toplam puanım 819’du.

“Sana yetişemiyorum Maru. Oysa epey çabaladığımı hissediyorum.“

“Hm… Beni gözünde fazla büyütmene gerek yok, biliyorsun değil mi?“

“Sanırım haklısın.“

Notlarım son standart testlere kıyasla yükselmişti ve Maru’yla aramdaki fark biraz daha kapanmıştı.

“Geçen yazdan beri bayağı ilerleme kaydettin değil mi?“

“Muhtemelen yaz tatilinde aldığım ek dersler sayesinde.“

“Sadece o mu?“

“Huh?“

“Boş ver.“


Bundan sonra Maru tek kelime etmeden yürümeye devam etti. Ön kapıdan dışarı adım attığımızda soğuk rüzgâr bedenimi titretti. Parmak uçlarım bile gerildi. Bu soğukta antrenman yapan spor kulübü üyeleri için üzülmeden edemedim. Eve gitme kulübünün bir üyesi olarak benim onlarla kıyaslanmam bile mümkün değildi. Biraz daha yürüdükten sonra kulüp odalarının bulunduğu binayı gördüm. İki katlıydı ve sıradan bir apartman kompleksini andırıyordu. Beyzbol kulübünün odası avlunun hemen yanında bulunuyordu.

Kapı açıldığında beni ilk karşılayan şey ter kokusuydu. Hemen ardından, bu kokuyu bastırmaya çalışıyormuş gibi gelen narenciye deodorantının kokusunu aldım. Duvarların yanında, kulüp üyelerinin kişisel eşyaları ve antrenman malzemeleriyle dolu dolaplar sıralanmıştı. Bazıları düzenliydi, bazılarıysa rastgele doldurulmuştu. Odanın bir köşesinde metal şemsiyelik gibi görünen bir kap vardı ancak içinde metal sopalar duruyordu. Kulüp üyelerinden bazıları kıyafetlerini değiştirirken sohbet ediyordu ve Maru içeri girince ona seslendiler.

Maru’yla birlikte olduğumu görünce bana da nazik bir şekilde selam verdiler. Maru, beni sınıf arkadaşı olarak tanıttı ve kısa bir sohbet ettik. Bana bu kadar saygılı davranmalarının sebebinin üst sınıflarından biri olmamdan çok Maru’nun arkadaşı olmam olduğunu düşünüyordum Ancak yine de, sanki buraya ait değilmişim gibi hissettirdi. Maru, dolabından bir plastik poşet çıkarıp sırt çantasını yerine koyarken ben odanın girişinde bekledim. O sırada alt sınıflarından birkaç kişi ona akıllarına gelen şeylerden bahsediyordu.

“Beklettiğim için kusura bakma.“

“Hiç sorun değil.“

Maru’nun bu kadar sevilen biri olmasını görmek hoşuma gitmişti. Beni ilgilendiren bir konu olmasa bile bu durum mutlu hissetmeme yetti.

“Yani, bana vermek istediğin şey bu mu?“

“Aynen öyle. Sınıfta bırakmaya pek güvenemedim.“

Elindeki küçük plastik poşeti belinin yanında taşıyordu. Bana uzattığında içine kısa bir göz attım. İçinde birkaç manga cildi vardı. Üstelik bunlar standart cep boyutunda (küçük B6, 17x11 cm) değil, biraz daha büyük olan B6 boyutundaydı, yani yaklaşık 18x13 cm. Genç yetişkinlere yönelik mangalarda sıkça rastlanan bir boyuttu Ve içinde tam üç cilt vardı. Şimdi anlıyorum neden bunları sınıfa getirmek istemediğini.

“Bunların hepsi benim için mi?“

“En yeni tavsiyem. Gerçekten harika bir seri. Bir sonraki büyük hit olabilir!“

“Öyle mi? O zaman okumak için sabırsızlanıyorum.“

Ama bu aynı zamanda aklıma bir şey getirdi. Eğer bana sadece bunları vermek istiyorsa, neden daha uygun bir yerde buluşmadık ki? Böylece yanına almak zorunda kalmazdı. Bu düşünceyi sürdüğümde, aslında ne yapmak istediğini fark ettim.

“Önceden aldım. Bu pazar doğum günün öyle değil mi?“

Ancak o an anladım—bu bana bir doğum günü hediyesiydi.

