Yukarı Çık




14   Önceki Bölüm 

           
Beni Ormana Götür

Tuuli’nin ormandan dönüşünde anlattığına göre, karlar erimeye başlamış ve tohumlar filizlenmişti.

Çocukların yeniden ormana toplamaya gitmesi, benim için o korkunç kış uykusunun bittiği anlamına geliyordu. Kitapsız geçen bir hayatın ne kadar boğucu ve sıkıcı olabileceğini fazlasıyla öğrenmiştim ama artık... bir daha asla o hâle düşmeyeceğim.

Çünkü artık kil tablet yapabiliyorum! Tuuli, karların hâlâ fazla olduğunu, yürümenin zorlaştığını ve toplayacak pek bir şey olmadığını söyledi. Ama benim istediğim bitki değil ki zaten.

Benim istediğim şey, o yapışkan kil. Ve onu bulmak için tek yapmam gereken toprağı kazmak. Ormana gidip kil tabletler yapmak istiyorum. Eğer ormana ulaşabilirsem, bu savaşı ben kazanmış olurum.

Elbette ormana yalnız başıma gitmeyecektim. Yanımda mutlaka Tuuli olmalıydı—göz kulak olacak biri. Yani onu ikna etmek için biraz daha yalvarmam gerekiyordu.

“Lüüütfen Tuuli,” dedim yanına sokularak. “Ben de ormana gitmek istiyorum. Herkesle arkadaş olmak istiyorum. Lütfen beni de götür ormana!”

“Olmaz. O kadar yolu yürüyemezsin ki,” dedi, tıpkı geçen seferki gibi. Ama vazgeçersem her şey biterdi. Onun güven eksikliğini aşmam gerekiyordu.

“Biraz güçlendim! Eğer yürüyemezsem, kapıda beklerim. Ne olur...”

Tuuli kararsız görünüyordu. Ama ben koca bir kış boyunca düzenli egzersiz yapmış, dengeli beslenmiş, Tuuli’yle birlikte bulaşıkları yıkamak için kuyuya kadar yürümüş, yani elimden geldiğince güçlenmiştim. Şimdiye kadar yeterince toparlanmış olmalıydım.

“...Babam izin verirse olur.” Beni savuşturmaktan vazgeçip sorumluluğu babama devretti. Zaten eninde sonunda onun da izni gerekecekti çünkü eğer yürüyemezsem, kapıda bana o göz kulak olacaktı.

Hedefimi hemen babama çevirdim.
“Baba, ben de ormana gidebilir miyim? Uzun zamandır ateşim çıkmadı!”

“Doğru söylüyorsun...”

Kış boyunca kendime çok dikkat etmiştim; o yüzden yalnızca beş kez ateşlenip bayıldım. E-eee... bu, baya az aslında! Ailem gerçekten etkilenmişti. Gerçekten şaşırdılar. “Vay be, harika gidiyorsun, bu kez çok daha iyisin,” dediler. Hem de içten içe!

Yataklara düşüp ateşler içinde kıvranmadığım zamanlarda düzgün yemekler yiyebiliyordum. Bu da doğal olarak daha fazla beslenmem anlamına geliyordu ve birazcık da olsa boy atmaya başlamıştım. Yaşıtlarım kadar uzun değildim, ama kesinlikle güçlenmiştim. Muhtemelen.

“Eğer gerçekten dayanamam dersen, kapıda dinlenirim. N’olur? N’olur, n’olur?”

Babam düşüncelere daldı. Tuuli gibi doğrudan reddetmemesi umut vericiydi. Bu fırsatı kaçırmak istemiyordum; ne olursa olsun izin almak zorundaydım.

“Sadece alışmam gerekiyor. Ormana giden üç yaşında çocuklar da var, değil mi? Ben niye gidemeyeyim ki?”

“Aaah, yani... Doğru, ama... Onlar evin içinde deliler gibi koşturan, enerji fışkıran çocuklar. Aileleri onları resmen dışarı atıyor, anlıyor musun?”

“...Yani ben de ortalığı birbirine katarsam ormana gidebilir miyim?”

“Öyle bir şeye gerek yok. Aptalca konuşma.”

Babama bu kadar yalvarmamın sebebi, bahar geldiğinde annemin yeniden işe başlayacak olmasıydı. Bu da demek oluyordu ki, ben yine Gerda Teyze’nin evine bırakılacaktım.

