Bisikletimi apartmanın otoparkına bıraktım ve eve vardığımı haber vermek için Ayase-san’a LINE üzerinden bir mesaj attım.
[Hoş geldin. Üvey babama haber vereceğim.]
Telefon ekranımda anında beliren cevabını görünce, içimde babama karşı bir hayranlık hissettim ve acaba bugün işi erken bırakıp bırakmadığını merak ettim.
Binanın girişindeki, beyaz manolya çiçekleriyle dolu çiçek tarhının yanından geçerek içeri girdim ve asansöre yöneldim.
(Çiçek Tarhı : çiçek dikilmesi için ayrılmış yer, toprak.)
“Keşke kendini bu kadar zorlamasa...“
Son zamanlarda babam gece yarısından sonra eve geliyordu ama bu akşam özellikle yemek yapmak için işten erken çıkmıştı.
Nisan ayından beri yemek pişirme sıramız değişti. Zaten mutfak işlerini bölüşmek için bir sistemimiz vardı ancak Ayase-san ve Akiko-san, üstlerine düşenden fazlasını yapacak kadar naziktiler. Akiko-san, barmen olarak çalıştığı işine gitmeden önce akşam yemeğini hazırlıyor, Ayase-san ise kahvaltıyı yapıyordu. Üstelik, artık Ayase-san’la sık sık işten birlikte döndüğümüz için, o da bizim için bırakılan yemeği ısıtıp son dokunuşları yapıyordu. Kısacası, işin büyük bir kısmı Ayase-san’ın narin omuzlarına yüklenmişti.
Bu yüzden geçen yılın sonundan beri ona yardımcı olmaya çalışıyorum. Yeni okul yılı başlamadan önce babam, “Siz ikiniz yakında üniversite sınavlarına gireceksiniz, o yüzden Nisan’dan itibaren mutfak işlerini yeniden düzenleyelim.” demişti. Hafta İçi akşam yemeklerini kendisinin de yapacağını söyledi. Bu, o zamana kadar hazır yemeklere ve dışarıdan siparişlere bağımlı olan biri için büyük bir adımdı. Salı günleri ona aitti, Akiko-san iki gün alıyordu, Ayase-san ve ben ise birer gün. Hafta sonları ise Akiko-san ve babam birlikte yemek yapıyorlardı. O da bu fırsatı değerlendirerek babama yemek yapmayı öğretiyordu.
Bugün üçüncü haftaya girdiğimiz için, babamın hafta içi tek başına yemek yaptığı üçüncü gündü.
Fakat tam her şey yoluna girdi derken, babamın işi aniden çok daha yoğunlaştı. Bu da bana iş, ders çalışma ve ev işlerini dengelemenin ne kadar zor olduğunu bir kez daha hatırlattı. Yine de işler gerçekten içinden çıkılmaz bir hâl alırsa, planları tekrar gözden geçirir ya da onun yerine ben devreye girerdim.
Kapıyı açarken, “Eve geldim,“ diye seslendim.
Babam ve Ayase-san neredeyse aynı anda cevap verdiler. Yemek odasının kapısını açtığımda, Ayase-san’ın masaya oturmuş, bir bezle yüzeyini silmekte olduğunu gördüm.
“Her şey hazır. Hadi ellerini yıka.“
Onaylayarak başımı salladıktan sonra çantamı odama fırlattım. Banyoya uğrayıp ellerimi yıkadıktan sonra yemek odasına döndüm. Akşam yemeği çoktan hazırlanmış ve beni bekliyordu. Yemek çubuklarım bile masaya yerleştirilmişti. Her şey kusursuz bir şekilde düzenlenmişti ve bana sadece yemeği yemek kalıyordu. İsteksizlikle sandalyeme oturdum.
“Tamam, yemek hazır. Hadi yiyelim.“
Babamın sözleri üzerine, Ayase-san ve ben de aynı şekilde tekrarladık: “Hadi yiyelim.“
Bugünün menüsünde… sebzeli sote, pilav ve miso çorbası vardı. Sebzeler klasik lahana, havuç ve soya filizi karışımıydı, yanında da domuz eti vardı. Büyük bir tabakta bolca hazırlanmıştı, biz de kendi porsiyonlarımızı küçük tabaklara aldık.
