Artık kiraz çiçeği yaprakları kaldırımları süslemiyor, şehrin her köşesi canlı yeşil tonlarına bürünüyordu. Her yıl gördüğüm manzaraydı bu—hayat veren ağaçlar tarafından terk edilen pembe yapraklar ve ilkbaharın kendini hissettirmesiyle değişen doğa. Her zaman aynıydı.
Ama biz lise öğrencileri için her şey aynı kalmıyordu. Bir üst sınıfa geçmek bizim için büyük bir değişiklikti. Sınıfımıza ulaşmak için çıktığımız merdivenlerin sayısı bir artmıştı. Yeni perspektifimizden dışarı baktığımızda, sıralanmış ağaçları daha net görebiliyor, okul bahçesinin daha geniş bir kısmına hakim olabiliyorduk. Bu küçük farklılıklar bile bizi, geçen yıla kıyasla yetişkinliğe bir adım daha yaklaşmış gibi hissettiriyordu.
Sınıfın içindeki manzara da farklıydı. Önceki yıldan tanıdığımız yüzlerin altıda biri gitmiş, yerlerine yeni yüzler gelmişti. Doğal olarak, bu durum sınıfın atmosferini de değiştirmişti ve buna alışmak biraz zaman alacaktı.
Çantama uzanıp ders kitabımı çıkardım ve ilk derse hazırlanmak için eşyalarımı düzenlemeye başladım. Aynı zamanda defterimi ve mekanik kalemimi de aldım, not almak için hazırdım.
Şimdi aynı sınıfta olduğumuz için, Ayase-san’ın sırası benimkinden iki sıra önde ve bir sağdaydı. Yakındaki kız grubunun arasında, parlak renkli saçlarını ancak seçebiliyordum. Ona verdiğim sözü tuttum ve okulda pek konuşmadım. Gerçi kızlarla doğal bir şekilde sohbet etme fırsatım da pek olmuyor, o ayrı mesele.
Kızlar, rehberlik dersi bittikten ve sonraki derse başlamadan önce kalan on dakikada bile enerjik bir şekilde sohbet ediyordu. Bu kadar konuşacak şeyi nereden bulduklarını gerçekten anlamıyorum.
Ayase-san ise grupla oldukça iyi kaynaşmış görünüyordu. Sohbetlere doğal bir şekilde katılıyor, dışlanmış gibi durmuyordu. Görünüşe göre, sınıfların yeniden düzenlenmesiyle gelen değişiklikleri kolayca kabullenmişti.
Bense tam tersiydim. Düşündüğümde, dün beden eğitimi dersinde Maru bana, “Yo, Asamura, senin için endişeleniyorum. Öğle yemeğini tek başına mı yiyorsun?” demişti. Ona bunun benim için çok da önemli olmadığını ve endişelenmesine gerek olmadığını söyledim—
Ama sonradan fark ettim ki bugün zaten 19 Nisandı. Neredeyse ayın sonuna geliyorduk. Eğer yeni sınıf arkadaşlarımla biraz daha yakınlaşmazsam, Altın Hafta’ya kadar—ki sadece on gün kalmıştı—çok fazla fırsatım kalmayacaktı.
“Altın Hafta iyice yaklaştı, değil mi? Yeni yeni birbirimizi tanımaya başlamışken bir süre görüşemeyecek olmamız biraz kötü oldu,“ diye bir kızın söylendiğini duydum.
Tam da benim düşündüğüm şeydi, bu yüzden farkında olmadan konuşmalarına kulak kabarttım. Konuşan kız hayal kırıklığına uğramış gibi görünüyordu, omuzları düşmüştü. Etrafındaki diğer kızlar onu sırtını sıvazlayarak ve başını okşayarak teselli ediyordu.
“Aaah, çok tatlısın, Ryou-chan! Ben de yalnız hissedeceğim!“
Bunu duyan diğer kızlar da aynı fikirde olduklarını dile getirdi ve içlerinden biri birlikte karaoke yapmayı önerdi.
“Hey, Ayase-san, Altın Hafta için bir planın var mı?“
Ryou-chan’ın ağzından Ayase-san’ın adının çıktığını duyunca kalbim aniden hızlandı.
Kız grubunun arasında kaybolmuş halde Ayase-san, “Muhtemelen deneme sınavlarına çalışacağım,“ dedi.
“Oldukça ciddisin, huh?“
“Öyle mi?“
“Kesinlikle. Kaba bir şey söylemek istemem ama seninle konuşurken gerçekten çok ciddi biri olduğun izlenimine kapılıyorum. Hepimiz üniversite sınavına hazırlanıyoruz, evet ama sonuçta bu yıl sadece bir tane Altın Hafta var, değil mi?“
“Hangi yıl olursa olsun, her zaman sadece bir Altın Hafta olur.“
“Ama Ayase-san, bütün vaktini ders çalışarak geçirmek sıkıcı olmaz mı? Başka şeyler yapmak istemez misin?“
“Başka şeyler…? Mesela ne gibi?“
“Mesela… erkek arkadaşınla bir şeyler yapmak gibi öhö öhö,“ Ryou-chan aniden boğazını temizleyerek sustu. Kendi söylediği şeye utanmasını garip buldum, onu pek anlayamıyordum.
—Ah, ben kesinlikle kulak misafiri oluyorum, değil mi?
“Hey, çocuklar! Kulak misafiri olmak yok!“ diye sınıf başkanımız yüksek sesle bağırdı.
Tüm erkekler aynı anda başlarını başka yöne çevirdi. Ben de onlardan biri olarak, o anın şokunu derinlerde hissettim ama kendini beğenmiş bir çocuk buna boyun eğmedi ve, “Hey, ben kulak misafiri olmuyorum! Sadece duyuyorum, o kadar!“ diye bağırdı.
…Gerçekten ilkokulda mı sanıyor kendini?
