Yukarı Çık




66   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   68 


           
31 Aralık (Perşembe) – Ayase Saki





“Bu sert bir zemin...“ Aklıma ilk gelen şeyi söyledim.

Asamura-kun’un ailesinin evi (ya da Üvey Babamın ailesi) hayal ettiğimden çok daha büyüktü. Üstelik oldukça eskiydi. Mimarisine bakılırsa, muhtemelen erken Showa döneminde inşa edilmişti. Çatısı kiremit kaplıydı ve doma bölgesinde bir tataki vardı. Evin girişinden adım attığım anda, koridor abanoz gibi parlıyordu; ne kadar iyi bakıldığı hemen anlaşılıyordu.

Ben gerçekten bu tür eski, Japon tarzı evleri seviyorum. Zamanın akışına direnen binalara ve mobilyalara bakmak, onların bugüne kadar nasıl ulaştığını görmek bana sanki bir hikâye anlatıyor gibi. Bu hikâyeleri dinlemek hoşuma gidiyor. Fırtına panjuru nedeniyle gölgede kalan koridor, kış güneşinin ışığıyla aydınlanıyordu. Doğrudan bahçeye açılıyordu ve panjurların yüzeyinde hâlâ yağmurun izleri duruyordu.

Ama bunları bir kenara bırakacak olursam, biraz… hayır, fazlasıyla gergindim. Dürüst olmak gerekirse, korkuyordum. Bu geziye düşünmeden katılmayı kabul ettiğim için pişmanlık duymaya başladım ama aynı zamanda bu çekingenliğim yüzünden kendime öfkelendim ve ağlamak istedim. Ben Maaya gibi değilim; o, üç dakika içinde herhangi biriyle rahatça sohbet edebiliyor. Üvey Babamın annesi gerçekten iyi birine benziyordu, tanıştığımız süre boyunca gülümseyip durdu ama içimi saran bu gerginlikle baş edemiyordum.

Solumuzdaki sürgülü kapının ardından neşeli sesler yükseldi.

“Aman aman, bugün epey neşeliler,“ dedi Üvey Babamın annesi, sürgülü kapıyı açarak.

Geniş, Japon tarzı odada masanın etrafında birkaç kişi oturuyordu. Onların yaydığı baskıyı hissedince, istemsizce bir adım geri attım.

“Taichi geldi.“

“Oh! Nihayet! Tokyo’dan buraya kadar uzun bir yolculuk yapmış olmalısınız.“

Beyaz saçlı yaşlı bir adam ayağa kalkarak karşılık verdi. Muhtemelen Üvey Babamın babasıydı. Yani benim için üvey büyükbabam.

“Uzun zaman oldu, Akiko-san. Nasılsın?“

“İyiyim. Sizi tekrar görmek güzel, Kayınpederim.“

Annem başını eğdi. Bunun üzerine odadaki tüm bakışlar ona çevrildi ve kısa süre içinde bana yöneldi.

Bu bakışların içinde tam anlamıyla sıcak bir karşılama olmadığını ben bile anlayabiliyordum, bu yüzden içimi sıkıntılı bir his kapladı. Bize karşı özel bir düşmanlık beslediklerini sanmıyorum ama nasıl davranacaklarını bilemedikleri belliydi.

“Evet, evet. Tanışma faslını sonra hallederiz. Yolculuktan yorgun düşmüşlerdir, ben onlara odalarını göstereyim.“

Üvey Babamın büyükannesi söze girerek bizi oradan kurtardı.

Üvey büyükannem sürgülü kapıyı tekrar kapattı ve içeriden gelen tüm bakışları kesti. Bu sayede nihayet rahat bir nefes alabildim. Korkuyla sıktığım ellerim de yavaş yavaş gevşemeye başladı ama hâlâ ter içindeydiler. Midem bulanıyordu, sanki birazdan kusacakmışım gibi hissediyordum. Acaba evlenilecek kişinin ailesiyle tanışan herkes böyle mi hissediyordu? Özellikle de bu bir yeniden evlilikse? Belki de buraya gelirken üzerime fazla zırh kuşanmıştım. Derin bir nefes aldım ve en azından bu birkaç gün için saçlarımı siyaha boyatmalı mıydım diye düşündüm. Belki de fazla abartıyordum.