Orası... benim için hem zihinsel hem de duygusal açıdan berbattı. O evden nefret ediyordum. Her şeyi yapardım da bir daha oraya gitmek istemiyordum. İhmal edilen çocukları görmek beni mahvediyordu.

“Baba, sen asıl benim yeterince güçlü olmamamdan mı endişeleniyorsun? O zaman ne yapmalıyım? Ormana gitmeme razı olman için ne yapmam gerekiyor?”

“İyi soru.” Babam gözlerini kapatıp düşünmeye başladı. Ben de sabırla cevabını bekledim.
“...Şimdilik kapıda dur.”

“Kapıda mı? Ne zamana kadar?”

“Kapıya kendi başına yürüyebildiğin güne kadar. Herkesle birlikte yürüyebilecek hale geldiğinde ormana da gidebilirsin.”

Yani, öyle kolay kolay ormana gidecek değildim. Hayalini kurduğum kil tabletler bir anda biraz daha uzaklaşmış gibiydi. Ama geçmişimdeki hastalıklar yüzünden babamın bana güvenmesini istiyorsam, en azından kapıya kadar kendi başıma yürüyebilmem şarttı.

Ormana gitmek olmasa da, en azından Gerda Teyze’nin evine gitmeyecektim. Bu da yeterliydi.

“...Tamam. Bu da olur, baba.”

Başımı salladım ve babamın yüzünde rahatlamış bir ifade belirdi. Muhtemelen, eğer itiraz etseydim gerçekten ağlama krizine gireceğimi düşünmüştü.

“Baba, peki bu demek oluyor ki... Kapıya kadar yürüdükten sonra eve de kendim mi döneceğim?”

“Hayır. Kapıda kalıp Otto’dan harf dersi almaya devam edebilirsin.”

“Bir dakika... Ciddi misin?”
Daha önce bana harf öğrettiği için Otto’ya sinir olan babam, şimdi hiç umursamıyor mu? Ne oldu bu adama?

Kafamı yana eğip ona şüpheli gözlerle baktım. Babam kaşlarını biraz çatmıştı.

“Vücudun zayıf, Myne. Ama Otto senin zeki olduğunu söyledi. Kafanı kullanabileceğin işlerde hiç zorlanmazsın, dedi. Elimden gelen en iyi şey, onun sana harf öğretmesine izin vermek olur. Ne kadar çok şey bilirsen, senin için o kadar kolay olur.”

Otto, kas gücünden başka bir şey düşünmeyen babamın evlat sevgisini anlamış ve ona kafasına göre bir argüman sunmuştu. Minnettarlıktan neredeyse gözlerim dolacaktı. Otto’nun resmen benim öğretmenim olmasına izin verileceğini hiç beklememiştim.

“Ben senin ellerini kullanabileceğin bir işe uygun olduğunu düşünüyordum ama Otto dedi ki, zeka gerektiren işler daha iyi para getirir, hem de vücuduna daha az yük olur.”

“Zeka gerektiren işler mi? Nasıl işler mesela?”
Bu dünyada aklını kullanarak yapılabilecek işler ne olabilir, hayal bile edemiyordum. Sadece kafa çalıştırarak yapılan işler gerçekten var mıydı?

“Yönetici ve soyluların evraklarını yazan insanlar oluyormuş. Evde bile yapabileceğin işler bunlar, hasta olsan bile sorun olmaz.”

Başkaları için evrak yazmak ha...
Japonya’daki paralegallere benziyordu biraz. Eh, yeterli vasfım olursa böyle bir işi evde bile yapabilirdim. Gerçi bu vasıf nasıl elde edilir, hiçbir fikrim yoktu.

“Otto asker ama eskiden gezgin bir tüccarmış. Hâlâ Lonca’da bazı bağlantıları var. Annenle ben sana uygun bir iş ayarlayamayız, o yüzden Otto’yla olan imkânlarını boşa harcama.”

Yani...
Babam resmen olgunlaşmış gibi davranıyor?!

“Teşekkür ederim, Baba. Elimden gelenin en iyisini yapacağım.”

Babam başımı okşarken Tuuli’ye döndüm. “Tuuli, bana yardım eder misin?”