“Sen hala ilkokulda mısın?!“
Sınıfta kahkahalar yankılandı. Sınıf başkanı, hepimizin aklından geçen şeyi açıkça söylemişti—kulak misafiri olmuyormuş gibi davranan erkekler bile konuya dahil olmuştu. Etrafıma bakınca herkesin hem eğlenen hem de ciddi ifadelerle gülümsediğini fark ettim. Heh, sanırım iyi bir sınıfa düştüm, içimde sıcak bir his yayıldı.
“Yani, ’bir şeyler yapmak’ derken neyi kastediyorsun? Tam olarak ne yapmamız gerekiyor?“
“Oh? Ayase-san, erkek arkadaşın mı var?“
“...Onu kastetmedim. Yani, genel olarak erkeklerle bir şeyler yapmak anlamında söyledim.“
“Yani ilgini çekiyor.“
Sınıf başkanı, hedefi on ikiden vurmuş gibi sırıttı.
“Yoo, pek sayılmaz…“
“Peki, mesela randevuya çıkabilirsin?“
“Randevu…?“
“Hani, birlikte yemek yemek, film izlemek, evde takılmak ya da onunla yemek yapmak gibi şeyler.“
“Anlıyorum. Hm, hepsi bu mu?“
“Şey evet… ama yoksa sen bundan daha fazlasını mı yapmak istiyorsun, Ayase-san?“
—Sınıftan hemen fısıltılar yükselmeye başladı.
Ayase-san’ın dudakları, “Hayır, öyle değil,“ demek için kıpırdadı—ama tam o anda birinci dersin zili çaldı ve sınıf kapısı sert bir şekilde açıldı. Modern Japon Edebiyatı öğretmenimiz içeri girdi. Sınıftaki gürültü ve sohbetler yavaş yavaş azaldı.
Ayase-san’ın sırtına bakarken az önceki konuşmayı düşündüm. Birlikte yemek yemek, film izlemek ve evde yemek yapmak, öyle mi? Bunların hepsini zaten yapmıştık. Ayase-san’ın tepkisi, “Sadece bu kadar mı?“ şeklindeydi ama bu, gerçekten daha fazlasını yapmak istediği anlamına gelmiyordu, değil mi? Her neyse, birinci dersin başında böyle şeyleri düşünmemem gerekiyordu.
Göz ucuyla Ayase-san’a baktım. Göz göze geldik. Az buçuk tedirgin görünüyordu ve hemen gözlerini kaçırarak tahtaya döndü.
Son zamanlarda, sınıfta Ayase-san’la daha sık göz göze geliyorduk. Bunun tamamen tesadüf olup olmadığını ya da farkında olmadan gözlerimin onu takip edip etmediğini bilmiyordum. Belki de onu fazla izlediğim için, o da bana baktığında gözlerimiz kesişiyor ve böylece farkında olmadan birbirimize bakıyor oluyorduk…
“...mura-kun.“
Ve işte, böyle şeylere daldığımda bazen dikkatim dağılıyordu.
“Asamura-kun… Asa-mu-ra-kun!“
“E-Evet!“
Öğretmenin beni çağırdığını bile fark etmemiştim. Bu, derse ne kadar az dikkat ettiğimin bariz bir göstergesiydi.
“Kaldığımız yerden okumaya devam et.“
Ders kitabımı elime alıp aceleyle ayağa kalktım ve söyleneni yaparak sınıfa okumaya başladım.
“...Şimdilik yeter,“ dedi öğretmen, ben de derin bir nefes alarak rahatlamış bir şekilde yerime oturdum.
Şiir kısa olsa da, Meiji dönemi edebiyatı biz modern öğrenciler için hâlâ zorlayıcıydı. Az önce sınıfa okuduğum dizeleri gözlerimle takip ettim.
『Gerçekten de, şimdi Doğu’ya dönen ben, bir zamanlar Batı’ya doğru yola çıkan kişiyle aynı değilim.』
[Japon kültüründe ünlü bir deyiştir ve genellikle yolculukların dönüştürücü gücünü ve zamanın geçişini ifade etmek için kullanılır. Yazarı bilinmemektedir.]
Geçmişteki hâlinle aynı olmamak, ha?
“Sıradaki, Ayase-san.“
“Evet.“
Düzgün ve akıcı bir ses kulaklarıma çalındı, başımı kaldırıp baktım. Sağ çaprazımda, sırasının yanında ayakta duran Ayase-san, ders kitabından okumaya başladı. Onun yatıştırıcı sesi, eski dille yazılmış bu metni sakince ve duru bir şekilde sınıfa aktarıyordu. Japon edebiyatını okumakta gerçekten iyi, değil mi?
Anne babalarımızın evlenmesiyle birlikte aynı çatı altında yaşamaya başlamamızın üzerinden neredeyse bir yıl geçti ama Üvey Kız Kardeşim’in hâlâ yeni ve şaşırtıcı yönlerini keşfetmeye devam ediyordum. Her seferinde onun bir başka özelliğinden etkilenmeden edemiyordum.
“Yeterli. Güzel okudun.“
“Çok teşekkür ederim.“
Modern Japon Edebiyatı öğretmenimiz, zor bir deyimi bilmek gibi küçük şeyler için bile öğrencilerini övmeye alışkındı.
Ayase-san’ın yanında oturan Sınıf Başkanı, onun omzuna dokundu.
“Gerçekten güzel bir sesin var, Ayase-san.“
Ayase-san, Sınıf Başkanı’nın gülümsemesine küçük bir tebessümle karşılık verdi. Geçen yılki Ayase-san da böyle gülümser miydi acaba? Muhtemelen sadece ifadesini hiç değiştirmeden, soğuk bir ses tonuyla “Teşekkür ederim,“ der geçerdi.
