Yukarı Çık




85   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   87 


           
19 Nisan (Pazartesi) – Ayase Saki





“Altın Hafta iyice yaklaştı, değil mi?

Biri bunu böyle dile getirdiğinde, zamanın ne kadar hızlı geçtiğini fark edip şaşırdım. Daha dün gibi, yeni okul yılına ilk sınıf toplantımızla başlamıştık. Nisan’ın bitmesine sadece on gün kaldığını duymak, içimde bir telaş uyandırdı.

Gerçekten o kadar uzun zaman oldu mu?!

Zaman su gibi akıp gidiyor, derler ya… 
Aynı şekilde, üçüncü sınıfa geçtiğimden beri çevremde olan değişimler beni hayrete düşürüyor.

Ama en çok şaşırdığım şey, kendimi içinde bulduğum durumdu—teneffüste sınıfımdaki birkaç kızla sohbet ediyordum. Bir yıl önce biri bana bugün olduğum yerde olacağımı söyleseydi, yüzüne karşı gülerdim.

Kabul etmeliyim ki sınıf listesine ilk baktığımda biraz hayal kırıklığına uğradım. Artık Maaya ile aynı sınıfta değilim, önceki sınıfta yeni yeni sohbet etmeye başladığım diğer kızlar da yok…

Singapur’daki okul gezimiz sırasında tesadüfen tanıştığım müzisyen Melissa ile konuşmak, insanların benim hakkımdaki düşüncelerine sandığımdan daha fazla önem verdiğimi fark etmemi sağladı. Üzerine düşündüğümde, bu mantıklıydı da. Saçım, kıyafetlerim ve makyajım—bunların hepsi, aslında başkalarının beni nasıl gördüğünü umursadığım için vardı. Maaya dışında hiç arkadaş edinmemiş olmamın nedenini de artık anlıyorum—korkuyorum. Değerlerimin reddedilmesinden korkuyorum.

“İstediğin kadar bencil ve özgür olabileceğin bir yer bulman gerektiğini söylüyorum, yoksa parçalanırsın.”

Kendimi güvende hissedebileceğim bir yer bulmak. Yani, özgürce hareket edebileceğim, kendim olabileceğim bir alan.

Öz babam bizi terk ettiğinde, annemin yükünü hafifletmek için ona fazla yük olmamaya çalıştım. Ama Asamura-kun, beni olduğum gibi kabul etti ve yaşam tarzımı eleştirmedi. O, benim için bu güvenli alan hâline gelmişti.

Geriye dönüp baktığımda, dünyadan kaçabileceğim bir sığınak bulmuştum ve artık reddedilmekten korkmama gerek yoktu. Maaya dışında diğer sınıf arkadaşlarıma da yaklaşmakta hiçbir sorun yaşamamam gerekirdi… ya da ben öyle sanıyordum ancak üçüncü sınıfa geçtiğimde ve neredeyse bir ay önce yeni sınıf listesini gördüğümde, tüm o yeni keşfettiğim heves bir anda yok oldu.

Aksine, bir yıl önceki içine kapanık Saki’ye geri dönmüş gibiyim. Boş sohbetlere zaman harcamak istemiyorum; sonuçta bu yıl üniversite giriş sınavlarını düşünmem gerekiyor. En iyisinin derslerime ve işime odaklanmak olacağını düşündüm.

Asamura-kun artık benimle aynı sınıfta ama onunla rahatça sohbet etmek istemiyorum; çünkü bu, sınıf arkadaşlarımın meraklı bakışlarını üzerimize çekecek. Buna henüz hazır değilim.

Şu an tek isteğim, huzurlu ve sakin bir hayat sürmek…

Ama durup düşündüğümde, aslında açılış töreninden beri günlerim hiç de huzurlu geçmedi. Üstelik, olumsuz düşüncelerim kontrolden çıkmaya başladı.

Eğer kendimi zihinsel olarak hazırlayacak zamanım olsaydı, bu durumu daha rahat karşılayabilirdim. Ama işin doğrusu, tam sırtımı dönüp hiçbir şeye dahil olmamaya karar vermişken, kendimi çoktan kızlar grubunun içinde bulmuş ve bunalmış hissederken yakaladım.

Bu nasıl oldu?

Eh, en azından bunun cevabı belliydi.

“Hadi ama, sakin olun. Yeni arkadaşlarınızı Altın Hafta boyunca göremeyecek olmanız biraz sinir bozucu olabilir, ama mesele tamamen nasıl değerlendirdiğinizde bitiyor!“

“Oh? Bir fikrin mi var, Sınıf Başkanı?“

“Yani, okul dışında buluşmamıza engel olan bir yasa yok, değil mi? Neden hep birlikte karaoke yapmaya gitmiyoruz?“

Kızlar arasındaki sohbet bir anda coşkulu onay sesleriyle doldu.

