Yomiuri Shiori-san beni kadınlar soyunma odasına sürükledi. Vardiyasının yakında başlayacağını düşünüyorum, bu yüzden benimle bu kadar vakit geçirmesi doğru mu, emin değilim. Dolabını açtı, çantasını çıkardı ve ardından bana uzattığı beyaz bir zarf aldı.
“Al bakalım.“
“Huh?“
Tereddütle zarfı kabul ettim. “Bu ne?“
“Doğum günü hediyen!“
Küçük bir zarfa sığabilecek bir hediye mi? Belki bir kupon ya da hediye kartıdır? Vücut dilinden zarfı açmamı beklediğini anladım, bu yüzden açıp içinden bir kağıt çıkardım. Meğer biletmiş… sinema bileti ama filmin adını tanımadım. Seans saati… 20:50. Beni en çok şaşırtan şeyse tarih oldu.
“Bekle. Bu… bugüne ait, değil mi?“
“Aynen öyle. Junior-kun’la gitmek istemez misin?“
“Asamura-kun’la mı…?“
Sonuçta iki bilet almış ama bunları aniden bana verince…
“Yemeğinizi bitirdikten sonra yeterince vaktiniz olur değil mi?“
“…Sanırım, olur.“
Yomiuri-san’ın bugünkü planlarımı daha önce sorguladığını söylememe bile gerek yok. Asamura-kun ile akşam yemeği için plan yaptığımızı çoktan öğrenmişti. Asamura-kun’dan henüz tüm detayları almamıştım ama işten saat 18.00’de çıkacaktık çünkü onun rezervasyonu 18.30’daydı. Yemeği ağırdan alsak bile, sinemaya tam zamanında yetişebilirdik ama biz ona sadece işten çıkış saatimizi söylemiştik, buna rağmen programımızı nasıl bu kadar kusursuz tahmin edip böyle biletler alabildi? Onunla saklambaç oynamanın imkânsız olacağını hissediyorum. Üstelik doğum günü hediyesi olarak bana sinema biletiyle sürpriz yapmış… Bunları gerçekten kabul etmem doğru mu?
“Um… Çok teşekkür ederim.“
“Boş ver, boş ver! Sana düzgün bir hediye versem bile, beni sadece ağır hediyelerle yapışan bir üst kıdemli olarak görürdün, o yüzden bunun lafı bile olmaz…“
“Hayır, asla böyle düşünmem—“
Gerçekten de böyle düşüneceğimi sanmıyorum.
“Böyle şeyler sık sık olur ama oldukça nadirdir.“
“Hangisi şimdi?“
Sık mı olur, nadir mi? Karar veremiyorum.
“Zaten bugün süresi dolacak, o yüzden en azından yanına al. Kullanmak zorunda değilsin ama şunu da söylemem gerek—“ Yomiuri-san gülümsedi. “Bu film… Junior-kun’un gerçekten izlemek istediği bir film.“
Gözlerim kocaman açıldı.
“Önceden emin oldum. Yani, izleyecek olursa çok sevineceğine eminim.“
“Ugh…“
Gerçekten mutlu olur mu? Son birkaç gündür aklımı kurcalayan bir şey vardı—Asamura-kun’un doğum günüyle ilgili. Ona güzel bir hediye vermeyi başarmıştım ama herhangi bir sürpriz yapmamıştım Ve şimdi, o zaman bunun önemli olduğunu düşünmemiş olduğum için kendime kızıyorum ama bu biletlerle belki onu şaşırtabilirim.
“Hee, hee, hee. Şimdi motive oldun değil mi? Sabırsızlanıyorsun, kabul et!“
“Umm… Eh, denemeye değer sanırım.“
Acaba Yomiuri-san, Asamura-kun ile aramızdakini fark etti de gizlice bizi desteklemeye mi çalışıyor?
“Şey… Neden bu kadar uğraşıyorsun?“
Cümlenin sonuna doğru hızımı kaybetmemin sebebi, muhtemelen sadece kendi kafamda senaryolar kurduğumu fark etmemdi. Üstelik, Asamura-kun ona “ürkütücü orta yaşlı bir adamın vücut bulmuş hali“ demişti ama uzun siyah saçlarıyla gerçekten güzel bir görünümü vardı. Eğer aşk konusunda rakibim olsaydı… sanırım ona karşı kazanamazdım.