Tam olarak ne zaman olduğunu kestiremiyordum ama bir noktada Ayase-san değişmişti. Kendi özünü korumuştu—başkalarını memnun etmek için gereğinden fazla çabalamıyordu—ama artık sadece Narasaka-san’ı en yakın arkadaşı olarak gördüğü zamanlardaki gibi değildi.
Şimdi, sınıftaki diğer kızlarla rahatça sohbet ediyordu. Sadece Narasaka-san ya da geçen yaz havuza gittiği kişilerle değil, yeni okul yılı başladığında tanıştığı sınıf arkadaşlarıyla da konuşuyordu. Sınıf Başkanı da onlardan biriydi. Gerçek adı yerine çoğunlukla “Sınıf Başkanı“ olarak çağrılıyordu, muhtemelen baskın liderlik özelliklerinden dolayı. Ayase-san şimdi onunla da sanki çok doğal bir şeymiş gibi konuşuyordu.
Yeni okul yılı başlayalı henüz iki hafta bile olmamıştı ama Ayase-san çoktan yeni sınıf arkadaşlarıyla yakınlaşmıştı. Ne kadar değiştiğine gerçekten hayret ediyordum.
Peki ya ben? Ben de değişmiş miydim?
Yılbaşında büyükbabamların evine gittiğimiz zamanı hatırladım. Büyükbabam, Ayase-san hakkında kötü konuşmuştu ve ben onu savunmuştum—“Saki nazik, samimi ve gerçekten çok çalışkan biri.” demiştim.
Evet, o her zaman elinden gelenin en iyisini yapıyordu.
Ben de kendi zayıf noktalarımı aşmak istiyordum… Az önce Ayase-san’ın diğer kızlarla sohbet ettiğini düşündüm. Belki ben de onun gibi insanlara karşı daha pozitif ve sosyal olmaya çalışmalıydım. Sonuçta, Maru bir keresinde benim başkalarına yeterince ilgi göstermediğimi söylemişti.
Elimi çeneme dayayıp düşüncelere daldım. Gözlerim tahtaya bakıyordu ama aklım başka yerdeydi. Adım tekrar çağrıldığında, dersi hiç dinlemediğimi fark ettim. Bu sefer ne cevap vereceğimi bile bilmiyordum. Yalan söylemenin bir anlamı yoktu, bu yüzden dürüst olmaya karar verdim.
“Bilmiyorum.“
“Hayır, henüz bir şey sormadım.“
“Ah.“
Tüm sınıf kahkahalara boğuldu.
Sanırım biraz fazla dalıp gitmiştim.
Öğretmenin sorusuna daha fazla dikkat çekmeden doğru bir cevap verdim ve kısa süre sonra teneffüs zili çaldı.
Yoshida, masama yanaşıp dalga geçmek için fırsatı kaçırmadı.
“Naber, Asamura? Seni hep ciddi biri sanırdım ama meğer derste uyuyakalanlardanmışsın, ha?“
“Uyanıktım aslında.“
“Gece geç saatlere kadar mı oturdun? Yoksa… yetişkin içerikler mi izliyordun?“
“Hayır, alakası yok. Sadece biraz dalmıştım.“
“Anladım ama bu senin için pek normal bir şey değil, değil mi?“
“Sanırım öyle.“
“Hmm. O zaman seni yanlış tanımışım. Aslında, okul gezisine kadar pek konuşmamıştık, değil mi?“
“Öyle sanırım.“
Yoshida’yla ikinci yıl boyunca aynı sınıftaydık ama Maru dışında pek kimseyle konuşmazdım. Bu yüzden sınıflar değişmiş olsa da onunla olan ilişkim eskisinden farklı değildi.
Okul gezisinde Maru, Yoshida ve ben aynı odayı paylaştığımızda Yoshida’yı biraz daha iyi tanımıştım. Oldukça arkadaş canlısı biriydi ve sınıflar değiştikten sonra benimle konuşan ilk kişi olmuştu: “Görünüşe göre yine aynı sınıftayız. İyi geçinelim dostum.” O zamandan beri ara sıra benimle sohbet ediyordu.
Maru’yla birçok ortak noktam vardı ama Yoshida’yla durum farklıydı. Doğal olarak, konuşacak pek fazla şeyimiz de yoktu ama iyi bir çocuktu ve benim belirsiz cevaplarımla yetiniyordu. Sohbet başlatmak konusunda pek girişken olmadığım için farkına bile varmadan iki hafta geçmişti ama eğer bir sohbet başlatmak istiyorsam, ne hakkında konuşmalıydım?
“Hey, Yoshida.“
“Hmm?“
Lanet olsun, şimdi ne diyeceğim? Maru’yla olsaydı, hemen aklıma bir konu gelirdi ama sırf sohbet etmek için başlattığım bu konuşmada ne söylemem gerektiğini bilemiyordum.
“Ee, ya sen?“
Biliyorum, bu pek de iyi bir giriş cümlesi değildi.
Eğer o bana “Ee, ya sen?” diye sorsaydı, ben de ne diyeceğimi bilemezdim.
Bu çabamın ne kadar zavallıca olduğunu fark etmiştim ama Yoshida, iyi bir çocuk olduğu için bu beceriksiz denememi hoş gördü.
“Ben mi? Genelde geceleri müzik dinlerim ya da video izlerim.“
Ah, sanırım Yoshida benim belirsiz ve anlamsız sorumu “Gece geç saatlere kadar oturduğunda ne yaparsın?” olarak yorumlamıştı.
Birkaç favori şarkısını saydı ama hiçbiri bana tanıdık gelmedi. Telefonumdan bakmaya çalıştım.
“Bakalım… Ah, bu bir anime açılış müziğiymiş.“
“Öyle mi?“
“Burada öyle yazıyor,“ dedim, arama sonuçlarını ona göstererek.
“Vay be, bunu bilmiyordum,“ diye yanıtladı. Görünüşe göre bu şarkıyı anime veya mangaya ilgisi olduğu için değil, sadece popüler olduğu için biliyordu. Yoshida, pek anime izlemediğini veya manga okumadığını da ekledi.