“Buna gerçekten gerek yoktu…“

“İlginç bir seri biliyor musun? Gerçi bazen biraz alışılmışın dışında olabiliyor.“

“Yani, Maru, senin önerilerin ne zaman alışılmış oldu ki?“

“Haha, doğru söylüyorsun ama klasik serilere de ilgim var, o yüzden rahatlıkla okuyabilirsin.“

“Evet, evet. Teşekkürler, gerçekten sevindim.“

Ona biraz takılıyordum ama gerçekten mutluydum. Açıkçası bana bir hediye vereceğini hiç beklemiyordum. Doğum günümden hiç bahsetmemiştim ve geçen yıl da bana bir şey almamıştı. Bu, tam anlamıyla sürpriz olmuştu. Doğum günü hediyeleri konusu açılmışken, Maru’nun yaklaşık yarım yıl önce söylediği bir şeyi hatırladım. Birinin doğum gününü kutladığından bahsetmişti. Kimin olduğunu sorduğumda ise konuyu geçiştirmişti. Belki de o zaman başkalarına hediye vermeye ilgi duymaya başladı. Onun doğum günü için de bir şeyler almalıyım.

“Pazar günü buluşamayacağımıza göre, bugünü seçtim.“

“Pazar günü antrenmanınız var değil mi?“

“Beraber kutlayamayacağımız için üzgünüm ama doğum gününde yalnız kalacağını sanmıyorum.“

“Böyle söyleme. Gerçekten çok sevindim.“

“Eh, büyük bir şey değil, o yüzden kafana takma. Sonra görüşürüz.“ Maru elini sallayıp odanın arkasına doğru yürüdü.

Ben de eve gitmeye karar verdim ama tam o sırada kulüp üyelerinden biri aniden seslendi. Ne istediğini merak ettim. Bize yakın yaşlarda, ikinci sınıf öğrencisi gibi görünüyordu.

“Maru bazen Narasaka-san ile konuşuyor mu?“

Onun adının geçmesini kesinlikle beklemiyordum.

“Haa? Narasaka… Yani umm…?“

“Evet, hani şu gerçekten sevimli kız.“

“Yani… Maru ve o kız hakkında ne var?“

“İkisi arasında sıcak bir sohbet döndüğüne dair bir söylenti var.“

“Şey… Bunun hakkında hiçbir şey duymadım.“

Yalan söylemiyordum. Maru bana böyle bir şey anlatmamıştı Ve eğer biliyor olsaydım bile, her soran kişiye anlatacak değildim.

“Anladım…“

Görünüşe göre Maru bu konudan ya özellikle kaçınıyor ya da tamamen sessiz kalıyordu, bu yüzden doğrudan ona sormanın pek bir faydası olmazdı. Ancak en azından Narasaka-san ile konuştuklarını inkâr etmemişti. İkisi de sınıfın en başarılı öğrencileri arasında olduğu için insanlar onların düzenli olarak konuştuklarını ya da hatta çıkıyor olabileceklerini düşünmeye başlamıştı.

“Tamam, anladım. Seni burada oyaladığım için kusura bakma.“

“Bu konuda endişelenme.“

Başımı eğip beyzbol kulübünün odasından ayrıldım. Az önce geçen konuşmayı düşünerek bisiklet park alanına doğru ilerledim. Maru ve Narasaka-san gerçekten çıkıyor olabilir mi? Açıkçası bunun bir yanlış anlaşılma olduğunu düşünüyorum ama eğer doğruysa, bu ikisinin de hem benden hem de Ayase-san’dan ilişkilerini sakladıkları anlamına gelir. Gizli bir ilişki…

Öte yandan, bunu açıkça ilan etmeleri de gerekmiyor. Benim Ayase-san ile olan kardeşlik ilişkimi biliyorlar ama birbirimizi sevdiğimizi açıkça söylememize gerek yok. Sonuçta, “Bugün çıkmaya başladık“ yazılı bir tabela taşımaya da gerek yok—

“Bir saniye…“

Bu tam olarak doğru sayılmaz. Eğer olaya hayvanlar âlemi açısından bakarsan, aslında mantıklı geliyor. Bir erkek ve dişi hayvanın çiftleştiğini göstermek istemeleri doğal olurdu. İnsanların düğün törenleri yapması, nişanlanması gibi şeyler de bu yüzden var. Üstelik sıradan bir erkek ve kız, normal bir çift gibi çıkmaya başladığında çoğu insan onları tebrik eder. Tebrik edilmek hoşuna gidiyorsa, böyle bir şeyi açıklamak mantıklı olur.