Ee… Karaoke fikrini öne süren kızın adı neydi, tam olarak? Herkes ona sadece “Sınıf Başkanı“ dediğinden, gerçek ismini hatırlamak zor oluyor.

Her neyse, sosyal beceriler açısından benim tam tersim olduğu kesin. Hatta bu konuda Maaya’yı bile zorlayabilir. Sadece on dakikalık bir teneffüs süresinde bile, hemen sınıf arkadaşlarıyla çevrili hâle geliyordu ve ben sınıfta onun yanında oturduğum için, kaçış yolum tamamen kapanmıştı.

“Hey, Ayase-san, Altın Hafta için bir planın var mı?“

Bunu soran, çatık kaşlarıyla biraz çekingen bir havası olan Ryouko Satou’ydu. Herkes ona “Ryo-chin“ ya da “Oryou-san“ diyordu. Tabii ben hiç öyle hitap etmemiştim; bana fazlasıyla utanç verici geliyordu. Satou-san, Maaya ve ben, okul gezisinde aynı odayı paylaşmıştık. İkinci sınıfta çok yakın sayılmazdık ama son zamanlarda bana daha sıcak davrandığını fark ediyordum.

Ee… Bana ne sormuştu tam olarak? Ha, Altın Hafta planlarımı.

“Muhtemelen deneme sınavlarına çalışacağım,“ diye cevap verdim ama şaşkın bir bakışla karşılaştım.

Bu gerçekten bu kadar şaşırtıcı mıydı? Sonuçta üçüncü sınıftaydık ve üniversite giriş sınavları kapıdaydı ama farkına varmadan, konu bambaşka bir yöne kaydı.

Önce neden ders çalışmak dışında başka şeyler yapmayı düşünmediğimi sordu. Ardından, “Mesela… erkek arkadaşınla bir şeyler yapmak gibi?“ diye ekledi.

Son birkaç haftadır bu durum hep aynı şekilde ilerliyordu. Kendimi kız grubunun içinde sıkışmış bulduğumda, konu nasıl başlarsa başlasın, eninde sonunda hep aynı yere varıyordu—romantizm.

Ama konu nasıl oldu da benim sözde erkek arkadaşımla ne yapacağıma geldi?

“Yani, ’bir şeyler yapmak’ derken neyi kastediyorsun? Tam olarak ne yapmamız gerekiyor?“

Sınıf Başkanı lafa girdi. “Şey, mesela bir randevuya çıkmak?“

Randevu, huh? Düşününce, bir randevu tam olarak neyi içerirdi ki? Asamura-kun’la hiç böyle bir şey yapmış mıydım?

“Beraber yemek yemek…“

Bunu sürekli yapıyorduk.

“Film izlemek…“

Evet, Noel’de yapmıştık.

“Onunla yemek yapmak…“

Son zamanlarda bana mutfakta yardım ediyordu, o da tamamdı.

“Anlıyorum. Hmm, hepsi bu mu?“

“Şey evet… ama Ayase-san, yoksa sen bundan daha fazlasını mı yapmak istiyorsun?“

Ağzımdan çıkan kelimeler zihnimde yankılandığında, ne söylediğimi fark edip yüzümün yandığını hissettim. Az önce Kendimi bir randevu uzmanı gibi mi göstermiş oldum ?!

“Hayır, öyle değil—“ diyecektim ki, tam o anda birinci dersin zili çaldı.

Modern Japon Edebiyatı öğretmenimiz sınıfa girdi ve gürültülü ortam bir anda sessizleşti ama ensemin arkasında rahatsız edici bir his vardı—sanki herkes bana bakıyordu. Paranoyak zihnim, arkamdan dedikodu yaptıklarına dair bir senaryo yazmaya başlamıştı.

Uuu, mahvoldum. Şimdi herkes beni tuhaf biri sanıyor olmalı.

Satou-san, aslında genel olarak Altın Hafta’da erkeklerle bir şeyler yapmaktan bahsediyordu ama benim aklım hemen Asamura-kun’a gitmişti.

Ders boyunca, söylediklerimden duyduğum pişmanlıkla kıvranırken, Modern Japon Edebiyatı’na sadece yarım yamalak odaklanabildim.

Ahhh, neden öyle bir şey söyledim ki? Çok utanç verici.

Zil çaldığında, başımı ellerimin arasına alarak sıramın üzerine kapandım. Bu hiç bana göre değildi—normalde her zaman kendinden emin bir duruş sergilemeye çalışırdım. Zaten bu yüzden kısa sohbetlerde zorlanıyordum. Diğerleri nasıl bu kadar rahatça konuşma akışına kapılabiliyordu ki?