“...Gidemezsin,” dedi Tuuli başını sallayarak.
Beni kardeşi olarak hep kollamış, elimden geleni yapmama yardım etmişti ama ormana götürme konusunda bir milim bile geri adım atmıyordu.

Babam da Tuuli’nin tarafında gibiydi. Ağır ağır başını salladı.
“Şu an yapamaz, biliyorum. Ama Myne ormana ulaşamazsa, bunun sıkıntısını en çok o çekecek.”

“Doğru ama... orada sadece ayak bağı olur...”

“Olur tabii. Şu an herkese yük.”

Hem Tuuli hem de babam beni bir yük, bir ayak bağı olarak görüyorlardı. Bu doğruydu, biliyordum. Ama bunu yüzüme karşı söylemeleri... içimi acıttı.

“Herkesle aynı hızda yürüyebilecek kadar güçlenmesi gerek. O zamana kadar sadece kapıya kadar gelecek. Ona kadar ben eşlik edeceğim. Oraya kadar kendi başına yürüyebilecek hale geldiğinde, işte o zaman senin yardımını isteyeceğim, Tuuli.”

“...O zaman elimden geleni yapacağım.”
Sorumluluk bilinci yüksek olan Tuuli, başını kararlılıkla salladı.

Ama ben sadece omuzlarımı düşürdüm.
Ailem her zamanki gibi bana hiç güvenmiyordu.

...Kapıya bile varamayacağımı mı düşünüyorlar cidden? Kuyudan su taşırken neredeyse nefesim bile kesilmiyor artık, farkında değiller galiba. Off.

Ertesi gün, güneş iyice yükseldikten sonra, geç vardiya görevindeyken babamla birlikte kapıya doğru yola çıktım. Kapıya sadece onun bu vardiyasına denk geldiği günler gidebiliyordum.

Kapı görevleri üçe ayrılıyordu:
Sabah vardiyası – kapılar açıldığında başlar, öğlene kadar sürer.
Geç vardiya – öğle vaktinden kapı kapanana kadar.
Gece vardiyası – kapılar kapandıktan sabaha kadar.

Kendi başıma kapıya kadar yürüyebilecek hale gelene dek, oraya hep babamla gidecektim. Sağlığım elverirse orada kalacak, Tuuli ormandan dönene ya da babam işini bitirene kadar bekleyecektim.

“Kendini fazla zorlama tatlım. Myne’e göz kulak ol, Gunther.”

“Olur tabii. Hadi gidelim, Myne.”

“Bay baaay.”
Endişeyle bize bakan anneme el salladım, sonra babamın elini tuttum ve kapıya doğru yola çıktık. Merdivenlerden indikten sonra hemen dinlenmeye ihtiyacım yoktu artık, ama ana caddeye vardığımızda bile biraz nefes nefese kalmıştım.

Şimdi düşününce...
Sanırım hayatımda hiç tek başıma kapıya yürümedim. Hep biri sırtında ya da omzunda taşımıştı beni. Veya arabayla götürülmüştüm.

“Myne, iyi misin?”

“Ben... hâlâ... iyiyim...”
Eğer şimdi pes edersem, babam bir daha beni asla ormana götürmez. Gerçekten iyi olmadığım hâlde “iyiyim” dedim. Vücudum öyle ağır geliyordu ki yere çöküp kalmak istiyordum.

“Hiç de iyi görünmüyorsun. Hadi bakalım.”
Babam iç çekip beni kucağına aldı. Birkaç saniye sonra onun omzuna yaslanmış, soluk soluğa nefes alıyordum. Bunu başaramam! Gerçekten ölücem galiba!
Ailem haklıymış. Bu hâlimle ormana asla gidemem.

“Baba, Otto şimdi bana harfleri öğretecek ama... Gerçekten bu kadar vakit ayırabilir mi? Ya kendi işleri?”

Otto sonuçta bir askerdi. Bana okumayı öğretmesinin onun işiyle alakası yoktu.

“Bu baharda vaftiz edilen beş çırak var. Otto’nun işi onlara okuma yazma öğretmek.”

Bekçi olmak için en azından temel düzeyde okuma yazma bilmek şarttı. İnsanların isimlerini ve mesleklerini okuyup yazamayan biri görev yapamazdı.

“Yani ben de onlarla mı çalışacağım?”