Ayase-san sebzelerden kendine biraz daha fazla koydu ama bunun sebzeleri sevdiği için mi yoksa diyette olduğu için mi olduğunu anlayamadım. Bu konuyu açmaya hiç niyetim yoktu.
“Ee… nasıl olmuş?“ Babam gergin bir şekilde sordu.
“Biraz daha az tuz kullanabilirdin.“
Ayase-san’ın yaptığı yemeklere kıyasla biraz tuzlu olmuştu. Acaba babam bunu normal mı bulmuştu? Yorgun olan insanlar genellikle daha tuzlu yiyecekler ister, bu yüzden onun için biraz endişelendim. Keşke baharatlama konusunda akıllıca bir tavsiye verebilseydim ama onunla neredeyse aynı sınırlı yemek yapma deneyimine sahip olduğum için doğru kelimeleri bulamadım ve çok açık sözlü konuştum.
“Anladım…“
Yüzü hayal kırıklığıyla gölgelendi. Üzgünüm.
Ayase-san hızla devreye girerek durumu kurtardı. “Çok lezzetli! Lahanalar güzel bir çıtırlığa sahip.“
“Gerçekten mi?! Evet, Akiko-san bana buna dikkat etmemi söylemişti.“
“Evet, gerçekten güzel olmuş.“
“Güzel, güzel. Almak isterseniz daha var.“
“Teşekkürler.“
Ayase-san’ın iltifatı sayesinde babamın morali biraz yerine gelmiş gibiydi. Belki de bu tür şeyleri ona bırakmalıyım.
Ayrıca, öneride bulunmayı da ihmal etmedi. “Yemeğin tadına baktığında, sadece küçük bir miktar alıyorsun, değil mi?“
“Evet, aynen öyle.“
“Tuz, yemek yedikçe vücutta birikiyor. O yüzden tarifte belirtilen miktar genellikle yeterlidir. Tadına baktığında tuzu az gibi gelse bile fazladan eklemene gerek yok. Aksi takdirde, yemeğin tadı başlangıçta aldığından çok daha tuzlu olur. Bu, çorbalar için de geçerli.“
“Ah, anladım. Şimdi düşününce, bazen çorbanın tadı başta hafif geliyor ama yemeye devam ettikçe lezzeti yoğunlaşıp baskın hale gelebiliyor.“
Ayase-san yemek konusunda benden çok daha bilgiliydi ve verdiği tavsiyeler oldukça sağlamdı, bu yüzden onların konuşmasını dinlerken söylediklerini aklımda not ettim.
Benim yemek yapma becerim, Ayase-san’a yardım etmeye başladığımdan beri babamdan biraz daha iyi hâle gelmişti ancak babam da hafta sonları Akiko-san’dan öğreniyordu, yani yakında beni geçme ihtimali vardı. Onun yemekleri hakkında eleştiri yapabilecek zamanım muhtemelen fazla uzun sürmeyecekti.
Akşam yemeğinden sonra, Ayase-san banyoya ilk giren oldu.
Ne yapsam acaba? Odama gidip biraz kitap mı okusam, yoksa yarınki ders hazırlığımı mı bitirsem?
Tam odama dönmek üzereyken, dün Yomiuri-senpai’nin söylediği bir şey aklıma geldi. Bana şimdiden gelecekteki kariyerimi düşünmeye başlamam gerektiğini söylemişti.
Gelecekteki işim, huh…?
Karşımda babam, elinde bir fincan çayla rahat bir şekilde oturuyor, keyifli bir ifadeyle yudumluyordu.
Babam dışarıdan aklı bir karış havada biri gibi görünse de, neredeyse yirmi yıldır aynı işte istikrarlı bir şekilde çalışıyordu. Daha önce hiç iş değiştirmekten bahsettiğini duymamıştım ve ben de ona bunu hiç sormamıştım acaba şu anki işine nasıl başlamıştı?
“Baba, kahve yapıyorum. İster misin?“
“Ah, tabii. Harika olur.“
Gece olmuştu bile ama birazdan yapacağımız konuşmada zihnim açık olsun diye kahve içmek istemiştim. Babam, bu saatte neden kahve teklif ettiğimi sorgulamadığına göre, önemli bir şey konuşmak istediğimi sezmiş olabilir.