Başımı kaldırıp, iki sıra arkamdaki ve sol çaprazımdaki yere göz ucuyla baktım.

Acaba Asamura-kun o utanç verici anı gördü mü? Umarım görmemiştir…

Ama o bana bile bakmıyordu. Bunun yerine, sınıftaki başka bir çocukla sohbet ediyordu. Ne konuştuklarını duyamıyordum ama oldukça keyifli görünüyorlardı.

Asamura-kun’un sosyal çevresi hakkında pek bir şey bilmiyorum ama çok iyi tanımadığı biriyle bile hemen rahatça konuşmaya başlamıştı. Bu, kendimi daha da zavallı hissetmeme neden oldu.

Belki de Asamura-kun aslında düşündüğümden daha sosyal biriydi. İş yerinde müşterilerin endişelerini dikkatle dinlerdi. Bana tek arkadaşının Maru-kun olduğunu söylemişti ama şimdi burada, yeni insanlarla ilişki kuruyordu. Elinden gelenin en iyisini yapıyor gibi görünüyor, bu harika bir şey.

Ve eğleniyor gibi görünüyor… ama sanırım biraz kıskandım.

Sınıfta fazla konuşmamayı tercih eden ben olmuştum ama şimdi en yakın hissettiğim kişiyle bile konuşamıyordum. Öte yandan, o benimle konuşamasa da başka biriyle eğleniyordu.

Ve ben burada, kafamı sıramın üzerine gömüp etrafımdaki sesleri duymuyormuş gibi yapıyorum.

“Hey, Ayase-san. Dünyaya dön, Ayase-san.“

Adımı duyar duymaz başımı azıcık kaldırdım ve Sınıf Başkanı’nın yüzüme doğru eğilip bana baktığını gördüm.

“…Hm?“

“Şey, yani, küpen…“ Kendi kulağını işaret ederek konuşmaya devam etti.

“Ah. Evet.“

Hemen doğruldum.

—Ne oldu ki? Küpemi çıkarmamı mı söyleyecek? Sonuçta Sınıf Başkanı, bu pek de şaşırtıcı olmaz.

“Bence rengi çok tatlı. Nereden aldın?“

“Huh?“

“Neden şaşırdın ki?“

“Şey… Onu çıkarmamı söyleyeceğini sanmıştım.“

“Huh? Okul kurallarına aykırı değil ki, değil mi?“

“Sanırım… öyle.“

Suisei Lisesi, akademik başarıya odaklanan bir okul olmasına rağmen, kuralları şaşırtıcı derecede esnekti. “Çok abartılı olmayın. Biraz ölçülü olun,“ diye sıkı sıkıya uyaran bir rehber öğretmenimiz vardı ama genel olarak okul, her şeyi oluruna bırakan bir tutum sergiliyordu. Aksi hâlde, saçımı boyadığım ve küpe taktığım için çoktan okuldan atılmış olurdum. Öte yandan, bir dersten kalırsanız, tüm yılı tekrar etmek zorunda kalıyordunuz. Bu yüzden bazıları burayı bir liseye kıyasla daha çok üniversiteye benzetiyordu.

“Pekiii, nereden aldın?“

Hafızamı yokladım.

“Center-gai’deki bir dükkândan… sanırım.“

(Center-gai, Tokyo’nun Shibuya bölgesinde yer alan, moda butikleri, kafeler, restoranlar ve eğlence mekânlarıyla ünlü, hareketli bir alışveriş caddesidir.)

“Oh, wow, iyi seçim. Saç tokan da çok tatlı. Saçınla uyumlu olduğu için mi seçtin?“

“Umm, evet.“

Neden sürekli “Umm“ dışında bir şey söyleyemiyorum ki?

Tam o sırada, konuşmanın önceki felakete dönüşmesinden sorumlu kişi araya girdi ama dürüst olmak gerekirse, Satou-san’ın kötü bir niyeti olmadığını biliyorum. Asıl hatayı yapan benim yanıtım olmuştu.

“Hey, size katılabilir miyim?“

“Tabii, gel. Az önce Ayase-san’ın iyi bir zevke sahip olduğundan bahsediyorduk.“

“Kesinlikle, değil mi?“

Satou-san başını o kadar hevesle salladı ki, neredeyse kopacak diye endişelendim.

İltifat olup olmaması önemli değildi, övülmek yine de güzeldi. Sonuçta insanlar, iltifatlarla beslenen varlıklardı.

“Aynen. Gerçi bu yıl aynı sınıfa düştük ama ben zaten Ayase-san’ı daha önceden tanıyordum.“

“Huh?“

“Şey, birinci sınıfta sınıflarımız yan yanaydı. Hatırlamıyor musun? Beden eğitimi dersinde birkaç kez seninle konuşmaya da çalışmıştım.“

Başımı iki yana salladım. Hiç hatırlamıyordum.