Öte yandan, Narasaka-san’ın ne kadar popüler olduğu düşünülürse, onun biriyle çıktığını öğrenen pek çok kişinin hoşnutsuzluk duyacağını da tahmin edebiliyorum. Öyleyse gizli tutmak mantıklı… Ama sonuçta o bir idol falan değil yani bunu duyurmanın büyük bir zararı olmaz… Eğer öyleyse, ilişkilerini saklamaları biraz garip olmaz mı? Neyse, sanırım fazla ileri gidiyorum. Günümüz toplumunda, evli olup olmamak yaşam tarzı ya da iş hayatı açısından belirleyici bir şey olmamalı. Her şeyi bu kadar kesinleştirmeye gerek yok…

“Phew…“

İç çekerek nefes verdim. Bu kadar düşünmek neredeyse beynimi yakacaktı. Maru ve Narasaka-san’ın gerçekten çıkıp çıkmadığını bilmediğim sürece, olasılıkları ve ihtimalleri düşünmek tamamen zaman kaybıydı. Çantamı bisikletin sepetine koyup pedallara bastım. Kitapçıdaki vardiyama yetişmem gerekiyordu.

Aralık ayı olduğu için güneş çoktan batmaya başlamıştı. Binaların arasından görünen gökyüzü kırmızı bir perdeyi andırıyordu ve Shibuya Şehir Merkezi’ndeki LED ışıklar birer birer yanıyordu. Nereye baksan süslemeler, ışıklar ve sayısız insanın sesiyle doluydu. Tren istasyonunun önündeki ağaç, elektronik ışıklarla süslenmişti ve arkasındaki Hachiko heykeline kırmızı bir kurdele bağlanmıştı. Bu da o sadık dostun gururla gülümsediği hissini veriyordu. Binaların üzerindeki ve yanlarındaki sayısız ekran, kış indirimlerini tanıtan reklamlarla doluydu.

Çalıştığım kitapçı da pek farklı değildi. Her yerde kırmızı, yeşil ve beyaz ışıklar vardı ve girişteki cam kapıya, kar efekti vermesi için beyaz sprey sıkılmıştı. Yani… Noel’e tam iki hafta var daha.

Bu düşüncelerle kitapçıya girdim. İçeride dolaşırken bir kez daha iç çektim. Normalde bir kitapçı, böyle dönemlerde büyük değişimler yaşamaz ama eğlence bölgesine yakın olduğumuz için genellikle daha fazla müşteri gelirdi. Bugün de öyle olacağa benziyordu. Müdürü gördükten ve vardiya planını duyduktan sonra şaşkınlıkla irkildim.

“Bekle, Yomiuri-senpai bugün hasta olduğu için izin mi aldı?”

“Aynen öyle. Bu yüzden bugün sadece sen ve Ayase-san vardiya yapacaksınız. Zor olacağını biliyorum ama size güveniyorum.”

“Anladım, elimizden geleni yapacağız.”

Bütün vardiya boyunca sadece ikimiz… bu biraz yorucu olacak. Bugün tam anlamıyla kendimi vermem gerekecek. Soyunma odasına gidip üniformamı giydim ve tekrar dışarı adım attığımda—

“Üzgünüm, geç kaldım!”

Ayase-san geldi, hâlâ okul üniformasını giyiyordu.

“Önemli değil, hâlâ vaktimiz var.”

Vardiyamızın başlamasına on dakika var, bu kadar acele etmesine gerek yoktu. O ana kadar kasada duran diğer meslektaşlarımı selamladıktan sonra arka tarafa geçtim. Kasayı idare eden sadece iki kişi olduğu için, muhtemelen bir sonraki vardiyaya kadar onların bıraktığı yerden devam etmek zorunda kalacağız. Bu yüzden önce depoyu kontrol etmek istiyordum…

“Ah, kahretsin. Sanırım önce kitap raflarına bakmalıydım.”