Sonuçta biz hâlâ liseliyiz, böyle davranmamız normal. Aynı şey üniversite öğrencileri için de geçerli. Bu yaşlara gelince makyaj yapmak, aksesuar takmak ve benzeri şeyler tamamen olağan karşılanıyor. Suisei Lisesi bile bunlara izin verdiğine göre, günümüz dünyasında bunun tamamen normal olması gerek—en azından öyle düşünmek istiyorum ama yine de az önce üzerimde hissettiğim bakışlar beni tereddüte düşürdü. Derin bir nefes daha aldım. Sakin ol. Buraya kavga etmeye gelmedim.

Konaklayacağımız oda yaklaşık 13 metrekare genişliğindeydi. Köşeye yerleştirilmiş dört ayrı futonu görünce hepimizin aynı odada kalacağını fark ettim. Yani Asamura-kun’la her zamankinden çok daha yakın bir mesafede uyuyacaktık. Evet, ebeveynlerimiz de burada olacak ama yine de… Bekle, bu onun sabah uyandığımda benim uykulu yüzümü görmesi anlamına gelmiyor mu? Hatta uyurken nasıl bir pozisyonda olduğumu bile? Acaba… gerçekten sadece bu oda mı var?

“Çocuklarınız için ayrı bir oda ayarlayamadığımız için üzgünüm, ama durum şu ki—“

Evet, gerçekten de sadece bu oda vardı. Bunu düşünürken, odanın sürgülü kapısı yana itildi. İçeri, yaşları 25-26 civarında görünen bir adam ve bir kadın girdi. Hemen bir çift olduklarını tahmin ettim—kadın sürekli adama bakıyordu çünkü. Asamura-kun ona “Kousuke-san“ diye seslendi. Asamura-kun’un kuzeniymiş ve kendisinden sekiz yaş büyük, yani 25 yaşında. Tam da tahmin ettiğim gibi. Yanındaki kadın ise yakın zamanda evlendiklerini söyledi.

“Oh,Gerçekten mi?! Tebrikler, Kousuke-kun!“ Üvey babam sevinçten parlıyordu.

Bu sırada Asamura-kun ağzı açık bir şekilde şaşkınlıkla onlara bakıyordu. Bu duruma kesinlikle hazırlıksız yakalanmıştı. Muhtemelen kuzeninin biriyle çıktığını bile ilk defa öğreniyordu. Üvey babam, annemi onlara tanıttı, ben de adımı söyledim.

“Yani artık bir kız kardeşin var, Yuuta?“

“Ah, evet.“

“Hee, ben de evlendiğini sandım.“ Sesinde hafif bir alay ediyormuş havası vardı, demek ki daha odaya girer girmez benim Asamura-kun’un üvey kardeşi olduğumu anlamıştı.

“Saçmalama, hâlâ liseye gidiyorum.“ Asamura-kun sakin bir sesle karşılık verdi ama içten içe kesinlikle paniklediğini hissedebiliyordum.

Eşyalarımızı odanın bir köşesine yerleştirdikten sonra, üvey babam ve annem diğer akrabalarımızın yanına gitti. Asamura-kun ve ben geride kalmıştık, bu yüzden Kousuke-san ve Nagisa-san ile sohbet etmeye devam ettik. Üniversitedeki aynı arkadaş grubundan tanıştıklarını anlattılar. Yıllar önce çıkmaya başlamışlar ama hâlâ yeni evliler kadar canlı görünüyorlardı. Ayrıca, düğün yapmadan önce evlilik belgelerini neden verdiklerini de açıkladılar.