Ben daha çok kitap ve manga okuyan biriydim, ama Maru’nun etkisiyle bazı gece geç saatlerde yayınlanan animeleri de izlemeye başlamıştım. Yine de son trendleri pek takip etmiyor olmalıyım ki, bu şarkıyı bilmiyordum. Hızlıca arama yaptım ve animenin resmi sitesinde bu şarkının tanıtım amaçlı paylaşıldığını gördüm. Daha sonra göz atmak üzere aklımın bir köşesine not ettim.
“Gerçekten iyi bir insansın, Asamura.“
Şaşkınlıkla telefon ekranından başımı kaldırdım.
“Huh? Neden?“
“Yani, eğer şarkıyı bilmiyorsan, konuyu geçiştirebilirdin ama sırf aynı şeyi konuşabilmek için araştırma zahmetine girdin. Gerçekten farklı birisin, dostum.“
Hmm, gerçekten öyle miyim? Emin değilim açıkçası.
Kendi sevdiğim türler konusunda biraz taraflı olduğumu biliyorum—sadece kitaplarda değil, müzikte ve filmlerde de ama bu taraflılık dar görüşlülüğe, kibire ve hatta narsizme yol açabilir.
İçine kapanık biri olmanın ne kadar korkutucu olabileceğini kitaplardan öğrendim. Bu yüzden okurken sadece kurgu eserlerle sınırlı kalmamaya çalışıyorum. Japon felsefesi, iş dünyası, otobiyografiler, popüler bilim ve tarih gibi farklı alanlarda kitaplar okuyorum. Taraflılık, insanın bireyselliğinin bir parçasıdır ve tamamen yok edilmesi imkânsızdır ama ona saplanıp kalmamaya özen gösteriyorum.
Müzik konusunda da, sırf bilmediğim için bir şarkıyı dinlememek istemem ve madem dinleyeceğim, neden keyfini çıkarmayayım?
Bunu Yoshida’ya açıkladım.
“Anladım. Gerçi pek anlamadım ama tamam.“
“Yani, başkalarının sevdiği şeyler hakkında konuşmasını dinlemeyi seviyorum. Son zamanlarda ilgini çeken başka bir şey var mı?“
“Hımm. Madem öyle, o zaman tavsiyelerim şunlar—“
Yoshida, ilgilendiği YouTuber’lardan, popüler şarkılardan, dizilerden ve benzeri şeylerden bahsetti. Bunların çoğu benim için yeni ve alışık olmadığım türlerdi. Maru genellikle sadece VTuber’ların oyun yayınlarını izlememi önerirdi.
Konuşmaya ayak uydurabilmek için bilmediğim terimleri telefondan araştırarak takip etmeye çalıştım ama bunun gerçekten düzgün bir sohbet olup olmadığından emin değildim.
…Kısa sohbet dediğin şey böyle bir şey mi oluyor?
Her neyse, bir şekilde teneffüsü idare ederek geçirdim. Diğerlerinin bunu ne kadar doğal bir şekilde yapabildiğini görmek gerçekten etkileyiciydi. Dersin başlama zili sınıfın hoparlöründen yankılanırken, Yoshida yerine döndü.
Ders kitabımı açtıktan sonra başımı kaldırdım ve görüş alanımdan parlak renkli saçların geçtiğini fark ettim. Bir anlığına gözlerim Ayase-san’ın gözleriyle buluştu. O hızla arkasını dönüp tahtaya baksa da, az önce bana baktığını kesinlikle hissetmiştim.
…Yoksa sürekli bilinçli olarak onu aradığım için mi böyle şeyleri fark ediyorum?
Okuldan sonra eve uğrayıp biraz dinlendikten sonra çalıştığım kitapçıya doğru yola çıktım.
Ofise girer girmez müdür bana seslendi.
“Asamura, bir saniye gelir misin?“
“Tabii.“
“Şöyle bir durum var, Yomiuri-kun bana mesaj atıp bu hafta iş görüşmeleri için tüm vardiyalarına gelemeyeceğini söyledi.“
Bugün dükkânda sadece dört kişi çalışıyordu—ben, Ayase-san ve bu baharda işe başlayan iki üniversite öğrencisi. Farkında olmadan, en kıdemli çalışan konumuna gelmiştim.
“Asamura-kun, artık yeterince deneyimli olduğunu düşünüyorum ama yine de söyleyeyim; bu hafta iade işlemleri oldukça zorlayıcı olacak.“
“Ah, evet. Sanırım öyle olacak.“
Önümüzdeki hafta Altın Hafta başlıyor—uzun bir tatil dönemi. Bu da teslimatların duracağı anlamına geliyor. Başka bir deyişle, pazartesi günü çıkması gereken dergiler elimize ulaşmayacak. Bu, müşterilerimiz için bir sorun teşkil ediyor. İnsanlar düzenli olarak okudukları dergileri almak isterler ve eğer bir kitap her ayın 25’inde piyasaya çıkıyorsa, o gün kitapçılarda olmasını beklerler.
Müşteriler için bir sorun varsa, kitapçı için de bir sorun var demektir. Peki, böyle bir durumda ne oluyor? Yayın tarihleri tatillere denk geldiğinde, kitaplar ve dergiler erken yayınlanıyor. Mantık basit: “Geç kalmaktansa erken olmak daha iyidir.”
Bu yüzden Altın Hafta başlamadan önce, bir haftalık kitap stoğu dükkâna akın edecek. Kitapçımız oldukça büyük, dolayısıyla gelecek kitap sayısı da buna bağlı olarak fazla olacak. Üstelik Altın Hafta boyunca iade işlemleri yapılamıyor. Bu yüzden ofiste stok yapmazsak, raflarda yer açabilmek için Altın Hafta öncesinde hâlihazırda iyi satan dergi ve kitapları geri göndermek zorunda kalacağız.