“Evet, sayılır. Ama sen çırak bekçi olarak değil, Otto’nun yardımcısı olarak gideceksin.”

“Yardımcısı mı?”
Benim gibi üç yaşında görünen bir çocuğun yardımcılık yapacağına kim inanır ki? Gerçekten olacak iş mi bu?

“Myne. Otto’ya işlerinde yardım ettin, değil mi?”

“Şey, bütçe hesaplarında falan... Ama ben sadece biraz matematik yaptım.”
Ona sadece bir kez yardım etmiştim. Gururunu yuttuğunu söylediği için bu konuyu babama anlatmamıştım. Ama meğersem, başı derde girmesin diye Otto her şeyi rapor etmiş.

“Otto uzun süredir işlerin tek başına altından kalkılamayacak kadar fazla olduğunu söylüyor ama ona yardım edecek kadar iyi matematik bilen kimse yokmuş. Sana harf öğretip yardımcısı yapmak istiyor, kendi söyledi.”

Ben aslında harf öğrenmek karşılığında ona yardım etmeyi teklif etmiştim, ama Otto’nun bu konuda ciddi olduğunu görmek beni şaşırttı.

“O senin onun yardımcısı olmanı istiyor ama biz vaftiz edilmemiş bir çocuğa resmi olarak iş veremeyiz. Yani resmî olarak kapıya gidip harf öğreniyorsun sadece. Ücretin de yazı tahtası kalemleri. Hasta olduğun zaman gelmen şart değil. Otto bayağı ciddi şekilde ikna etti beni. ‘Bu kadar ucuza çalışacak başka biri bulamam,’ dedi.”

Kısacası...
Beni hem okutacak hem de bana ufak tefek evrak işleri yaptıracaktı. Muhtemelen bir sonraki yılın bütçe hazırlıklarıydı bunlar. Otto’nun amiriyle konuşup, bana yazı tahtası kalemi karşılığında “yardımcı” sıfatıyla iş ayarlaması... Tam bir tüccar zekâsı. Hem kârını yapıyor, hem de cebinden para çıkmıyor.

Babamla birlikte kapıya ulaştık. Yolun yarısında beni kucağında taşımıştı. O kadar yorgundum ki vardığımız anda gece vardiyası odasına götürdü beni. Daha fazlasını yapacak hâlim yoktu. Gerçekten... Babam beni kendi elleriyle bir sıraya oturttu. Ancak öğle vakti biraz kendime gelebildim.

“Hey, Myne. Derse başlayacağım şimdi. Kendini iyi hissediyor musun?”

“Hı hı.”

Otto beni bulduğunda hemen çantamı alıp onunla birlikte kapının eğitim odasına gittim. Odanın bir köşesinde masa ve sandalyeler vardı, ve orada yeni vaftiz edilmiş beş erkek çocuk oturuyordu. Muhtemelen babamın bahsettiği çıraklardı bunlar.

“Myne, kaptanımın kızı. Evrak işlerinde bana yardımcı oluyor. Bundan sonra sizinle birlikte okumayı öğrenecek. Sakın dalga filan geçmeye kalkmayın.”
Otto öğretmen edasıyla beni tanıttı ve ardından ders başladı. Büyük bir yazı tahtasına alfabenin temel harflerini yazmaya koyuldu. Okumayı öğrenmek, bu harflerin hepsini ezberlemeden imkânsızdı.

“Önce bu harfleri öğrenin.”
Bugün beş tanesini tahtaya yazdı ve okunuşlarını söyledi. Bazılarını daha önce öğrenmiş olduğum için aklımda tutmak çok da zor olmadı.

“...Harfleri bayağı hızlı öğreniyorsun, Myne.”

“Zihinsel işler, bedensel şeylerden çok daha fazla hoşuma gidiyor.”

Bu dünyadaki çoğu çocuğun aksine, ben ders çalışmaya alışıktım. Bilinçli bir şekilde ders çalışmaya karşı direnç duymamak bence hızlı öğrenmenin anahtarıydı.
Sevdiğin işi yaparsan, işin de seni sever derler ya — işte tam öyle.
İlk defa eline kalem alan çıraklara gerçekten üzülüyordum. Yazı yazmaya geçmeden önce ellerini alıştırmaları gerekiyordu.

“Bay Otto, bence bugünlük harfleri yeterince çalıştık,” dedim.