Sahnemizin üzerindeki kitap yığınına bakıp içimden hayıflandım. Depoda kaç tane dergimiz olduğunu bilmek iyi bir şeydi ama ön taraftaki sergilerin ne kadar dolu olduğunu hatırlamıyorsam bunun pek bir anlamı yoktu. Kasada bilgisayarı kullanarak belirli ürünlerin stok durumunu kontrol edebilirdim ama ön tarafa bakacak vakti bulabilecek miydim, orası belirsizdi.

Eğer Yomiuri-senpai burada olsaydı, kesinlikle önce raflardaki stokları kontrol ederdi. Ne büyük hata… Hafifçe dudağımı ısırdım ve saate baktım. Vardiya değişimine üç dakikam kalmıştı. Artık yapabileceğim bir şey yoktu. Güvenilir üst kıdemlimi özleyerek kasaya doğru ilerledim.

“Zamanı geldi. Devralıyoruz!”

“Oh, çok sağolun.”

“İkinize de iyi şanslar!”

Önceden kasaya bakan iki çalışan, başlarını eğerek bize teşekkür etti ve yerlerini Ayase-san ile bana bıraktılar Ancak fazla konuşacak vaktimiz yoktu; çünkü sıradaki müşteriler çoktan önümüzde bekliyordu. Hemen müşteri hizmetleri moduna geçtim ve isteklerini adeta transa girmiş gibi yerine getirmeye başladım. Bir müşteri alışverişini tamamlayıp ayrıldığında, diğeri kitabını önümdeki tezgâha koyuyordu. Nefes alacak zamanım bile yoktu.

Bugün müşteri akını özellikle yoğundu. Muhtemelen yaklaşan yılbaşı sezonu nedeniyle birçok müşteri aldığı kitapları hediye paketi yaptırmak istiyordu, bu da bizim için ekstra zaman harcamak demekti. Kitaba plastik koruyucu eklemek bir şeydi ancak onu hediye paketi şeklinde sarmak bambaşka bir işti. Öncelikle, sıradan hediye kâğıdı kullanamazdık. Birçok müşteri özel yılbaşı temalı kâğıt istediği için önce bunu onlarla teyit etmemiz gerekiyordu. Genellikle iki farklı hediye kâğıdını gösterip doğrudan hangisini tercih ettiklerini sormamız lazımdı. Yine de çoğu müşteri yılbaşı desenli olanı seçiyordu ki bu da sezonun ruhuna uygun bir durumdu.

Tabii kurdeleleri de unutmamak gerek. Bant kullanımı nispeten kolaydır ancak kurdeleyi yanlış ya da özensiz bir şekilde bağlamak, paketlemeyi ikinci el gibi gösterirdi ve baştan başlamak zorunda kalırdık. Önce çapraz şekilde bağlayıp en üste bir fiyonk ekledikten sonra makasla son dokunuşları yapmak gerekiyordu Ama doğrudan kesmek olmazdı; o şık, havalı görünümü vermek için makası aşağıdan yukarı doğru eğimli bir şekilde kullanmalıydık. Şimdi düşündükçe, burada çalışmaya ilk başladığım dönemdeki müşterilerime biraz üzülüyorum Ve her hediye paketi talebinde içten içe inleyerek çalışırken, bu aralar sürekli aklımı kurcalayan bir konuya, Ayase-san’a ne hediye alacağımı düşünmeye başladım. Tabii, müşteriler için hazırladığım paketleri mahvetmemeye de özen gösteriyordum.

Doğum günü hediyesi huh? Ellerim neredeyse otomatik bir şekilde hareket ederken bunu düşünmeye başladım, adeta bir robot gibi. Dürüst olmak gerekirse, hâlâ ne alacağıma dair bir fikrim yoktu. Ona ne hediye almalıyım? Ne alsam mutlu olurdu? Narasaka-san’a hediye hazırlarken bile, neredeyse her şeyi Ayase-san’ın halletmesine izin vermiştim. Neyse ki onun zevklerini bildiği için her şey yolunda gitmişti.

“İkiniz de iyi iş çıkardınız.”

Müdürün sesi beni gerçekliğe döndürdü. Dalmış bir şekilde çalışırken, kasaların önündeki müşteri kuyruğunun büyük ölçüde azaldığını fark ettim.

“Yakında yardıma gelen olur, kalanını da idare edin.”

“Evet.”

Yomiuri-senpai’nin yokluğu bir kez daha kendini hissettirmişti. Kitap raflarıyla ya da sergilerle ilgilenecek hiç vaktimiz kalmamıştı. Tüm zamanımızı kasada geçiriyorduk.