Eğer Yomiuri-senpai burada olsaydı, iade işlemlerini diğer çalışanlara devrederdi ama o olmadığı için, bu işi benim üstlenmem gerekecekti.
Müdürle yaptığımız konuşmayı aklımda tutarak raflara doğru ilerledim. Kasadan geçtiğim sırada, benimle aynı vardiyada çalışan Ayase-san ile göz göze geldim. Bir baş selamı verdim ve ardından rafları düzenlemeye koyuldum.
Genellikle, ben raflarla ilgilenirken Ayase-san kasada olur; Ayase-san raflarla ilgilendiğinde ise ben kasaya geçerim. İş yerinde fazla konuşmamaya çalışıyoruz—bunu, profesyonel bir ortamı koruyabilmek adına kendi aramızda bir kural olarak belirlemiştik. Tabii ki, doğal sınırlar içinde.
Mola sırasında, tam ofise girdiğimiz anda içeri bizden başka bir erkek üniversite öğrencisi de geldi. Bu yüzden Ayase-san’la sohbet edemedik ve çaylarımızı sessizce yudumlamakla yetindik. Erkek öğrenci molasını bitirip dışarı çıkarken, diğer yeni çalışan, bir kız öğrenci içeri girdi. Kapıda kısa bir “Ben dönüyorum,“ ve “Tamam,“ gibi hızlı bir diyalog geçti. İçeri giren kız öğrenci bize başını eğdi, kısa bir an göz göze geldik, ardından cebinden küçük bir kitap çıkarıp okumaya başladı. Adeta “Benimle konuşmayın” diye bağıran bir aura yayıyordu. Ona bakarken içimden, Eskiden Ayase-san da böyleydi, değil mi? diye düşündüm.
Tam o anda, yanımda oturan Ayase-san sakin bir sesle ve sadece benim duyabileceğim bir tonda mırıldandı:
“Şu an muhtemelen, ‘Sen de eskiden böyleydin,’ diye düşünüyorsundur, değil mi?“
Az kalsın çayımı püskürtüyordum.
Cevap vermemi beklemeden Ayase-san, kağıt bardağını alıp hızla ofisten çıktı. Üniversiteli kız öğrenci, kitabından başını kaldırıp bana kısa ama şüpheli bir bakış attı.
Ne? Ben hiçbir şey yapmadım ki.
Ve böylece vardiyam sona erdi. Bugün bir kez daha Yomiuri-senpai’nin, yani iş yerindeki sosyal dengeyi sağlayan kişinin bizim için ne kadar önemli olduğunu fark ettim. Eğer bugün burada olsaydı, muhtemelen yeni çalışanlarla ve bizimle doğal bir şekilde sohbet eder, ortamı yumuşatırdı. Ayase-san’la da normal bir şekilde konuşabilirdik.
Ama iş yerinde sadece Ayase-san ve ben kaldığımızda, aramızdaki profesyonel mesafeyi nasıl koruyacağımı kestirememek beni biraz ürkütüyordu. Birbirimize aşırı yakın davranmamaya dikkat etsek de, eğer iş arkadaşlarımız bizi öyle görürse, uygunsuz bir şeyler yaptığımızı düşünebilir ve eleştiri alabilirdik. Bu yüzden dikkatli olmaya çalışıyorduk. Ancak bunun bir yan etkisi olarak, diğer iki yarı zamanlı çalışanla da doğal bir mesafe koymuş oluyorduk. Bu durum can sıkıcıydı, en basit tabirle.
Vardiyamız bittiğinde, Ayase-san ile birlikte ofise döndük ve orada hiç beklemediğimiz bir şekilde Yomiuri-senpai’yi bulduk. Oysa bugün izinli olması gerekiyordu. Üstelik üzerinde bir mülakat için takım elbise vardı.
Beyaz bir gömlekle lacivert bir takım elbise giymişti. Uzun siyah saçları her zamanki gibi omuzlarına dökülmek yerine arkadan at kuyruğu yapılmıştı. Bu haliyle, normalde olduğundan tamamen farklı görünüyordu. “Gerçekten tam bir profesyonel gibi duruyorsun,” desem, muhtemelen tepeden bakan biri gibi algılanırdı. Onu sinirlendirme riskini almamak için, düşündüğümü söylememeye karar verdim.
Ofise girdiğimizde, Yomiuri-senpai bizi neşeli bir ses tonuyla karşıladı.
“Yaa~ho! İki sevgili çaylak, çok mu özlediniz kıdemlinizi?“
Kedinin avıyla oynarken yaptığı gibi, kulaklarına kadar sırıtıyordu. Sırf inat olsun diye, onu gerçekten biraz özlediğimi kabul etmek istemedim.
“Yok, öyle özlediğim falan yok ama personel eksikliğinin acısını fazlasıyla hissettim.“
“Oh?“
“Bu arada, senin bugün izinli olman gerekmiyor muydu?“
“Tanrım, bu ne şimdi? Artık tamamen gereksiz biri mi oldum? Benim kaderim bu mu?“
“Hayır, hayır. Kesinlikle öyle bir şey değil.“
“Ne kadar korkunç! Herkesin sıkı çalışmasını desteklemek için buraya kadar geldim ama karşılığında aldığım bu mu?“
“Eğer ’Herkesin sıkı çalışmasıyla dalga geçmek için geldim’ deseydin, daha inandırıcı olurdu.“
“Ne kaba bir şey söyledin, Küçük Junior-kun. Hıçkırık, hüzün, burnunu çekme…“
Sahte ağlama numaraları konusunda gereğinden fazla yetenekliydi.
“Um…“
Lise çağındaki bir erkeğin, kendisinden yaşça büyük bir kadının ağlamasına şahit olduğu bir durumda en akıllıca hareket konuyu değiştirmekti.