Dripper kullanarak iki kişilik kahve demledim, ardından hem kendi kupamı hem de babamın kupasını ısıttım. Kahveyi dikkatlice doldurduktan sonra karşısına oturdum.
(Dripper, kahve demleme işlemi için kullanılan konik bir araçtır.)
“Buyur.“
“Teşekkürler.“
“Baba, fark ettim de… Senin işin hakkında hiç doğru düzgün bir şey sormamışım.“
Kahvenin kokusunu içine çekerken keyifli görünen babam, merakla bana bakarak “Hmm?“ diye karşılık verdi.
Babama, üniversite sınavları yaklaştığı için geleceğim hakkında düşünmeye başladığımı söyledim. Çeşitli meslekler hakkında bilgi edinirken onun işini de merak ettiğimi belirttim. Önce şaşırdı, ama sonra yüzüne kocaman bir gülümseme yayıldı.
Belli ki işimle ilgilenmem onu mutlu etmişti. Öne eğildi ve anlatmaya başladı.
“Nereden başlasam acaba?“
“Şey… Başından beri aynı işte mi çalışıyorsun?“
“Eğer aynı şirkette çalışmayı kastediyorsan, evet. Gerçi günümüzde pek yaygın bir şey değil.“
Gerçekten o kadar nadir mi…?
“Hayatının en başından sonuna kadar yapabileceğin bir işi bulmanın nadir olduğunu mu düşünüyorsun ?” diye sordu.
“…Henüz çalışmayı bile hayal edemiyorum.“
Babam bir anda ciddileşti ve “Ben de o zamanlar edemiyordum.“ dedi.
Babam, merkezi Tokyo’da bulunan bir gıda üretim şirketinde çalışıyordu. Bunu biliyordum. Şu anda ürün planlama departmanının başındaydı.
“Aa, yani departman başkanısın?“ diye sordum.
“Eeh, aşağı yukarı,“ diye yanıtladı.
Bir oğlun, babasının iş yerindeki konumunu ancak şimdi öğrenmesi biraz garip hissettirdi ama o, evde pek iş hakkında konuşmazdı zaten.
“Ama başta ürün planlamada değildim.“
“Gerçekten mi?“
“İlk başladığımda satış departmanındaydım. Bunu daha önce kısaca anlatmış olabilirim.“
Düşününce, buna benzer bir şey duyduğumu hatırlıyorum. O zamanlar dış görünüşüne daha çok önem veriyordu.
“Satışın oldukça zor olduğu söyleniyor.“
“Aslında bence zor olmayan iş yoktur ama ben o zamanlar oldukça utangaç ve içime kapanıktım.“
İçine kapanık… gerçekten mi? Babamın sözleri, neredeyse “içe kapanıklık“ kavramını sorgulamama neden olacaktı çünkü bana hiç öyle biri gibi gelmiyordu. Bu yüzden ister istemez sorgulayan bir bakış attım. O da gülerek biraz mahcup bir ifadeyle başını kaşıdı.
İletişim konusunda sıkıntı yaşayan birinin nasıl olup da gittiği bir barda kendisine bakan bir kadına sarhoşken evlenme teklif ettiğini ve gerçekten evlenmeyi başardığını düşünmeden edemedim.
“Evet çünkü satışta geliştirdiğim becerileri kullanarak—Ah, yok, neyse boş ver.“
Babam, oğlunun şakasına ayak uydurduğu gibi üzerine bir espri de ekledi. Bazen benden bile daha genç bir ruh hâline sahip olduğunu düşünüyorum.
“Gençken gerçekten utangaç, içine kapanık ve insanlarla konuşmakta zorlanan biriydim ama bu neredeyse 30 yıl önceydi.“
“Dürüst olmak gerekirse, seni öyle hayal etmek zor.“
“O zamanlar üstlerim beni fena hırpalardı. Toptancılara ve büyük perakende mağazalarına giderdim—Gerçi büyük perakendecilerin ne olduğunu bilmiyor olabilirsin.“
“Büyük miktarlarda ürün alıp ucuza satan mağazalar mı?“
Hızlıca telefonumdan baktım ve aşağı yukarı öyle olduğunu gördüm.