“Zorluydu ama neyse ki biraz nefes alma fırsatımız oldu,” dedi Ayase-san.

“İkimiz için gerçekten yorucuydu, evet.”

“Yomiuri-san için biraz endişeliyim.”

“Umarım sadece mevsimsel bir soğuk algınlığıdır… Ama biz de dikkat etmeliyiz.”

Müşterilerde kısa bir duraklama olduğunu fark eder etmez kasadan hızlıca uzaklaştım.

“Mağazadaki durumu kontrol edeceğim.”

“Lütfen, yaparsan çok sevinirim.”

Etrafımda deli gibi koşturmamaya dikkat ederek, sergilerdeki dergi sayısını ve kitap raflarındaki kitapları kontrol etmeye gittim. Aynı zamanda yardıma ihtiyacı olan bir müşteri olup olmadığına göz gezdirdim. Beklediğim gibi, eşi için belirli bir polisiye serisini arayan bir adam buldum ve onu hızlıca ilgili bölüme yönlendirdim. Önce bir roman olacağını düşündüm ama meğerse bir çizgi romanmış. Yayınevini tahmin etmeye çalışırken de yanlış tahmin ettiğim için biraz daha vakit kaybettim.

Kasaya geri döndüğümde, beni yeni bir müşteri kuyruğu karşıladı. Görünüşe göre alışveriş alanıyla ilgilenerek daha fazla zaman harcayamazdım. Hemen tezgâha geri dönüp ikinci kasayı açtım. Yaklaşık bir saat sonra başka bir çalışan yardıma geldi ve sonunda biraz nefes alma fırsatı bulduk.

Vardiyamız sona erdiğinde ve kitapçıdan dışarı çıktığımızda, gece karanlığı çoktan bizi karşılıyordu. Sokaklar yılbaşı ışıklarıyla aydınlanmıştı, yolumuzu aydınlatan bu ışıkların altında ben bisikletimi iterken Ayase-san yanımda yürüyordu. Her nefesim bembeyaz bir buhara dönüşüyordu ve gidonu tutmak canımı acıtacak kadar soğuktu. Onu nazikçe kavramam bile parmaklarımın hemen sızlamasına neden oluyordu.

“Eldivenin yok mu?” diye sordu Ayase-san yanımda yürürken.

“Eldiven takarsam gidonu kaydırırım diye hep korkarım. Yani, tamamen his meselesi sanırım.”

Objektif olarak bakınca, eldiven takmanın gidonu daha kaygan hâle getirip getirmeyeceği pek net değil. Zaten bisikletler için özel üretilmiş eldivenler de var, bu yüzden güvenliğim açısından almak en iyisi olabilir. Tokyo’daki bazı okullar, bisikletle okula giden öğrenciler için kask takma zorunluluğunu içeren kurallar koymaya başladı bile. Suisei Lisesi henüz bu kurallara dâhil etmedi ama belki de çok uzun sürmez. Eğer o noktaya gelirsek, eldiven zorunluluğu da eklenebilir.

“Öyleyse kesinlikle alman lazım,” dedi Ayase-san, düşüncelerimi dinledikten sonra.

Sesinde küçük bir endişe sezdim. Bunu fark ettiğimde, sadece “Bir şey olmaz” diye geçiştirmeye cesaret edemedim.

“Evet, sanırım haklısın. Bir bakarım.”

Gerçi eldivenlerin yanında bir de kask takma fikrine pek sıcak bakamıyorum…

“Atkı da takmıyorsun. Üşümüyor musun?”

“O gerçekten fazla tehlikeli olur. Ya bisiklet sürerken atkı dişlilere dolanırsa?”

“Anlıyorum, mantıklı.”

“Atkıyı kıyafetlerimin içine sokmam ya da boyunluk kullanmam gerekirdi ama soğuğa pek aldırdığım da söylenemez.”

“Öyle mi?” diye başını salladı Ayase-san. “Ama bugün hava gerçekten buz gibi değil mi? Hey, bisikletini bu tarafa çevir.”

“Hah? Ama öyle yürümek daha zor olmaz mı?”