Geriye dönüp baktığımda, birinci sınıfta diğer öğrencilere karşı fazlasıyla temkinli davrandığımı fark ediyorum. Ortaokulun katı disiplininden kurtulup, öğrencilerden daha fazla bağımsızlık bekleyen bir liseye girmek, hem dış görünüşümü hem de iç dünyamı geliştirmek için iyi bir fırsat gibi gelmişti. Küpe takmak ya da saçımı boyamak okul kurallarına aykırı değildi ve bunların bana yakıştığını düşünüyordum ancak hiçbir kuralı çiğnemememe rağmen, sürekli alaycı yorumlar ve asılsız dedikodular duyuyordum. Bana, “Suçlu görünümlü sarışın gyaru“ damgası vuranlar olmuştu.

(Gyaru: Genellikle Japon gençlik kültüründe yer alan, aşırı makyaj, kısa kıyafetler ve abartılı bir yaşam tarzını benimseyen genç kızları tanımlayan bir terimdir.)

Belki de o zamanlar gereğinden fazla temkinliydim ve benim hakkımda sadece olumlu düşünen insanlar da vardı. Tıpkı Sınıf Başkanı gibi… Şimdi bunu daha iyi anlayabiliyorum.

Satou-san, okul gezisi anılarımızı hatırlattı. Yolculuk sırasında okul üniformalarımızı giymek zorundaydık ancak otele vardığımızda istediğimiz kıyafetleri giyebiliyorduk. Satou-san, o zamanlar taktığım aksesuarları ve kıyafetleri hâlâ hatırlıyordu ve ona sevimli gelenleri tek tek saymaya başladı. Geçmişi yeniden yaşar gibi bir havaya bürünmüştü; sesi yumuşak ve neşeliydi.

“Aww, o çok tatlı değil mi?!“ Sınıf Başkanı, Satou-san’ı arkadan sarıp saçlarını karıştırarak neşeyle konuştu. Gerçekten de fazlasıyla sevimliydi.

“Ama ben moda konusunda pek iyi değilim.“

“Hadi ama, bu doğru değil, değil mi, Ayase-san?“

“Şey, uhm… sanırım öyle.“

Satou-san’ın görünüşü ve hareketleri onu küçük bir hayvana benzetiyordu—onu “sevimli“ olarak tanımlamak bile yetersiz kalıyordu.

“Ama ben de Ayase-san gibi şık olmak istiyorum.“

“Moda tamamen pratik meselesi. Ayase-san’la takılırsan, belki sana birkaç şey öğretebilir.“

“Kulağa hoş geliyor!“

“Hey, Ayase-san, bir çırak almayı düşünür müsün?“

“Uhm, şey…“

“Yani, kıyafet seçimi falan konusunda.“

“Eğer sadece bundan ibaretse… sanırım olur.“

Ve işte, yine birbirlerine sarıldılar.

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgmX_NBmzqTMAQ-FV0UPn2plZxi3fmGTnreE05dAwkpmJac_d_cuPU4hMaxZdDwsygldAHqnOFwTCe54LVftMKBkagiNYNkBavCehoRX0HB5FR5CtNs6a4TniomcOTNEHt4lWzmWd7joxHxc4gCI0s6noYh0txHHX5GhwSkphM-q35VtkIh8ouNGRtGBg/s2048/Chapter%202.jpeg

İkisi sevinçle zıplarken, benim elimden gelen sadece belirsiz bir baş sallamak ve kısa yanıtlar vermekti ama yine de sohbet devam ediyordu. Maaya ile olmak gibi değildi ama garip bir şekilde bu ortamda da kendimi rahat hissediyordum.

Daha önce, kendi ilgi alanıma uymayan sohbetleri sürdürebilmeye alıştığımı sanıyordum çünkü Maaya ile arkadaşlığım da böyleydi ama şimdi dönüp bakınca, belki de aslında konuşmayı asıl sürdüren Maaya’ydı ve ben sadece akışa kapılıyordum.

Bu da beni berbat bir sohbet arkadaşı mı yapıyor acaba.

Biraz garip hissetsem de, teneffüsün geri kalanında ikisine ayak uydurmayı başardım.




Okuldan sonra yine işim vardı.

Bugün, Asamura-kun’la birlikte aynı vardiyada çalışıyorduk. İkimiz de yarı zamanlı olarak çalıştığımız kitapçıdaydık. Asamura-kun eve uğrayıp bisikletiyle istasyona gitmişti, ben ise doğrudan okuldan çıkıp gelmiştim. Mağazaya vardığımda, mağaza müdürü bana Yomiuri-san’ın iş aradığı için bu hafta tüm vardiyalarına gelemeyeceğini söyledi.