“Bunun gibi mağazalara örnek verebilir misin?“
“Süpermarketler ve büyük mağazalar gibi mi ?“
Babam başını salladı. Görünüşe göre doğru tahmin etmiştim.
“Ayrıca restoranları da dolaşırdım. Satış sunumları yapmak için giderdim. Her dükkâna tek tek uğrayıp başımı eğerek ‘Yakında yeni bir ürün çıkarıyoruz’ ya da ‘Ürünlerimizi satmayı düşünür müsünüz?’ gibi şeyler söylerdim.“
“Öyle mi…“
Detaylarını tam anlayamadığım için sadece belirsiz bir yanıt verebildim.
“Tabii ki birine teklif sunduğun anda hemen ’Evet’ cevabı almayı bekleyemezsin. Aksine, çoğu zaman almazsın. Hatta bazen daha konuşma fırsatın bile olmadan kapıdan çevrilirsin. Tren istasyonlarında broşür dağıtan insanlar vardır ya? Çoğu insan almaz, değil mi?“
“Ben de almayanlardanım, açıkçası.“
“Haha. İşte durum aynen öyle. Çoğu mağazanın tedarikçileriyle uzun yıllara dayanan ilişkileri vardır, bu yüzden onları şirketimizin ürünlerini satmaya ikna etmek oldukça zor olabilir. Sonuçta, yerleşmiş bir düzenin içine birdenbire girmeye çalışıyorsun. Bazen satış yapmayı başarsan bile, o mağazanın eski tedarikçilerinin satış temsilcileri bizden nefret edebiliyor.“
“Vay be.“
“Bazen de ürünlerimizi tanıtmak için, doğrudan mağaza yetkilisinin önünde yemek pişirmem gerekiyordu.“
“Yemek pişirmek mi… Bekle, sen yemek mi yaptın?“
Bu beklenmedik bir şeydi. Bu, babamın benden çok daha uzun süredir yemek yaptığı anlamına geliyordu.
“Aslında yemek yapmak sayılmazdı. Daha çok ürünleri ısıtmak veya haşlamak gibiydi. Gerçek bir aşçılık becerisi gerekmiyordu ama önemli insanların önünde yapıldığı için hep gergindim, hata yapmaktan korkuyordum. Bunu yaklaşık on yıl boyunca yaptım.“
“Oldukça uzun bir süreymiş.“
Demek ben doğduğumda hâlâ satış departmanındaydı.
“Evet. Tanıttığım ürünlerin gerçekten mağaza raflarında yer aldığını görmek beni inanılmaz mutlu ediyordu. Bütün o çabanın karşılığını almışım gibi hissettiriyordu.“ Babam bunu söylerken derin bir duygu yoğunluğu içindeydi.
“Güzel bir duygu olmalı.“
“Ama sonrasında, eğer ürünle ilgili bir sorun çıkarsa, tüm şikâyetler doğrudan satış departmanına gelirdi.“
Uzaklara dalmış bir ifadeyle, bunun ne kadar yorucu olduğunu ve müşterilere sürekli yaranmaya çalışmanın ne kadar iletişim becerisi gerektirdiğini anlattı.
Onu dinlerken, ben böyle bir işi yapabilir miydim? diye düşünmeden edemedim. Bu tür şeylerde pek başarılı olamayacağımı hissediyordum.
“Sanırım ürünleri böyle agresif bir şekilde pazarlayamazdım.“
Babam sessizce başını iki yana salladı.