Onun tam olarak ne amaçladığını bilmiyordum ama bisikleti yol kenarından uzaklaştırıp, aramızda kalacak şekilde konumlandırdım. Bu, aramızdaki mesafenin açıldığı hissini verdi ve bu biraz hayal kırıklığına uğramama neden oldu ama hemen ardından Ayase-san sol elini gidona doğru uzatıp, eldivenli elini sağ elimin üzerine koydu—Ah, şimdi anladım.

Bisikleti önceki pozisyonda tutmaya devam etseydim, yürürken kolunu bana doğru iyice uzatması gerekecekti ki bu hem zahmetli hem de biraz tehlikeliydi. Şimdi ise sıcacık eldiveni elimin üzerine kapanmıştı.

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg3BXtN3N65SmxOVCZfJ8thzVMD02x9vC8rwOB82ftBUya2W8B6jCi0JdfpVHBlUPnXJP4pdo4yRGCQYf1plArsm2KKdaKNF7sCfqWcXvypuNDzzxeuRbo1dBb1dp9OnZkdBoEsY0Iq9CXsL07cYIpS14ghqoXB03enmjPjpNyA-CiuPocXmkG7rBa1BA/s2048/Chapter%201.jpg

“Biraz olsun ısındı mı?”

“Ah… evet…”

“Başka türlü çok tehlikeli olurdu, aklıma gelen tek çözüm buydu.”

“Biliyorum, teşekkür ederim.”

Elini fazla bastırmamaya dikkat etmesi gerekiyordu ama bu kadarı bile elimle rüzgâr arasına bir kalkan olmuştu ve azıcık da olsa sıcaklığını hissetmemi sağlıyordu. Sonrasında, sessizce yan yana yürümeye devam ettik. Yanımızdan geçen insanlara ister istemez dikkat etmeye başladım; elimiz bu şekilde birbirine değdiği için bize nasıl baktıklarını düşünmeden edemiyordum ancak dürüst olmak gerekirse, dışarıdan bakan biri için bu pek de göze batan bir şey sayılmazdı.

Kendi mahcubiyetimi gizlemek için konuyu değiştirmeye karar verdim ve bugün açıklanan sınav sonuçlarını açtım. Kendi puanımı söylediğimde, Ayase-san isteksizce açıkladı—815 puan. Benim puanım ise 819’du, yani sadece 4 puan farkla kazanmıştım. Bunun üzerine Ayase-san, bir yenilgi ifadesiyle iç çekti.

“Yine kaybettim…”

“Sadece dört puan fark var, o kadar da büyük bir şey değil. Üstelik modern edebiyatta 94 almak inanılmaz bir başarı.”

Sadece yarım yılda notlarını bu kadar yükseltmesi gerçekten etkileyici. Üstelik ben hâlâ bir dershaneye gidiyorum. Eğer Ayase-san da oraya katılsaydı, muhtemelen beni anında geride bırakırdı. Hatta yılın en iyi 10 öğrencisi arasına bile rahatça girebilirdi. Bunu dile getirdiğimde ise başını salladı.

“Dershaneye gitmeyi düşünmüyorum.”

“Yani, pahalı sonuçta, anlıyorum.”

Ayrıca, Ayase-san’ın kimseye bağımlı olmama konusundaki katı tutumu da var. Muhtemelen kendi çabalarıyla başarmaya kesin kararlı.

“Yani, asla gitmem diyebilecek kadar inatçı değilim… Ama dershaneye gitmemin ailemi zor durumda bırakmasını istemem. Hem senin de daha önce söylediğin gibi, bazen başkalarına güvenmek de önemli.”

“Ah, o mu? Aslında o lafı Yomiuri-senpai’den çalmıştım.”

“Ama sanırım şu an için gitmek istemiyorum, o kadar.”

“Eğer fikrini değiştirirsen, bana haber ver. Her şeye hazırlanman için sana yardım ederim.’

“Teşekkür ederim,” dedi Ayase-san ve elini biraz daha sıkı bir şekilde elimin üzerine bastırdı.

Bu, hareketimi kısıtlayacak kadar güçlü bir baskı değildi ama sıcaklığını eskisinden çok daha belirgin bir şekilde hissettirdi. Nefesim hâlâ bembeyaz, kış rüzgârı yakamın arasından girip tenimi donduruyordu ama o el… adeta yanıyordu.