Konuşma tarzından, müdürün bunu ciddi bir sorun olarak gördüğünü anladım, ama nedenini tam olarak kavrayamadım. Yomiuri-san işinde gerçekten yetenekliydi ama yeni mali yılın başlamasından bu yana müşteri sayısı biraz azalmış gibi görünüyordu.

Bu gizemin cevabı, bir müşterinin yeni bir kitabın çıkış tarihini sormasıyla açığa çıktı. Takvime baktığımda, dergilerin ve yeni kitapların çıkış tarihlerinin alışılmışın dışında olduğunu fark ettim. Normalden daha fazla yeni yayın vardı ve bunlar ayın sonuna doğru yoğunlaşmıştı. Üstelik, Nisan ayının sonundan Mayıs ayının başına kadar hiç teslimat olmayacaktı.

“Ah, bu Altın Hafta yüzünden,“ diye kendi kendime mırıldandım. Kasada benimle birlikte duran, deneyimli tam zamanlı çalışan ise başını sallayarak onayladı.

“Yıl sonu ya da Obon’a kıyasla o kadar da kötü değil,“ diye açıkladı.

(Obon, Japonya’da atalara saygı göstermek için Ağustos ortasında düzenlenen bir festivaldir. Aileler bu dönemde yemek sunar ve geleneksel danslara katılır.)

“Yani, hafta sonuna kadar raflarda yer açmamız gerekiyor, değil mi?“

“Aynen öyle. Ayase-san, galiba bu işe gerçekten alıştın. Aferin!“

“Teşekkürler.“

Bugün neden bu kadar çok övgü aldığımı merak ediyorum. Acaba özel bir sebebi mi var ?

“Öyleyse iadeleri dikkatli bir şekilde halletmeliyiz. Eğer Yomiuri-san burada olsaydı, bunları hemen hallederdi. Bu işte tam bir profesyonel.“

Kütüphanelerin kitapları koruma amacı taşımasına karşın, yeni çıkan kitapları stoklayan kitapçılar için raflarda uzun süre kalan kitaplar, değerli raf alanını işgal eden kötü envanter olarak görülüyordu ama tabii ki her kitap raflara konar konmaz satılmıyordu.

Asamura-kun’un dediği gibi, uzun arayışlardan sonra nihayet istedikleri kitabı bulan ve sonunda dükkânın sadık müşterisi hâline gelen insanlar vardı. Yine de, onun söylediğine göre böyle müşteriler pek fazla değildi. Bu yüzden çalışanların hangi kitapların iade edilmesi, hangilerinin raflarda tutulması gerektiğini belirleme becerisi oldukça önemliydi.

Kasayı Asamura-kun devraldı ve ben raflara yöneldim. Önce stok seviyelerini kontrol ettim, rafta boşluk olup olmadığına baktım ve eksik olanları tamamladım. Yanlış yere konmuş kitapları düzenledim ve bir müşteri aradığı kitabı bulmakta zorlanıyorsa ona yardımcı olup olamayacağımı sordum.

Ama hâlâ müşterilere yaklaşmaya pek alışamadım. Belki de bunun sebebi, benim de mağazalarda durduk yere bir çalışan tarafından rahatsız edilmekten hoşlanmamamdır. Yine de iş gereği olunca, bir şekilde konuşmaya başlıyor ve hareket ediyorum.

Benim asıl zayıf noktam… amaçsız sohbetler.

Ama son zamanlarda, hem sınıfta hem de işte insanlarla iyi ilişkiler kurabilmek için bu tür konuşmalarda iyi olmanın önemli olduğunu düşünmeye başladım.

Parlak ve cilalanmış zemine tekme atarak rafların arasında dolaştım. Farkında olmadan gözlerim iş hayatı üzerine yazılmış kitaplara kaydı—muhtemelen son zamanlarda kafamı meşgul eden bir konu olduğu için. “Patronunuzla Etkili Konuşma Yöntemleri“, “Yeni Nesil Çalışanlarla İletişim Kurma Teknikleri“ gibi başlıklara sahip birçok kitap vardı. Görünüşe göre iş yerindeki iletişim sorunlarıyla mücadele eden pek çok insan vardı.

Örneğin ben… Yeni işe başlayan iki üniversiteli yarı zamanlı çalışanla pek konuşmuş değilim. Onları rahatsız ettiğimi mi düşünüyorlar acaba?