Bunun sebebi, Kousuke-san’ın işi gereği yurt dışına taşınacak olmasıydı. Nagisa-san da onunla gitmeye karar vermişti. Bu yüzden düğünü şimdilik yapamayacaklardı—ya da daha doğrusu, gitmeden önce yetiştiremeyeceklerdi. O an, bir evlilik töreni düzenlemenin ne kadar zahmetli bir iş olduğunu hafife aldığımı fark ettim. Düğün mekânını bile en az altı ay önceden ayarlamak gerektiğini düşünmek bile beni yoruyordu. Evlenmek başlı başına büyük bir uğraş gibi görünüyor.

Üstelik, kendimi bir gün düğün yapmayı isterken hayal bile edememiştim. Karşımda oturan bu iki insan, hayatlarının yoluna benden sadece birkaç yıl önce adım atmıştı. Benim hayatımın da bir gün onlarınki gibi şekillenmesi ihtimali vardı. Onlara soracak pek çok sorum vardı ama tam o sırada Asamura-kun’un küçük kuzenleri geldi. Biri kız, biri erkekti ve ikisi de ilkokul çağındaydı. Açık renkli saçları ve sevimli yüzleriyle adeta bulundukları odayı gülümsemeleriyle aydınlatıyorlardı. Asamura-kun’a fazlasıyla düşkün görünüyorlardı; ona yapışıp birlikte oynaması için ısrar ettiler ve Asamura-kun da bu teklifi seve seve kabul etti.

Konsolda oyun oynayacağımız kesinleşince, televizyonun olduğu bir odaya geçtik. Kousuke-san ve Nagisa-san diğer yetişkinlerin yanına dönerken, biz çocuklarla burada kaldık. Tüm olanları izlerken, Asamura-kun’a bir kez daha hayranlık duydum. Küçük çocuklarla bu kadar iyi başa çıkabilmesi, onu genç bir baba gibi gösteriyordu. Bir an için, eğer bir gün çocuk sahibi olursa nasıl bir baba olacağını düşündüm ama sonra hemen kendime gelip bu düşünceyi kafamdan atmaya çalıştım. Daha neler! Öncelikle, kimse tek başına baba olamaz. Çocuk sahibi olabilmek için bir eş gerekir ve… Hayır, hayır. Yine gereksiz yere çok ileriye gidiyorum.

Görünüşe göre çocuklar oyun konusunda epey iyiydi. Ben ise en son Maaya ziyarete geldiğinde oyun oynamıştım, dolayısıyla ne beklemem gerektiğini az çok biliyordum ama oyun konusunda gerçekten kötü bir yeteneğe sahip olduğum da kesindi. Oynadığımız oyunda küçük aşçılar olarak etleri pişiriyor, sebzeleri doğruyor, tencere ve tavaları sallıyor ve bulaşıkları yıkıyorduk. Gerçek hayatta bu tür şeyleri defalarca yapmış olmama rağmen, küçük bir kontrol cihazıyla bunları yönetmek bana hiç doğal gelmedi. Sonunda, eti fazla pişirip tüm mutfağı yakmayı başardım.

“Ahhhhh!“

“A-chan, yoksa sen yemek yapmada kötü müsün?“

Bu sözler bir ok gibi tam kalbime saplandı. Gözlerimin dolduğunu hissettim. Küçük çocukların söylediklerini bu kadar ciddiye almamam gerektiğini biliyordum ama yine de içime oturdu. Asamura-kun’a baktığımda ise sadece gülümseyip başını salladığını gördüm.

“Hey, hey, Mika. Ayase-san harika yemek yapar. Bu sadece bir oyun olduğu için böyle oldu ama bir dahaki sefere kesinlikle başaracağız, değil mi, Ayase-san?“

“Böyle gururumu korumaya çalışman daha da kötü hissettiriyor.”

Küçük çocuklarla başa çıkamıyor olmamın beni bu kadar sinirlendirmesi, daha da fazla sinirlenmeme neden oldu Ama elimden bir şey gelmiyor. Yetişkinlerle konuşmak benim için çok daha kolay olurdu. Çocuklara nasıl yaklaşacağımı bilmiyorum. Şu an burada oturmak yerine, Yardımcı Profesör Kudou’nun bir dersini daha dinlemeyi tercih ederdim. Kendimi onların yaşında olduğum zamana götürdüm. O zamanlar, annem hariç her yetişkini bir düşman olarak görüyordum. Geçmişteki halimin beni böyle görse ne düşüneceğini hayal etmek bile tüylerimi diken diken etti.