“Peki, asıl sebep ne? Niye buradasın?“
“Şey, düşündüm de, Altın Hafta yaklaşıyor ve kitapçının yoğun olacağını fark ettim. O yüzden küçük bir işçi arı gibi çalışmaya karar verdim, hatta bu uğursuz gece vardiyasını bile aldım.“
Görünüşe göre iş görüşmesinden sonra Yomiuri-senpai, kitapçının yoğun olacağını bildiği için gece vardiyasına gönüllü olarak yazılmıştı. Üstelik normal vardiyalarında da çalışmaya devam edecekti. Aynı şeyi fark eden Ayase-san, hemen başını eğerek teşekkür etti.
“Çok teşekkür ederiz.“
“Ah, hayır hayır, önemli değil… Ama isterseniz beni övgüye boğabilirsiniz, sakınca yok.“
İnsan kendi yaptığı iyiliği övülmeyi bekleyerek dile getirdiğinde, onu övmek biraz zor oluyordu. Yoksa bu, onun utanmasını gizleme yöntemi miydi?
Ben de içtenlikle teşekkür ettim. Sonuçta, personel eksikliğinin gerçekten de büyük bir sorun olduğunu söylemem tamamen doğruydu.
Beklediğimizden erken işimizi bitirdik ve normal kıyafetlerimize döndükten sonra tekrar ofise uğradık. Yomiuri-senpai, elinde bir kutu kahveyle sandalyede rahat bir şekilde oturuyordu.
Ona veda etmeye hazırlanıyordum ki aklıma bir şey takıldı.
“Senpai, iş bulmak zor mu?“
“Oho, ilgini mi çekti, Küçük Junior-kun? Ama siz ikiniz üniversiteye gitmeyi planlıyorsunuz, değil mi?“
Ayase-san başını salladı, ben de başımla onayladım.
“Evet. Üniversiteye gitmeyi düşünüyorum ama sonrasında iş bulmayı da planlıyorum.“
“Siz tam birer çalışkan arısınız, ha? Ben sizin yaşınızdayken aklımda sadece giriş sınavları vardı.“
Bunun ardından iş arama süreciyle ilgili kendi deneyimlerini anlatmaya başladı. Akademik kitap yayınevleri, e-kitap mağazaları, bilişim firmaları, üretim sektöründeki ofis işleri gibi birçok farklı şirkete başvurmuştu.
Bu kadar fazla şirkete iş başvurusu yapmasına şaşırmıştım ama beni asıl şaşırtan şey, tercih ettiği birkaç sektör dışında çok geniş bir yelpazeye başvurmasıydı.
“Senin doğrudan istediğin işin peşinden giden biri olduğunu sanıyordum. Gerçekten bu kadar farklı şirketlere mi başvuruyorsun?“
“Öyle mi görünüyordum?“
Ayase-san başını salladı.
“Öyle görünüyor.“
“Gerçekten mi? Tam olarak ne istediğini bilen biri gibi mi duruyorum?“
“Tam olarak öyle değil.“
“Hımm, hımm. O zaman Saki-chan, beni nasıl biri olarak görüyorsun? Bunu duymak için yanıp tutuşuyorum.“
“Umm…“
Ayase-san homurdandı ve sessizliğe büründü. Onun neden kelimeleri seçmekte zorlandığını anlıyordum. Yomiuri-senpai’nin kişiliği tarif edilmesi zor bir şeydi, en basit tabirle.
Ayase-san’ın cevap vermemesi üzerine, mecburen ben devraldım:
“Sen, başkalarıyla seyahat ederken akışına bırakabilen birisin ama iş kendi kararlarını vermeye geldiğinde, gerçekten gitmek istediğin yerleri seçiyorsun.“
Ayase-san başını sallayarak onayladı.
“Ben de aynı şekilde görüyorum.“
“Yani, başkalarına uyum sağlayabiliyorsun ama aynı zamanda kendi isteklerinde inatçısın.“
“Oho? Beni gerçekten akışına bırakan biri olarak mı görüyorsunuz? Gülümsemeyi iyi taklit edebildiğimi inkâr etmem ama az önce beni inatçı olarak tanımlamadınız mı?“
Evet, öyle demiştim qma yine de kelimelerimi dikkatli seçtiğimi düşünüyordum.
“Vay be, ne tuhaf bir insan, değil mi? Böyle absürt kişiliklere sahip insanlar gerçekten var mı?“
Ayase-san ve ben, önümüzde duran kişiye boş boş baktık.
Yomiuri-senpai, sanki göğsüne bir mızrak saplanmış gibi dramatik bir çığlık attı ve göğsünü tutarak geriye yaslandı.
“Bakışlarınız… kalbimi yaralıyor! Bu tam bir psikolojik savaş! Ne zaman böyle eşgüdümlü saldırılar yapmaya başladınız? Biraz merhamet gösterin, olur mu?“
“Merhametsiz bir öğretmenden eğitim aldık sonuçta. Resmen bir iblis gibiydi.“
“Tamam, tamam, anladım ama üniversite seçerken iş imkânlarıyla bu kadar uyumlu olmasına çok da takılmamıştım.“
Yomiuri-senpai, gelecekte yapmak istediği mesleğe göre bir üniversite seçmediğini, taşradan Tokyo’ya taşındıktan sonra yaşamak için uygun bir yer olması nedeniyle tercih ettiğini söyledi. Görünüşe göre, kafasını toplamak ve gerçekten ne yapmak istediğini anlamak için bir süre boyunca seyahat etmişti.
“Bu yüzden hâlâ tam olarak ne istediğime karar vermedim ama iş arayışındayım.“
Ayase-san ve ben, Yomiuri-senpai’nin hikâyesini hem şaşkınlıkla hem de hayranlıkla dinledik. Hiçbirimiz birinin prestijli bir kadın üniversitesine böyle bir sebeple girebileceğini düşünmemiştik.