Bu kitapçı benim ilk iş yerim olsa da, küçümsenmekten veya hafife alınmaktan hoşlanmayan bir insan olduğumu biliyorum. Eğer güç gösterisi yapmaya çalışan bir patronum olsaydı, onunla başa çıkabilir miydim? Büyük ihtimalle hayır. Hatta bir noktada patlayıp işi bir anda bırakma ihtimalim bile var. Burada kalmamı sağlayan şeylerden biri, burada bana destek olabilecek yakın biri olan Asamura-kun’un da çalışıyor olması ama eğer kimseyi tanımadığım bir işte olsaydım…

Gerçek şu ki, kaba insanlarla iletişim kurmayı istemezdim ama biri omuz silkerek “İş hayatı böyledir işte,“ deseydi, buna nasıl karşılık vereceğimi bilemezdim.

“İş dediğin şey bu, ha.“

Vardiyamın bitiminde, tekrar normal kıyafetlerime geçtim ve Asamura-kun’la birlikte ofise doğru yöneldik. Herkese veda etmek için uğramıştık ama orada, bugün çalışması gerekmeyen Yomiuri-san’ı otururken bulduk.

Bir süre konu iş aramaya geldi ve bana, kendi geleceğimi de er ya da geç düşünmeye başlamam gerektiğini söyledi.

Asamura-kun’la eve yürürken, farkında olmadan nasıl bir işte çalışmak istediğimi düşünmeye başladım. Şu an için aklımda belirli bir meslek yok. Kitapçıda çalışmak, insanlarla uyum içinde nasıl çalışılacağını öğretiyor ama bana kalırsa bağımsızlığı önemseyen bir iş benim karakterime daha uygun olurdu gibi hissediyorum.

Eğer Yomiuri-san gibi olursam ve iş aramaya üniversitenin üçüncü yılında başlarsam, bu demek oluyor ki önümüzdeki üç yıl içinde bir karar vermem gerekecek. Bunu, sadece üç yılım kaldı diye mi düşünmeliyim, yoksa karar vermek için hâlâ üç yılım var diye mi? Şimdilik ikinci seçeneği tercih ettim. Zaten şu an bu konuya dair düşüncelerim sadece birer varsayımdan ibaretti, içinde gerçek duygular barındırmıyordu. Gerçekte, üç yıl sonra nasıl biri olacağımı bile hayal edemiyordum. Sonuçta, geçen yıla kadar bireyselliğe göre hareket ediyordum.

Bağımsız ve kendine yetebilen biri olma alışkanlığı veya ilkesi—bireyselliğin sözlük tanımı böyle ama benim için, kendi düşüncelerime ve bağımsızlığıma değer vermek anlamına geliyordu. Kendi değerlerimi ve standartlarımı koruyorum. Onları ben belirledim. Tabii ki, fazla bencil olmak da iyi bir şey değil ama başkalarının beni etkilemesine izin vermek istemiyorum—bunu her zaman böyle düşündüm.

Ve yine de… Bugün boyunca Asamura-kun’un varlığını fazlasıyla hissetmeme rağmen, onunla konuşamamak beni gerçekten yalnız hissettirdi. Sınıfta ve işte sadece bakıştık. Sesini duymak istiyorum. Onun sıcaklığını hissetmek istiyorum. Yoksa, sanki altımdaki zemin çökecekmiş gibi hissediyorum…

…Bu, gerçekten bir bireycinin duyguları mı?

Bina ışıklarını gördüğümde, içimi bir rahatlama duygusu kapladı. Sanırım bu, eve dönecek bir yeri olduğunu fark eden bir gezginin hissettiği duyguya benziyordu.

Öte yandan, üniversiteye başladığımda annemin evinden taşınıp tek başıma yaşamayı planlıyordum.

“İş aramak, ha…“ Giriş kapısı görüş alanıma girerken kendi kendime mırıldandım ve kelimelerim bahar sonunun esintisiyle kaybolup gitti.

Dairemizin kapısını açtım. Annem ve üvey babam evde olmadığı için içerisi sessizdi. Nisan ayından bu yana, dördümüzün bir arada yemek yediği zamanlar hafta sonları dışında neredeyse hiç olmamıştı.

Üvey babam gerçekten bu kadar meşgul mü? Umarım fazla çalışmaktan hasta olmaz…

Asamura-kun’la birlikte akşam yemeğini hazırladık ve masanın karşılıklı iki yanında oturarak yemeğimizi yemeye başladık.

Sabahlar oldukça telaşlı geçtiğinden, bu vakitler Asamura-kun’la rahatça sohbet edebildiğimiz tek zaman oluyordu.

Gün içinde konuşamadığımız şeyleri telafi etmeye çalışıyorduk ama bazen nedense kelimeleri bulmak zor oluyordu.

“Miso çorbası bugün nasıl olmuş?“

“Nasıl“ sorusuna cevap vermek biraz zor olsa da, Asamura-kun dürüstçe düşüncelerini paylaştı.

“Mmm. Nameko ile miso iyi gidiyor. Çok lezzetli olmuş.“

(Nameko: Kahverengi, kaygan yapılı bir mantar türü.)