Yetişkinlerin kötü taraflarını gördüğüm için, onların gözünde gerçekten bir yetişkin gibi görünüp görünmediğim konusunda hiçbir güvenim yoktu. Aksine, beni sevmiyorlar gibi temelsiz düşünceler zihnimi doldurmaya başladı. Yemeğe çağrıldığımızda, zihnen çoktan tükenmiştim ama asıl savaş şimdi başlıyordu. Hep birlikte masaya oturduğumuzda, annemle birlikte yeni akrabalarımıza kendimizi tanıtmak zorunda kalacaktık. O anda fark ettim ki, biriyle evlenmek demek sadece onunla bir hayat kurmak değil, aynı zamanda onun ailesiyle ve hayatındaki diğer insanlarla da bir bağ kurmak demekti. Bu, ders çalışmak ya da moda hakkında konuşmaktan tamamen farklı bir şeydi.

Asamura ailesinin büyük yemek salonunda, kendimi bir kez daha tanıttım. Sonrasında diğer akrabalar da kendilerini tanıttılar. Ama üzgünüm, ondan sonrasını pek hatırlamıyorum. Karnımı fazla doyurduğum için uykum bastırmaya başlamıştı ki—

“Şimdi çıkalım mı?“ diye sordu Üvey Babam’ın babası ve herkes aynı anda ayağa kalktı.

Tapınağı ziyaret etmeye gideceklerini konuştular. Asamura-kun, eğer uykum gelmişse burada kalabileceğimi söyledi ama bu kadar büyük bir evde tek başıma kalmam mümkün değildi.

“…Geliyorum.“ diye kısaca cevap verdim ve Asamura-kun’un peşinden gittim.

Onun burada olması beni gerçekten rahatlatıyor. Annem, üvey babam ve diğer akrabalarla vakit geçirmekten o kadar meşgul ki bana bakacak zamanı bile yoktu. Burada kendimi tam anlamıyla güvende hissetmediğim için onu meşgul etmek istemem ama o olmasaydı muhtemelen odamdan çıkmazdım. Gerçekten, onun burada olmasına çok seviniyorum.
Gittiğimiz tapınak dağların derinliklerinde yer alıyordu. Ya da dağın tepesinde, nasıl söylemek isterseniz. Oraya ulaşmak için tam iki kilometre yürümemiz gerekecekti. Bunun ne kadar süreceğini tahmin edebiliyor musunuz? Ama arabada oturup onların dönmesini beklemek de istemedim. Üstelik—
“Eğer yorulursan haber ver, bir dahaki sefere seni burada bekletebiliriz.”
Bunu fazla düşünmeden söylemiş olabilir ama yine de mutlu oldum. Gelecek yıl buraya tekrar geleceğimizi söylüyordu. Bunu benimle ilgilendiği için söylediğini biliyorum fakat beni geride bırakmaya hazır olduğu gerçeğini de anladım. İki kilometreyi yürümek kolay olmayabilirdi ama yürümeye başladıktan sonra aslında eğlenceli olduğunu fark ettim. Eski yapılar ve antikalarla ilgilenmeyi her zaman sevmişimdir. Öyle tam bir tarih tutkunu değilim ama bir binanın geçmişine dalmak bana hep ilginç gelmiştir. Üstelik, kış gecesinin manzarası ve tapınağın farklı bölümleri de beni heyecanlandırdı. Asamura-kun’la bunlar hakkında konuşmak da moralimi yerine getirdi.
“Senin eski binaların şu anki haline nasıl geldiğini merak ettiğin gibi bir şey, değil mi?“
Asamura-kun’un bana bunu söylemesiyle bir an nefesim kesildi. Kendime hiç bu kadar dışarıdan, objektif bir gözle bakmamıştım. İnsanlar genellikle kendi görünümlerini doğrudan gözlemleyemezler. Ve belki de ben gerçekten nasıl bir insan olduğumu hiç tam olarak anlayamamıştım. Belki de üzerime giydiğim zırh yüzünden kendimi görememiştim. Eğer öyleyse, onu ılımlı bir savunma seviyesinde tutmak yeterli olurdu, değil mi? Zırhımın bir kirpinin dikenli derisine dönüşüp dönüşmediğini nasıl bilebilirdim? Sadece incinmek istemiyorum. Ama bu, başkalarını incitmeye razı olduğum anlamına gelmiyor.