Otto bunu duyunca gözlerini kocaman açıp bana döndü. “Ne? Şimdiden mi?”

İçimden geçen his, derse başlayalı daha otuz dakika bile olmamıştı. Ama etrafımdaki çocuklar için bu otuz dakika bile çok zor geçmişti. Yerlerinde kıpırdanıyorlardı. Canları sıkılmış, belli.

“Hayatında ilk kez kalem tutan çocukların uzun süre konsantre olmasını beklemek gerçekçi değil. Biraz harf çalıştıktan sonra matematiğe geç. Şehir haritası çizmelerini sağla. Şehir muhafızlarının uyması gereken ahlaki kuralları öğret. Biraz egzersiz ekle. Bir gün içinde farklı konuları karıştırırsan daha çok şey öğrenir, daha iyi hatırlarlar.”

Otto bana afallamış bir ifadeyle baktı. Ama gerçekten de... ilkokul ders programlarından öğrenilen temel şeyler burada da geçerliydi. Hele ki yaşları böyle küçükken.
Düşünsene, tüm bir günü sadece hiragana çalışarak geçirmek...
Benim tanıdığım hiçbir ilkokul çocuğu dayanamaz buna. Bu dünyadaki çocuklar ise oturup ders çalışmaya hiç alışık değiller.

“Hadi şimdi matematiğe geçelim. Sayıları sayarak başlayabilirler.”
Alışveriş yaptıkları için on’a kadar sayabiliyorlardı. Ama birkaç tanesi hâlâ bazı sayılarda bocalıyordu. Otto tahtaya birden beşe kadar sayıları yazıp telaffuz etti.
Çocuklar yine kıpırdanmaya başlayınca, biraz hareket etmeleri için egzersize geçmeyi önerdim.

“Bence bugünkü ders bu kadar yeter, Bay Otto.”
Otto’ya tavsiye verir gibi sınıfı yönettim ve çocukları biraz erken bıraktım.
“Bugün öğrendiğimiz harfleri ve sayıları mutlaka ezberleyin. Aksi takdirde geri kalırsınız ve telafi etmesi çok zor olur. Harf ve sayı ezberlemek işinizin önemli bir parçası.”

Çocuklar erken çıkışa sevinip odayı neşeyle terk ettiler. Otto ise biraz şaşkın görünüyordu, ardından da yüzü ekşidi.
“Myne, cidden... Eğer bu kadar yumuşak davranırsak asla bir şey öğrenemezler.”

“Hmm? Ama eğer ders çalışmayı sıkıcı ve acı verici bir şeyle özdeşleştirirlerse, öğrenmeleri daha da uzun sürer. Bugünkü tempo bence tam olması gerektiği gibi. Beni kendinle kıyaslamaman gerek.”

“Ah... Doğru ya.”
Otto çocukları fark etmeden benimle kıyasladığını fark edince başını kaşırken biraz utandı.

“Üstelik harfleri ezberlemek hâlâ onların sorumluluğunda. O yüzden bu bir gevşeklik sayılmaz.”

“Doğru. Ama işe yeni başlayan küçük çocuklar için kişisel sorumluluk bayağı zorlayıcı.”
Otto biraz çelişkili bir gülümsemeyle baktı bana. Ben de derin bir iç çekerek gülümsedim.
Bunları hep Urano zamanlarımdaki tecrübelerime dayanarak söylüyordum ama... doğruluğu ne kadar kesin, onu da kim bilebilir ki.

Ders bittikten sonra Otto’yla birlikte gece vardiyası odasına döndük. Kalan vakitte bana özel ders vermeye devam edecekti.
Otto tahtaya birkaç kelime yazdı, ben de bunları kendi başıma yazmaya çalıştım. Bu sırada o da evrak işleriyle meşguldü.

“Pekâlâ, harfleri oldukça iyi kavramışsın gibi görünüyor. Artık kelimelere geçmenin zamanı geldi. En çok kullandığımız kelimelerden başlayalım.”

Ve böylece, alfabeyi çözdüğümden beri Otto bana kelimeler öğretmeye başladı.

Ama öğrettiği bütün kelimeler, erzak listeleri ve şehir muhafızlarının işiyle ilgili şeylerdi. Gerçekten de beni evrak işlerinde çalıştırmayı kafasına koymuş gibiydi.
Sanırım yazıları düzgünce okuyabildiğim anda, gelecek yılki bütçe sezonunu bile beklemeden beni işe koşacaktı.