“Bunu duyduğuma sevindim.“

“Misoyu sen mi aldın?“

Başımı salladım.

Genellikle Kanto bölgesinde en kolay bulunan kome misoyu kullanıyorum, ancak bu yemeğe özel olarak miso türünü değiştirmeye karar verdik. Çünkü nameko mantarları ile birlikte akadashi miso kullanmak yaygın bir tercihti.

“Akadashi miso ekleyince farkı ne oluyor?“

“Şey, temel olarak fark mame miso ve soya fasulyesiyle ilgili. Akadashi miso, mame miso’ya kome miso ve dashi eklenerek yapılıyor.“

(Mame: Çeşitli renklerde küçük fasulyeler.)

“Anladım.“

“Ayrıca, mugi miso da arpa koji ile yapılıyor. Kome, mame ve mugi, üç ana miso çeşidi diyebilirim sanırım. Akadashi miso’nun ana vatanı Tokai bölgesi ama günümüzde Kanto’da da kolayca bulunabiliyor.“

(Mugi: Açık kahverengi arpa taneleri, Koji: Sarımsı beyaz fermente pirinç.)

Marketlerde kolayca bulunabiliyor, hatta en kötü ihtimalle internetten bile sipariş edilebilir. Online alışverişte Japonya’nın dört bir yanından farklı miso çeşitleri mevcut—gerçi benim gidip alacağım yok. Ama bu işe gerçekten kendimi kaptırırsam, farkında olmadan ülke çapında bir miso çorbası festivali organize edecek noktaya gelebilirim. Asamura-kun da kesinlikle bundan memnun olurdu diye düşünüyorum.

Bu arada, bugünkü çorbanın diğer malzemeleri sadece tofu ve nameko mantarlarıydı.

Tofuyu küçük küpler hâlinde doğradım. Eğer mitsuba elimde olsaydı, ince ince kıyıp eklemeyi isterdim ama ne yazık ki bugün yoktu.

(Mitsuba: Canlı yeşil yaprakları olan bir ot.)

“Nameko mantarının dokusu güzel ve yutması da kolay, değil mi?“

“Evet. Isırınca hoş bir çıt sesi geliyor ve kolayca kayıp gidiyor.“

Tabii dikkatli olmazsan, çiğnemeden yutma ihtimalin de var.

“Pirinçle de güzel gidiyor.“

“Bu arada, geçenlerde internette nameko mantarlı karışık pilav tarifi buldum…“

Bir süre karışık pilav malzemeleri hakkında heyecanla sohbet ettik. Böyle konuşmalar hoşuma gidiyor ama içimde daha fazlasını isteme hissi var…

“Yemek için teşekkürler. Çok lezzetliydi.“

Başımı kaldırdığımda, Asamura-kun’un ellerini birleştirerek eğildiğini gördüm. Apar topar “Afiyet olsun.“ diye karşılık verdim. Sonuçta akşam yemeğini birlikte hazırlamıştık, ben de yemeğimi bitirdiğimde aynı şekilde teşekkür edecektim.

Ama sorun bu değil… Sanki önemli bir şeyi kaçırmış gibi hissediyorum.

Yemeğimizi bitirdikten sonra birlikte temizliği hallettik. Bir süre odalarımıza çekilip ders çalıştıktan sonra sırasıyla banyoya girdik. Sıcak suyun içinde gevşemiş bir şekilde uzanırken, akşam yemeğinde yaptığımız konuşmaları ve son birkaç gündür kafamı kurcalayan diğer konuları düşündüm.

Asamura-kun’la gerçekten konuşmak istiyorum. Bu his, içimde gitgide güçleniyor ama iş çıkışı eve dönerken her zamanki gibi yan yana yürüdüğümüz anları düşündüğümde, pek fazla bir şey konuşmadığımızı fark ettim.

Ana yolda yürürken etrafımızdaki insanların farkındaydım ama apartmana dönen ara sokağa girdiğimizde daha fazla konuşacağımızı sanıyordum—oysa sohbetimiz giderek sönükleşmişti.

Belki de Yomiuri-san’ın söylediklerinden sonra iş arama konusuna fazla kafayı taktım. Hayır, mesele bu değil. Eğer öyle olsaydı, bunu konu açmak için bir fırsat olarak değerlendirmez miydim?

Üstelik, akşam yemeğinde konuşacak bolca vaktimiz vardı. Annem bar işindeydi ve üvey babam da son zamanlarda hep geç geliyordu. Bu yüzden, başka konular konuşmak için de fazlasıyla zamanımız olmuştu.