“Hem, eğer birlikte olsaydık…”

Onun mırıldandığı sözler kulaklarıma ulaşmadı. Başımı çevirip ona baktığımda, gözlerini çoktan ileriye, gecenin karanlığını delip geçen bir noktaya dikmişti. Kalabalık ve geceye ait tüm sesler yavaşça geride kalırken, bizi evimize yönlendiren dar bir sokağa girdik. Sarı ışıklarla aydınlanan bir otoparkın yanından geçtikten sonra, üvey kız kardeşimle birlikte uzakta apartmanımızın ışıklarını gördük.

Eve girdiğimizde ilk iş olarak yemek masasına göz gezdirdik. Üzerinde, içinde öğle yemeği kutusu ya da benzeri bir şey olan bir poşet duruyordu. Dikkatimizi hemen poşetin üzerine iliştirilmiş küçük bir not çekti.

“Akşam yemeği!“

Hızla telefonumu çıkarıp LINE mesajlarımı kontrol ettim. Babamdan bir mesaj gelmişti:

“İşten döndüğünüzde atıştırmalık bir şeyler olsun diye birkaç şey aldım.“

Hemen poşetin içine baktık.

“Oh, gyoza,” dedim.

“Burada ekşi tatlı domuz eti ve biberli biftek var,” dedi Ayase-san, poşetin içindekileri çıkarıp masaya yerleştirirken.

Vardiyalarımız değiştiği için ne ben ne de Ayase-san okuldan sonra eve gelip akşam yemeği hazırlayabilmiştik. Babam muhtemelen bunu biliyordu ve bizim için bir şeyler almıştı. Muhtemelen çoktan yemeğini yiyip yatmıştı bile. Akiko-san ise her zamanki gibi hâlâ işteydi.

“Çorba ister misin, Asamura-kun?”

“Poşette kaynatmalık çorba olması lazım. Benim için o yeterli. Ya sen, Ayase-san?”

Onaylarcasına başını sallayınca, elimi mutfak rafına uzatıp bir paket mısır çorbası çıkardım. Taneli olanlardan. Elektrikli su ısıtıcısı suyu kaynatırken, iki çorba kâsesi çıkarıp masaya yerleştirdim. Bu sırada Ayase-san da plastik poşetteki sebzeleri birkaç tabağa paylaştırıyordu. Eğer yalnız olsaydım, büyük ihtimalle plastik kaplarla ve soğuk hâlde yerdim ama Ayase-san her zaman yemeği ısıtmayı ve kendi tabaklarımızı kullanmayı tercih eder. Görüntünün lezzet kadar önemli olduğuna dair bir prensibi varmış gibi görünüyor ve buharlanarak sıcak servis edilen sebzelerin mavi tabakların içinde duruşu gerçekten iştahımı açıyor.

Sıcak pilav da ekledikten sonra birlikte sofraya oturduk ve yemeğe başladık.

“Asamura-kun, sen bu sosu mu kullanıyorsun?” diye mırıldandı Ayase-san.

“Huh? Garip mi?” dedim şaşkınlıkla.

İkimiz de önümüzdeki küçük tabaklara döktüğümüz tare sosuyla gyoza yiyorduk. İlk bakışta fark edilmese de dikkatlice bakınca ne demek istediğini anladım.

“Seninki tatlı olan değil mi?”

“Aynen, tatlı. Sen sadece soya sosu mu kullanıyorsun?”

“Hah? Gyoza normalde öyle yenmez mi?”

“Tatlı sosla yenmeli, tabii ki.”

“…Peki, güzel mi?”

“O soruyu aslında ben sana sormalıyım.”

Bu tadı hayal bile edemiyorum. Sadece o anın etkisiyle öylece ağzımdan çıkıverdi. Bunu duyan Ayase-san, küçük tabağını bana doğru itti. Sanırım denememi istiyordu ama bedenim bir anda donup kaldı. Gerçekten onun tabağını kullanabilir miyim? Aile içinde bile bazen paylaşmak istemediğin şeyler olur. Şahsen ben böyle şeylere pek takılan biri değilim ama bu başka bir mesele. Bunun üzerinde fazla düşünmemeye karar vererek kendime, bunun aile içinde gayet normal bir şey olduğunu söyledim.