“Neden mi? Çünkü sizinle güzel bir spoiler sohbeti yapmak istiyorum! Diğer eleştirmenler filme övgüler yağdırmış, ben de tartışmak istiyorum.“
“Huh? Anlaması zor bir film mi yoksa?“
“Hiç de değil! …Sanırım. İşte bu yüzden sizin izlemenizi istiyorum. Ben çoktan izledim bile.“
Yomiuri-san’ın bakışları ciddiydi, yani benimle dalga geçtiğini düşünmüyordum—gerçi bunu sürekli yaptığı için tam emin olamam ama büyük ihtimalle bunda samimiydi ve şahsen, hediye olarak aldığım biletleri kullanmamanın yazık olacağını düşündüm.
“Anladım. Asamura-kun ile keyfini çıkaracağım.“ Ona teşekkür ettim ve doğum günü hediyemi kabul ettim.
İşten çıktık ve tren istasyonunun yakınındaki moda binasına doğru yürüdük. 6. kat neredeyse tamamen restoranlar ve yiyecek tezgahlarıyla doluydu. Asamura-kun beni o kattaki bir Batı mutfağı restoranına götürdü. Ortamın hoş olmasına sevindim ama bir şeyler garip geliyordu. Burası Asamura-kun’un sık gittiği bir yer gibi durmuyordu. Neden burayı seçti? Ona sordum ve aldığı yanıt beni şaşırttı.
“Buranın özellikle dana yahnisinin çok iyi olduğunu duydum.”
Şaşkına döndüm. Dana yahnisi benim en sevdiğim yemeklerden biriydi ve dediğine göre bunu Annemden öğrenmiş. Hediyenin kendisinde bir sürpriz unsuru olmadığını düşündüğü için başka bir şekilde beni şaşırtmak istemiş. Ve dediği gibi, kalbim bir an için hızlandı. Gerçekten çok mutlu oldum ama aynı zamanda biraz da kırıldım. Ben onu şaşırtamazken, o beni bu kadar mutlu etmişti.
Garson menüyü getirdi. Omurice ve köri harika görünüyordu. Hele ki üzerinde krema olan, karamel soslu puding… Ama hayır, tatlı yemeye gelmedim.
“Hepsi çok lezzetli görünüyor… Bunu sipariş edebilir miyim?“
Sonunda, dana yahnisini denemeye karar verdim. Yanında gelen garnitürlere ve fiyatına baktığımda en çok onu istediğimi fark ettim ve önüme gelen yahni, beklentilerimi bile aşıyordu. Neden restoranlardaki dana yahni, evde yaptığımızdan hep daha iyi görünüyor? Bu soruyu kendime yıllardır soruyorum. Asamura-kun cevap vermeye çalıştı.
“Belki et farkı vardır?“
“Muhtemelen. Bu, pek çok şeyi açıklar… Bunu kendim yapmayı denemek isterim.“
Belki de sadece pişirme yönteminde fark vardı? Ama içimde, kalbimi sızlatan bir rahatsızlık hissi oluştu. Kilit altında tuttuğum eski anılar zihnime hücum etti. Küçükken, evimizin yakınında özel bir restorana sık sık giderdik. Orada yediğimiz dana yahnisinin tadını hâlâ unutamıyorum. Dünyada bu kadar lezzetli bir şeyin var olabileceğine inanamıyordum. Bunu biliyorum ve kabul ediyorum ama… sanırım bu his, sadece yemekle ilgili değil.
Annem yeniden evlendi—bu sefer Asamura-kun’un babasıyla. Taichi-san, annemi mutlu edebilen nazik bir adam çıktı. Geçen Cadılar Bayramı’nda, annem işten izin aldığında şöyle demişti:
“Taichi-san ile birlikteyken, biraz daha sık ara verebileceğimi düşünmeye başladım.“
Bunu duyduğumda içten içe büyük bir rahatlama hissettim. Şimdi, annem işten izin alabiliyor. Önceden böyle değildi. Yıllar önce, babam hiçbir açıklama yapmadan gittiğinde, ailemizden destek alamadığı için beni tek başına büyütmek zorunda kaldı. Her gün benim için yemek yaparak elinden gelenin en iyisini yaptı. Daha çocukken bile onun ne kadar zorlandığını anlayabiliyordum, bu yüzden ortaokula geçtiğimde onun yükünü hafifletmek için yemek yapmayı öğrenmeye başladım. Annemin yemekleri hakkında hiçbir şikayetim yok. Her zamanki gibi lezzetliler.