...Yani, ilk öğrettiği kelimeler “Kişi Sorgusu”, “Soylu”, “Tavsiye Mektubu” ve “Yazılı Dilekçe” falandı. Eee... Bu kelimeleri günlük hayatımda kullanacağımı mı sanıyor acaba?
En azından bütçedeki erzak listesinden başlasa, yiyeceklerin, bitkilerin ve ekipmanların adlarını öğrenirdim — hiç değilse işime yarardı.

Ben tahtamın üstüne yazı yazmakla meşgulken babam beni aramaya geldi. Kapının kapanmasına az kalmıştı, bu da Tuuli ve diğerlerinin ormandan döndüğü anlamına geliyordu. Tahtamı çantama koydum ve onlarla birlikte eve doğru yola çıktım.

“Hadi eve gidelim, Myne.”

Diğer çocuklar, ellerinde sepetler ve çeşitli toplayıcılık araçlarıyla bana ve küçük bez çantama bakıyorlardı.

“Ha? Myne mi o?”

“Tuuli’nin küçük kardeşi bu muymuş? Daha önce hiç görmedim.”

Biraz üstü başı kirlenmiş bu çocukların pervasızca bana dik dik bakmaları, istemsizce Tuuli’nin arkasına saklanmama neden oldu.

“Yapacak bir şey yok. Myne pek dışarı çıkmaz zaten.”

Görünüşe göre geçmişteki Myne mahalledeki sosyal etkinliklere neredeyse hiç katılmazmış, bu yüzden de mahalle çocukları onu nadir görülen bir yaratık gibi düşünüyormuş.
Tuuli beni “Seni dışlamıyorlar, sadece merak ediyorlar” diyerek teselli etmeye çalıştı ama... pek işe yaramadı.

“Sen de bizimle eve mi dönüyorsun, Myne?”

“Lutz!” Tanıdık bir yüz görmek içten içe rahatlatmıştı beni. Gözlerim Ralph’ı da aradı ama... görünürde yoktu. O uzun boyu ve kırmızı saçlarıyla dikkat çekmemesi imkânsızdı halbuki. “Aa? Bugün Ralph nerede? Hasta mı?”

“Ralph bu baharda yedi yaşına bastı. Bugün çalışıyor.”

“Vay canına...” Ralph’la tanıştığımda yedi bile değilmiş ha...
Onu geçmiş Myne’in anılarından tanıyordum ama hem çok uzun boylu hem de kibar olduğu için sekiz ya da dokuz yaşında sanmıştım.
...Dur bir dakika. Yoksa... Lutz da mı kış boyunca uzadı? Gözlerinin içine bakmak için kafamı eskisinden biraz daha yukarı kaldırmam gerekiyor sanki...

Bunları düşünerek eve yürümeye başladım. Diğer çocuklar doğal olarak hızlarını arttırdı. Ellerindeki yükten kurtulmak için bir an önce eve varmak istiyorlardı belli ki.
Ben yavaş kalınca, neredeyse beni arkada bırakacaklardı ama Tuuli ve Lutz yardım etti.

“Yavaş olun, çocuklar!”

“İyi misin, Myne?”

Ben elimden gelenin en iyisini yaparak yürümeye çalışıyordum ama grup sürekli uzaklaşıyordu. Çocuklar acımasızdı. Benim hızımı beklemezlerdi. “Ne kadar da hızlılar...”

“Üzgünüm, Lutz. Myne’i sana emanet edebilir miyim? Diğerlerinin başında durmam lazım.”
Tuuli, vaftiz olmamış çocuklar arasında artık en büyüğüydü.
Bu yüzden, beni değil diğerlerini gözetmeyi önceliği sayıyordu — özellikle de Lutz beni idare edebilecekken.

“Olur. Yavaş yavaş gidelim, Myne. Eğer bayılırsan şu anda seni taşıyamam.”
Lutz tek başına benimle kaldı ve tempoyu düşürdü. Ona daha fazla yük olmamak için tavsiyesine uydum, yavaşladım.

“Kapıda ne yapıyordun, Myne?”

“Harfleri öğreniyordum.”