Gyoza’yı onun tatlı sosuna batırıp bir ısırık aldım. Hâlâ sıcaktı, bu yüzden buharı ağzımın içinde yayılırken dış hamuru dişlerimin arasına sıkıştı. Tatlı sosun aromasıyla birleşince alışık olduğum lezzetten tamamen farklı bir tat ortaya çıktı Ama yenemeyecek kadar tatlı da değildi. Sadece farklı… Tarifi zor ama lezzetli.

“Demek böyle bir tadı varmış.”

“Güzel mi?”

“Evet, bence güzel. Sanki biraz eksik bir şeyler var gibi ama tadı daha zarif.”

“Değil mi? Biberle birlikte daha da güzel oluyor.”

“Peki, Akiko-san nasıl yiyor?”

“O da benim gibi. Soya sosu ona fazla yoğun geliyor.”

“Anladım. Ah, benimkini de denemek ister misin?”

Ben de küçük tabağımı ona doğru kaydırdım. Ayase-san çubuklarıyla bir gyoza aldı, soya sosuna batırdı ve ağzına götürmeden önce kısa bir an tereddüt etti ama hemen ardından devam etti ve gyoza’yı ağzına attı.

“Mhm, soya sosu tadında.”

“Şok edici değil mi?”

Tabağımızı geri aldık ve sessizce yemeye devam ettik. Yemeğimizi bitirdiğimizde, eve dönerken aklıma takılan konuyu açtım.

“Şey, doğum günlerimiz hakkında…”

Ayase-san başını kaldırdı.

“Hm? Birbirimize vereceğimiz hediyeleri mi diyorsun?”

“Aynen, sana ne alacağımı düşünüyordum. İstediğin bir şey var mı?”

“Ah, ben de sana aynısını soracaktım.”

Demek o da aynı şeyi düşünüyormuş. Böyle konularda gerçekten birbirimize benziyoruz. Sonuçta ikimiz de hoşlanmayacağımız bir şey alırsak mutlu olmayız. Bu yüzden rastgele bir şey almak yerine önce birbirimize sormaya karar verdik.

“Ayrıca, fiyat konusunda da… Çok pahalı bir şey olmasa daha iyi olur.”

“Doğru. Sonuçta para biriktirmeye çalışıyorsun.”

“Peki… Senin istediğin bir şey var mı, Asamura-kun?”

Böyle beklenmedik bir soruya hemen cevap vermek kolay değil ama “Herhangi bir şey olur“ demenin kesinlikle yanlış bir cevap olduğunu biliyorum. Bu, ne yemek istediğin sorulduğunda “Fark etmez” demek gibi bir şey olur. Bunun yerine biraz düşünmek için zaman istedim.

“Bir boyunluk nasıl olur?”

“Ah, az önce konuştuğumuz şey yüzünden mi?”

Az önce yolda gelirken boynumun üşüdüğünü söylemişti. Atkı takmanın tehlikeli olacağını belirtmiştim. O mantıkla düşündüğümüzde, muhtemelen bana bir Atkı almayı düşünmüştü ama bir boyunluk hem tehlikeli olmaz hem de pahalı sayılmaz. Güzel bir hediye olabilir.

“Peki ya sen, Ayase-san? Özellikle istediğin bir şey var mı?”

Cevap anında geldi.

“Banyo yaparken kullanabileceğim bir sabun.”

“Sabun…?”

Böyle bir yanıt beklemiyordum. Hediye denince çoğu insan, kendisi için özel anlam taşıyan ya da sevildiğini hissettiren bir şey almak ister diye düşünürdüm.

“Yani, eğer her yıl kalıcı bir şey alırsam, bir noktada üstüme giyecek hediye bırakmam ve eğer o hediyeler bozulur ya da eskirse, benim için değerli olan bir şeyi atmak zorunda kalırım. Eğer öyle olacaksa, en baştan kullanılabilir bir şey almak daha iyi olur.”

Bu düşünce tarzı tam da Ayase-san’a yakışır. İlk bakışta biraz mesafeli ve soğuk görünebilir ama bir başka açıdan bakınca, aslında yıllar boyunca hediyeleşmeye devam edeceğimiz düşüncesiyle hareket ettiğini gösteriyor. Yani bu sadece tek bir doğum gününde bitmeyecek. Ben, onun her yıl hediyeleşeceği biri olduğum için böyle düşünüyor…

“Anladım. O zaman, bu yılki hediyen sabun olacak.”

Ayase-san, ne demek istediğimi anlamış gibi gülümsedi.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


55   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   57