Ama yine de, sırf çok meşgul olduğu için yapamadığı yemekler vardı. Hazırlaması uzun süren yemekler… Bunlar, bizim yaşam tarzımıza uymuyordu. Babam gösterişi seven bir adamdı, bu yüzden bizi hep şık restoranlara götürürdü ama aşırı gösteriş meraklısı olduğu için her zaman sofrada görgü kurallarımız hakkında azar işitirdik. Eğer böyle bir ailede doğmuş olsaydım, belki bu kadar kötü hissetmezdim.
Ama biz böyle yerlere yılda en fazla iki kez giderdik, bu yüzden ilkokul çağındaki bir çocuğun kusursuz bir sofra adabı sergilemesini beklemek, onu yemeğin tadını çıkaramayacak kadar gergin hale getirirdi. Nefes almaktan bile korkuyordum çünkü en ufak bir hata yapsam babam adımı bağırarak beni azarlardı. Dışarıda yemek yemek benim için bir ritüel gibiydi—hata yapmanın kesinlikle yasak olduğu bir ritüel.
Boşanma günü geldiğinde, annem biraz yorgun görünüyordu ama aynı zamanda rahatlamıştı. O gün beni, lüks ve kasvetli bir restorana değil, mahallemizdeki basit bir Batı restoranına götürdü. Portakal suyu sipariş ettim. Dana yahnisi dili mi yaktığında, soğutmak için suyu hızla kafama diktim. Ağzımın kenarları sosla kaplanmıştı ve annem gülümseyerek onları sildi.
Restorandaki diğer müşteriler de çocuklarıyla gelen ailelerdi, bu yüzden sanki büyük bir ailenin parçasıymışız gibi hissetmiştim. O gün yediğim dana yahnisi… hazır yapılmıştı ve her an yeni bir müşteri için servise hazırdı. Eti yumuşacıktı, müşterileri memnun etmek için özel olarak pişirilmişti. Etin içindeki o sıcak, yoğun lezzet, donmuş bir kalbi bile eritebilirdi. Ağzımı rahatlık ve huzurla doldurmuştu.
“Neyse, işte bu senin hediyen.“
Gerçek dünyaya geri döndüm. Asamura-kun bana içinde hediyemin olduğu küçük bir çanta uzattı. Basit ve kullanışlı bir sabun istemiştim ama o, rahatlatıcı etkisi olan, hoş bitki kokulu aromatik bir sabun seçmişti. Bunu seçerken epey düşündüğü belliydi. Zırhımı çıkardıktan sonra banyo yaparken kullanacağım. Rahatlatıcı ve iyileştirici bir etkisi olması, tam da o ana uygun. Sanki bana “Rahatlayabilirsin.” diyordu.
Gerçekten yapabilir miyim? Gerçekten biraz daha dinlenebilir miyim? Bugüne kadar hep sadece annem ve ben vardık—hep, her zaman ama bu duygularımı açıkça gösteremem.
“Şey… Umm, bütün bunlar beni gerçekten mutlu etti… Bu yüzden, eğer senin için de uygunsa…“ Yomiuri-san’dan aldığım biletleri ona gösterdim.
Asamura-kun’un izlemek istediği söylenen filmin biletleri… Yüzündeki ifadeden her şeyi anlayabiliyordum. Onu şaşırtmayı denemiş olmam beni mutlu etti. Çok teşekkür ederim, Yomiuri-san.
Bir film izlemenin, diğer eğlence türlerine kıyasla her zaman özel bir yanı vardır. Etrafında başkaları olsa bile, sanki o mekan yalnızca senin için varmış gibi hissedersin. Ya da belki de tamamen kendini kaptırmana izin verir. Ne çok yakın ne de çok uzak, sadece aynı şeyi birlikte deneyimlemek… Bunu daha önce hiç yaşamamıştım.