Sanırım yürüyüşümüz tek yönlü olarak yaklaşık kırk dakika sürdü. Yolun yarısında gece yarısını geçtik ve yeni yıla adım attık. Tapınağın bağış kutusuna vardığımızda, bozuk paralarımızı içine atıp ellerimizi birleştirdik. Gözlerimi kapattığımda, geçtiğimiz yılın anıları zihnimde hızla dönmeye başladı. Özellikle de son birkaç ayın anıları çok daha belirgindi. Haziran ayında annemle birlikte Asamura-kun ve babasının yanına taşınmıştık. Onunla tanıştıktan sonra yaşam tarzım büyük ölçüde değişti. Babam, erkekler konusunda bende son derece olumsuz bir izlenim bırakmıştı. Hayatımda herhangi bir erkeğin bana yön vermesini istemiyordum. Kendi ayaklarımın üzerinde durabilmek ve bağımsız yaşayabilmek için okulda elimden gelenin en iyisini yapıyordum ama aynı zamanda insanların beni sadece ders çalışan biri olarak görmesini de istemiyordum.

Şimdi geriye dönüp baktığımda, Asamura-kun’a yaptığım o değiş tokuş teklifi hayatımın en utanç verici şeylerinden biri olmalıydı. Bunu, kimseye borçlu kalmamak ve başka bir erkeğe bağımlı olmamak için yapmıştım. Bu yüzden bedenimi ortaya koyduğum bir iddiaya dönüşmüştü ve yine de, Asamura-kun beni azarlamıştı. Sanırım her şey o zaman başladı… Onun gölgesini takip etmeye başlamıştım.

Asamura-kun’la aynı kitapçıda çalışmayı seçtim, ona karşı romantik hisler beslediğimi fark ettim ve yine de bunları bastırıp ona “Nii-san” demeyi tercih ettim. Şu an burada dururken her şey daha net görünüyor. Kendi geleceğimi kendim seçiyormuş gibi görünsem de, eninde sonunda yine ona dönüyordum. Açık kampüs gününde Kudou-sensei ile tanıştığımda, bana bakış açımı fazla dar tutmamın tüm mantık ve bilginin düşmanı olacağını söylemişti. Diğer erkeklere de gözümü açık tutmam gerektiğini savunmuştu—Ve sonra, tam da o sırada Asamura-kun bana aniden duygularını itiraf etti.

Bu yüzden, iyi anlaşan kardeşler olmaya karar verdik. Ve bu çerçeveye sığabilecek her şeye izin vermeye. Birbirimize uyum sağladık ve o çizgiyi aşma isteğimizi bastırmaya karar verdik.

Dileğimizi tamamladıktan sonra, Asamura-kun konuştu.

“Ne diledin?“

“Bu yıl olanları hatırlamakla o kadar meşguldüm ki, dilek tutmaya zamanım bile olmadı,”

“Benim de,“ dedi Asamura-kun nazikçe gülümseyerek.

Gözlerine baktığımda, düşüncelerini ve duygularını düzene sokmuş gibi görünüyordu. Gözlerindeki ışık, zihninin yenilenmiş olduğunu hissettiriyordu. O bana böyle bir ifade gösterdiğinde, bir kez daha fark ediyorum… Onu sevdiğimi fark ediyorum.

Asamura-kun “bir dahaki sefere” dedi. O halde ben de bunu dileyeceğim. Gelecek yıl da onunla birlikte buraya gelebilmeyi umuyorum.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


66   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   68