“O yüzden, Küçük Junior-kun ve Saki-chan, sizin de yavaş yavaş bu konuları düşünmeye başlamanız lazım.“
“Tamam.“
“Anlaşıldı.“
Aklımda “Yüksek giriş puanı olan bir üniversiteye gitmek bana daha fazla kapı açar,“ gibi belirsiz bir düşünce vardı ama bunu kendi gözlerimle somut bir örnek olarak görmek, hedeflerim üzerine daha fazla düşünmem gerektiğini fark ettirdi.
“Ahhh, midem! Çok ağrıyor! Acaba ne zaman bir iş teklifi alacağım?“
Yomiuri-senpai, elini göğsünden karnına götürerek şikâyet etmeye başladı. Tam o sırada ofise giren müdürümüz, onun bu yakınmalarını duymuş olmalı ki, “Eğer bu kadar endişeleniyorsan, burada çalışmaya devam etsen nasıl olur?“ dedi. Sesi şakayla karışık gibi gelse de, tonunda tamamen ciddi bir hava vardı.
“Aman Tanrım, müdür bey, yine şaka yapıyorsunuz.“
“Maaşı iyi olur, biliyor musun? Muhtemelen.“
“Aklımda tutacağım, teşekkürler.“
Müdür, ofise daha yeni gelmiş olmasına rağmen, hızlıca tekrar dışarı çıktı. Yomiuri-senpai, el sallayarak onu uğurladı ve ardından sadece bizim duyabileceğimiz bir sesle fısıldadı:
“Açıkçası, burada uzun vadeli kalmayı düşünmüyorum. Yani, işi sevmiyor değilim ama aynı şeyi yapmaya devam edersem sıkılacağımı hissediyorum. Biraz yeni bir şeyler denemek, biraz heyecan yaşamak istiyorum, anlıyor musunuz?“
Saat geç olmuştu, bu yüzden biraz mahcup bir şekilde gülümseyerek onun sözlerini saklı tutacağımıza dair söz verdik ve ofisten ayrıldık.
İş aramak, ha…
Ayase-san ve ben eve doğru yürümeye başladık. Ben, bisikletimi yanımda itiyordum.
Bahar yerini erken yaza bırakıyordu ve artık dışarıda yürürken pek üşümüyor gibiydim. Yol kenarındaki ağaçların dalları yeşil yapraklarla doluydu, sokakta yürüyen insanların kıyafetleri de artık kışın koyu ve ağır tonlarını bırakmış, daha parlak renklere dönüşmüştü. Bazı mağazaların vitrinlerindeki mankenler, yazlık kısa kollu kıyafetler giymişti.
Yanımdaki Ayase-san, geçtiğimiz mağazaların camlarına göz gezdirerek sergilenen kıyafetleri inceliyordu. Ben de onun bakışlarını takip ederek vitrinlere göz attım ve arada sırada yorum yapıyordum.
“Bu ara bayağı açık mor tonları var gibi görünüyor.“
“Digital lavender,“ dedi Ayase-san, açık mor bir elbiseyi işaret ederek.
“Bu rengin adı bu mu?“
“Evet. Duyduğuma göre yakında trend olacakmış.“
Ben biraz ilgi gösterince, Ayase-san trend olan kıyafetlerden bahsetmeye başladı ama moda terimlerini oldukça teknik bir dille anlatıyordu ve bunların hepsini hatırlama şansım pek yoktu. Bana birkaç popüler renk kombinasyonunu da öğretti ama muhtemelen yarına kadar unuturdum.
Tabii, “trend“ kelimesi şu anda popüler olan bir şeyi tanımlamak için kullanılır, dolayısıyla henüz var olmayan bir şey için kullanılamaz. Bu yüzden “geleceğin trendi“ ifadesi kulağa biraz mantıksız geliyordu ama moda dünyasında bu tür ifadeler sıkça kullanılıyordu. Adeta geleceği tahmin edebilmek gibi bir şeydi.
“Aslında bu, kitaplar için de geçerli değil mi?“
“Evet, sanırım öyle.“
İç ısıtan aşk romanlarının bir dönem patlaması ya da isekai hikâyelerinin giderek popülerleşmesi gibi.
> [İsekai, ana karakterin farklı bir dünyaya taşındığı veya reenkarne olduğu ve yeni ortama uyum sağlaması gereken bir Japon kurgu türüdür.]
“Ayrıca, ’Bu bir sonraki büyük trend olacak’ diyen insanlar da yok mu?“
“Muhtemelen vardır.“
Ah, anlıyorum. Bir trendin keşfedilme anı ile en popüler olduğu zirve noktası arasında fark var.
“Bir şeyi zorla trend haline getirmeye çalışırsan, bazen beklediğin gibi yayılmayabilir ve sonuçta gerçekten bir trende dönüşmez.“
“Bu çok mantıklı.“
Eğer bir moda uzmanı böyle diyorsa, itiraz etmenin bir anlamı yoktu. Anladığım kadarıyla bu, geleceği tahmin etmekten çok mantıklı tahminlerde bulunmakla ilgiliydi. Yani bunu bir tür fal gibi düşünürsen, sürekli yeni trendlerin peşinden koşmak zorunda hissetmezsin. Bunu fark ettikten sonra, Ayase-san’ın önerileri aklımda biraz daha kalıcı olabilir belki.
Ana caddeden ayrılıp, apartmanımıza çıkan dar sokağa girdik. Shibuya’nın parlak ışıkları ardımızda solmaya başladı. Önümüzü yalnızca birkaç loş sokak lambası aydınlatıyordu, bu yüzden etraf biraz daha karanlık görünüyordu. Şehrin gürültüsü de giderek azalıyordu; konuşmak için uygun bir ortam oluşmuştu aslında ama garip bir şekilde, ikimiz de sessizce yürümeye devam ettik.