Filmin kendisine gelince, oldukça ilginçti—ama aynı zamanda çok korkutucuydu. Kadın başkahraman, sınıf arkadaşları tarafından defalarca ihanete uğruyordu. Sürekli kazalara karışıyor, herkes tarafından şüpheyle karşılanıyor ve ne zaman yardım istemeye çalışsa, acımasızca reddediliyordu. Bir kazada öldükten sonra zamanda geriye gidiyor ama aynı umutsuzluğu tekrar yaşıyordu. Erkek başkahraman sahneye çıktığında, kızın kalbi çoktan kırılmış ve paramparça olmuştu.
Çocuk, gelecekten geldiğini ve bu sonsuz döngüyü durdurmaya çalıştığını söylüyordu… ama kız o kadar çok yara almıştı ki gerçekten ona yardım etmek istediğine inanmıyordu. O kadar çok ihanete uğramıştı ki etrafındaki herkesi düşmanı olarak görüyordu. Bunun Andersen’in Karlar Kraliçesi masalından ilham almış olabileceğini fark ettim—muhtemelen Asamura-kun daha önce bundan bahsettiği için. Kızın kalbinde taşıdığı yara, tıpkı Kay’ın gözüne ve kalbine saplanan şeytan aynasının parçası gibiydi. Gelecekten, on bin yıl sonradan gelen çocuk ise Gerda’ydı. Cinsiyet rollerinin tersine çevrilmesi, modern temalara bir göndermeydi muhtemelen.
Farkına varmadan kendimi ekrana kaptırmıştım. Çocuk ve kızın birlikte geçirdiği süre, yaz tatilinden hemen önceki iki haftaydı. Bu kadar kısa sürede çocuğun, kızın donmuş kalbini eritmesi imkansızdı—bunu bir yıl önce düşünsem kesinlikle böyle derdim.
Son sahneye gelindiğinde, çocuk kızı kollarına aldı.
“Seni buradan kurtaracağım. Bu yüzden, sadece bırak gitsin.“
Bu sözleri duyduğunda, kız tüm gücüyle çocuğa sarıldı. Normalde, böyle bir zayıflığımı asla göstermezdim—özellikle de bir başkasının yanında. Ama… sanırım Asamura-kun’un yanımda olmasından dolayıydı. Yalnız olmam gerekiyordu ama değildim. Sinemanın büyüsü buydu. Yanımda birinin varlığını hissetmek, bana bu rahatlamayı yaşamaya izin verdi.
—Yapamam.
Elimden geldiğince tutmaya çalıştım ama başaramadım. Ilık ve ıslak bir his yanağımı kapladı. Filmin kapanış şarkısı çalmaya başladı ve jenerikler akarken bile yerimden kıpırdayamadım. Işıklar yanmadan hemen önce nihayet boğazımdan bir ses çıkarabildim.
“Bir dakika lavaboya gidebilir miyim?“ diye sordum ama yanıtını beklemeden hızla oraya koştum.
Aynamdaki makyajımı kontrol ettim. Beklediğim gibi, göz altımdaki fondöten büyük bir darbe almıştı. Bunu yaşayacağımı bilseydim, daha dayanıklı bir makyaj yapardım. Hatasının farkına varan biri gibi iç çektim. Böyle ağlayacağımı hiç düşünmemiştim. Kendime şaşırdım ve o anda fark ettim—çok uzun zamandır hiç ağlamamıştım.
Çantamı açıp makyajımı tazelemek için elimi kaldırdım ama sonra durdum. Aynadaki yansımama tekrar baktım. Biraz dağınık görünüyordum ama düzeltilmeye muhtaç olacak kadar değil. Sonuçta, buradan sonra sadece eve döneceğiz değil mi? Dışarısı karanlık ve birbirimizin yüzüne bile fazla bakmayacağız.
Göz çevreme bakarken aklıma Karlar Kraliçesi geldi. O filmde, gözyaşları şeytan aynasının parçasını eritiyordu ve böylece, çocuğun kalbi yeniden ısınmaya başlamıştı.
…Belki de makyajımı düzeltmeme gerek yok. Eve dönüyoruz ve Asamura-kun yanımda. En azından şu anlık, hiçbir zırha ihtiyacım yok.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.