“Harfler mi? Yazı mı yazabiliyorsun?!”
Lutz şaşkınlıkla bana bakakaldı. Gözlerinin içi hayranlıkla parlıyordu sanki ama... doğru düzgün kelime bile bilmiyorken “yazı yazabiliyorum” demek biraz abartıydı.
Bu hayran bakışları beni biraz mahcup etmişti.

“Kendi adımı zar zor yazabiliyorum. Hâlâ çalışıyorum.”

“Vay canına, Myne! Kendi adını yazabiliyor musun? Bu harika bir şey!”

...Ee? Şimdi daha da etkilenmiş gibi bakıyor.
Sadece adımı yazabildiğim için bu kadar çok etkileneceklerini düşünmemiştim. Ama düşününce... Otto’nun daha önce dediği bir şey geldi aklıma.
“Taşralarda sadece köy reisleri okuma yazma bilir,” demişti.
Babamın isim yazabiliyor olması bile başlı başına etkileyiciydi yani.

...Bense onu küçümsemiştim, bunu bilmek zaten normal değil mi diye. Oysa bu dünyada böyle bir beceri gerçekten kıymetliydi.
Evrak işlerinde yardım edebilmek ne kadar önemliymiş şimdi daha iyi anlıyorum.
Otto’nun neden diğer askerler yerine bana odaklandığını da böylece çözmüş oldum.
Sadece isim yazmakla yetinen biri, bu evrak işlerinin altından kalkamazdı.

“Haaah... Haaah...”

“İyi misin, Myne?”
Harfleri öğrenmek benim için kolaydı ama bedenimi güçlendirmek bambaşka bir konuydu.
İstediğim kadar inat edeyim, herkesin farklı yetenekleri olduğunu artık kabul etmem gerekiyordu.

Eve Lutz’un endişeli bakışları eşliğinde vardığımda o kadar yorgundum ki konuşacak hâlim bile kalmamıştı.
Tahmin ettiğiniz gibi, ateşim çıktı ve kendimi iki gün boyunca yatakta buldum.

“İnanılır gibi değil, kendini fazla zorlama dedim sana!”
Annem epey sinirlenmişti ama... gerçekten güçlenmiştim.
Normalde beş gün boyunca beni yatağa çivileyen bir ateş bu kez sadece iki gün sürdü.
Üçüncü gün kalkıp dolaşabiliyordum.

Babamla birlikte kapıya kadar yürüyordum, ama yolun yarısında yorulup geri kalan kısmı kucağında taşınarak gidiyordum.
Öğleden sonra okuma yazma çalışıyor ve Otto’nun hesaplamalarına yardım ediyordum.
Sonra diğerleriyle birlikte eve dönüyordum ama kısa sürede onlardan geri kalıp nefes nefese kalıyor, Lutz da endişeyle yanımda yürüyordu. Eve döndüğüm gibi yine yatağa düşüyordum.

Bu rutin yaklaşık bir ay boyunca böyle devam etti.
Ama kesinlikle güç kazanıyordum.
İlk başta her gidişten sonra üç gün dinlenmem gerekiyordu, sonra bu üç gün ikiye indi, en sonunda ise bir gün gidip bir gün dinlenmeye başladım.
Hâlâ yavaş ilerliyordum ama kapıya kadar yürümeyi artık tek başıma başarabiliyordum.

Bir süre sonra haftada iki kez gidip bir gün dinlenmeye başladım, sonra bu sayı üçe çıktı.
Ve beş gün boyunca hiç hasta olmadan gidip geldiğimde ailem adeta bir bayram havası yaşadı.

“Yaptın, Myne. İlk defa bütün haftayı dinlenmeden geçirdin!”

“Küçük kızım artık kocaman olmuş! Baban seninle gurur duyuyor!”

“Yakında sen de ormana gidebileceksin, tatlım.”

Ailem bu kadar heyecanlanınca ben de kendimi daha fazla zorlamak istedim... ama bu da beni iki gün yatağa seren bir ateşle cezalandırdı.
Demek ki işler o kadar kolay gitmeyecekti.

Kapıya gitmeye başlamamdan tam üç ay sonra sonunda ormana gitmeme izin çıktı.
İlk yaz belirtilerinin görülmeye başladığı günlerdi — bahar artık sona eriyordu.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


14   Önceki Bölüm