Birbirimize yeterince yakındık; omuzlarımız neredeyse temas ediyordu. Sessizliği dolduracak bir kelime bulamayınca, gecenin içinde yankılanan tek şey nefes alışlarımız oldu.
“İş aramak, ha…“
Ayase-san, apartmanımızın girişini gördüğüm sırada mırıldandı. Onun bu sözleri, biz işten ayrılırken benim aklımdan geçen düşüncelerle aynıydı. Sesinde, geleceğe dair belirsiz bir endişe vardı.
Keşke iş aramak için de moda dünyasında olduğu gibi trendleri tahmin eden bir uzman—yani bir kariyer danışmanı olsaydı da, gelecekte beni neyin beklediğini söyleseydi.
Asansöre binip dairemize çıktık ve kapıyı birlikte “Eve geldik.” diyerek açtık. Ailemiz henüz eve dönmemişti.
Akiko-san’ın burada olmaması normaldı çünkü bar işine henüz yeni çıkmış olmalıydı. Babam ise mali yılın başlangıcı nedeniyle oldukça yoğundu ve genellikle gece yarısından önce eve gelmiyordu.
Ayase-san ile birlikte akşam yemeğimizi yedik, bulaşıkları yıkadık ve ardından kendi odalarımıza çekildik. Sırayla banyoyu kullandık.
Bu konuda su tasarrufu yapmak için her seferinde banyodaki suyu değiştirmemize gerek olmadığını Ayase-san önermişti. Şimdi ise kimin önce gireceğine karar vermek için “janken” (taş-kağıt-makas) oynuyorduk. Bu da bizim küçük bir rutinimiz haline gelmişti.
Banyodan çıkıp kendimi toparladıktan sonra, genellikle ya ders çalışıyor ya da okumakta olduğum kitabı bitiriyordum. Yatmadan önceki huzurlu anlar böyle geçiyordu.
Bu rutin içinde—
“Girebilir miyim?“
Ayase-san, kapımı tıklatarak seslendi. İçeri girmesinde bir sakınca olmadığını söyledim, o da elinde iki tane buharı tüten kupa ile içeri girdi.
Klima hafifçe esiyor, yeni yıkanmış saçlarının hoş kokusunu burnuma taşıyordu. Sandalyemi ona doğru döndürdüm. Ayase-san masama doğru yürüyerek kupaları önüne koydu.
“Sütlü çay mı?“
“Evet. Yatmadan önce kahveden daha iyi olur diye düşündüm.“
“Teşekkürler.“
Ayase-san gülümseyerek “Rica ederim.“ dedi.
“Hey… Bugün Yoshida-kun ile konuşuyordun, değil mi?“
Muhtemelen Modern Japon Edebiyatı dersinden sonrasını kastediyordu.
“Evet, konuşuyordum. Geç saatlere kadar uyanık kalıp kalmadığımı sordu.“
“Ve öğretmen adını birkaç kez çağırmak zorunda kaldı, değil mi?“
“Biraz dalmıştım. Sonra uyumadan önce neler yaptığımız üzerine konuşmaya başladık. Mesela ben—“ Kitabımın sırtını ona gösterdim.
“Ben kitap okuyorum, Yoshida ise müzik dinliyor. Bana bazı popüler şarkılar önerdi.“
Şarkı isimlerini saydım ve Ayase-san’ın hepsini bildiğini fark ettim. Favorisini söyledi, ben de onu dinleyeceğimi söyledim.
Ardından ben de ona bir soru yönelttim:
“Sen de yanındaki Sınıf Başkanı kızla sohbet ediyordun, değil mi?“
Bu tür küçük, önemsiz şeyleri yatmadan önce paylaşmak bir rutinimiz haline gelmişti. Sınıfta ya da iş yerinde bir çift gibi davranamamamızın bir telafisi gibiydi adeta. Aynı sınıfa düşmüştük ve birbirimizin farkındaydık ama—
“Dürüst olmak gerekirse… biraz yalnız hissediyorum.“
Ayase-san, başını eğdi ve omuzları hafifçe düştü.
“Sınıfta seninle daha çok konuşmak istiyorum. Sana daha yakın olmak istiyorum.“
“Üzgünüm. Konuşma başlatmada pek iyi değilim.“
Ayase-san, başını salladı. Nemli saçları yavaşça sallandı.
“Zaten ilk başta bunu öneren bendim.“
Açıkça bir çift gibi davranarak dikkat çekmek istememiştik.
“Biliyorum, ama yine de…“
Ama hislerimizi bastırmak da istemiyorduk. Okul gezisinde buna karar vermiştik. Normal davranmaya çalışıyorduk ama ne gariptir ki, normal olmaya çalıştıkça birbirimize nasıl davranmamız gerektiğinden daha da emin olamaz hâle geliyorduk.
“Ayase-san’ın bardağını tutan eli titriyordu. Dayanamayıp sandalyemden kalktım ve onun narin bedenini kucakladım. Ayase-san başını göğsüme yasladı, burnunu sürttü. ’Asamura-kun…’ diyen boğuk sesini duydum.”
“…Öp beni.“
“Olur.“
“Yüzümüzü birbirimize yaklaştırdık ve gözlerimizi kapattık. Aramızda sıkışan bardağın titremesi, biz farkına varmadan durmuştu.“ Ayase-san, kollarımdan sıyrılıp yavaşça uzaklaştı. “İyi geceler.“ dedi ve sonra odasına döndü.
Ben derin bir nefes verdim ve sandalyeme geri çöktüm. Kapının kapanma sesi odada yankılandı, ardından sadece klimanın hafif uğultusu kaldı. Hızla atan kalbim yavaşça sakinleşirken, Ayase-san’ın kokusu da burnumdan yavaş yavaş siliniyordu.
—Böyle devam etmek gerçekten doğru mu?
Birbirimize olan en mükemmel mesafe ne olmalı?
Masamdaki kitabı okumaya devam ettim ama kelimeler zihnime ulaşmıyordu.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.