“Onunla biraz daha konuşmak istiyorum…“

Banyoda sıcak suyun içinde kaybolmuşken kendi kendime mırıldandım, sonra bu düşünceyi suya vurduğum bir hareketle dağıttım. Bazen sohbet yeteneğimin yetersizliği beni gerçekten sinirlendiriyordu. Sanki konuşma dosyam sadece önemsiz bilgilerle doluydu.

Banyodan çıkıp üzerimi değiştirdikten sonra, sıcak kalmak için bornozumu giydim ve mutfağa yöneldim.

Biraz su kaynattım, sütü ısıttım ve iki kişilik sütlü çay yaptım.

İki kupayı tek elimde biraz beceriksizce tutarak, boşta kalan elimle Asamura-kun’un kapısını tıklattım.

“İçeri girebileceğimi söylediğinde, kapıyı yavaşça açtım. Buharları yükselen kupaları iki elimle tutarak, Asamura-kun’un çalışma sandalyesinde oturduğu yere doğru yürüdüm ve dikkatlice masasının üzerine bıraktım.

“Hey… Bugün Yoshida-kun’la konuşuyordun, değil mi?“

Bunu dile getirdikten sonra fark ettim ki aslında tam da böyle bir konuşma yapmak istiyordum. Asamura-kun’un günlük hayatı hakkında daha fazla şey öğrenmek istiyorum. Bana gününün nasıl geçtiğini anlatmasını, benim de ona günümden bahsetmemi istiyorum. Onu gerçekten tanımak ve onun da beni tanımasını istiyorum.

Kendimi hiçbir zaman çok konuşkan biri olarak görmemiştim. Hatta tam tersine, kendim hakkında fazla konuşmayan ve başkalarının hayatına pek fazla ilgi göstermeyen biri olduğumu düşünüyordum.

Eğer böyle şeyleri seviyor olsaydım, belki romanlardaki karakterlerin duygularını biraz daha iyi anlayabilirdim.

Ama bir kez konu açıldığında, Asamura-kun’la konuşmayı bırakmak zor oluyordu. Sanki onun yanındayken doğal olarak daha konuşkan hâle geliyordum. Asıl mesele, o noktaya ulaşmanın hiç de kolay olmamasıydı.

Geçen yıldan çok farklı… Asamura-kun yanımdayken çok konuşkan oluyorum. Ben artık böyle biri mi oldum?

Bu tür gündelik sohbetleri sevip sevmediğini bile bilmiyorum. Sonuçta, bu sadece sıradan bir konuşma, değil mi? En samimi olduğum çocuğa karşı çok mu muhtaç davranıyorum?

Ama bir şeyi düşünmekle onu gerçekten yapmak bambaşka şeylerdi—ve ben kendime engel olamıyordum.

“Sınıfta seninle daha çok konuşmak istiyorum. Sana daha yakın olmak istiyorum.“
Kelimelerin ağzımdan dökülmesine engel olamadım.

Oysa, insanların ilişkimize burnunu sokmasını istemediğim için okulda fazla konuşmamaya karar veren kişi bendim. Ne kadar bencilim.

Asamura-kun bana normal davranmamı ve kendimi bir şeyleri saklamaya zorlamamamı söylemişti, ancak “normal“ bir durumun ne olduğunu bile kavrayamıyorum. Her zamanki benliğim -başkalarının benim hakkımda ne düşündüğü konusunda endişelenen biri - ortaya çıkıyor ve toplum içinde kendimi geri çekiyorum. Ama yalnız kaldığımızda, gerçekten yapışkan oluyorum.

Hatta sonunda bir öpücük için yalvardım ve sonrasında o kadar utandım ki utancımdan ölecektim.

İşte, yapışkan olmak derken kastettiğim şey buydu.

Apar topar kendi odama kaçtım, futonumun içine sığınıp saklandım.

Parmağımla dudaklarımda gezindiğimde, öpücüğün tadı zihnimde canlandı ve yüzüm alev aldı. Beni kollarına aldığında hissettiğim sıcaklığı hatırladıkça, futonun içinde kıvranıp durdum.

Ne kadar çok konuşursak, onun sıcaklığını ve kucaklamasını o kadar çok arzuluyorum ve ne kadar çok öpüşürsek, o kadar çok istiyorum. Yine de yeterli değilmiş gibi hissediyorum.

Aynı anda, kafamın bir köşesinde bir alarm çalmaya başladı. Sanki bugüne kadar koruduğum Ayase Saki bir an önce parçalanacakmış gibi hissediyorum.

Futonun içine daha da gömüldüm. Karanlık odada, görünmez duvarın ötesini görebilmek için gözlerimi zorladım ama ne kadar çabalarsam çabalayayım, Ayase Saki ve Asamura Yuuta arasındaki doğru mesafenin ne olduğunu bir türlü bulamıyordum.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


85   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   87