“Hayır, Yuuta, satışta buna ’zorla satmak’ denmez. Senin bahsettiğin şey, ’ısrarcı satış’ anlamına gelir.“
“Uh... Evet, sanırım haklısın.“
“Satışta başarılı olabilmek için, şirketinin ürünlerinin hem iyi hem de kötü yanlarını iyi bilmen gerekir. Eğer müşterilerine karşı dürüst olmazsan, bu eninde sonunda şirketine zarar olarak döner. Kusurları gizleyerek kurulan ilişkiler uzun süre devam etmez, anladın mı?“
“Peki ya ürünün hiç iyi yanı yoksa?“
“Satamayacağı ürünleri bile satabilen satışçılar yok diyemem ama şahsen ben öyle biri değilim ve uzun vadede bunun şirkete zarar vereceğini düşünüyorum. Üstelik, bir ürünün güçlü veya zayıf yanları bakış açısına göre değişebilir, sence de öyle değil mi? İnsan karakterleri de aynı şekilde. Örneğin, birine ’dikkatli’ diyebilirsin ama aynı özellik ’çekingen’ olarak da görülebilir.“
Sanırım anladım.
“Yani, aynı özellik karşındaki kişiye bağlı olarak hem iyi hem de kötü olarak görülebilir?“
“Kesinlikle. Bu yüzden, karşındaki kişinin iyi olarak görebileceği yönleri bulmalısın. Hem nesneler hem de insanlar için, bir ilişkinin sürüp sürmeyeceği çoğu zaman tarafların uyumuna bağlıdır. Sert bir gerçek gibi gelebilir ama işin özü budur…“
Sonunda, sesinde bir burukluk vardı. Konu ürünler ve satış hedefleri üzerineydi ama sanki aklından başka bir şey geçmiş gibiydi.
“Ayrıca, sunduğun ürünün gerçekten inandığın bir şey olması büyük bir avantaj. Böyle ürünleri tanıtırken gerçekten heyecanlanıyorum çünkü eğer ürün gerçekten iyiyse, müşteriye de faydalı olacağını bilirsin.“
Bunu söyledikten sonra kahvesinden bir yudum aldı ve bir süre sessizce oturdu.
Masadaki süt kapsüllerinden birini aldı, bir köşesini snap sesiyle kırıp fincanına döktü. Kalın parmaklarıyla tuttuğu kaşıkla yavaşça karıştırırken, kahvenin yüzeyinde beyaz bir girdap oluştu.
Kahvesinden bir yudum daha alıp konuşmaya devam etti:
“Neyse, işte böyle deneyimlerden geçtikten sonra, insanların başkalarına gönül rahatlığıyla önerebileceği ürünler üretmekle ilgilenmeye başladım.“
“Ah, anlıyorum. Yani bu yüzden mi ürün planlama departmanına geçtin?“
“Aslında, beni denemem için davet ettiler.“
Konu biraz dağılmıştı, bu yüzden babam konuşmayı tekrar ana fikrine döndürdü.
“Özetle, satışın yabancılarla yeni ilişkiler kurmakla ilgili bir iş olduğunu düşünüyorum. İnsanlara bir şeyi zorla kabul ettirmek ya da dayatmak değil, anlıyor musun? Bence senin kendine özgü bir yaklaşımın var, Yuuta. İnsanlarla kendi tarzında bağ kurmanın bir yolunu bulabilirsin. Yapamayacağını düşünmüyorum. Tabii ki sevdiğin yolu seçmelisin ama bunu şimdilik tamamen göz ardı etme.“
Tüm bunları duyduktan sonra bile, satışın benim için uygun bir meslek olup olmadığından emin değildim ama yine de çok bilgilendirici bir konuşma olmuştu. Babamla genellikle üzerine konuşmakta zorlandığım bir konuydu bu.
Ona sohbet için teşekkür ettim ve kahve fincanımı alıp odama döndüm.
Gözlerim, açık duran kitabın sayfaları üzerinde bir şemsiye üzerinden kayan yağmur damlaları gibi kayıp gidiyordu.
Metindeki kelimeler bana adeta bilinmez semboller gibi geliyordu ve hiçbir şey zihnime işlemiyordu. Bunun farkına varınca, kitabı bir thud sesiyle kapattım.
“Uyusam mı acaba…?“
Yatağımın üzerindeki yorganı kaldırırken, iç battaniye yerine kullandığım havlu örtüsünü (battaniyesi) ayağımın dibine kayıp büzüldüğünü fark ettim. İç çektim ve onu düzelttim.
[ Havlu örtüsü (battaniyesi), Japonya’da popüler olan havlu benzeri malzemeden yapılmış hafif, emici ve çabuk kuruyan bir battaniyedir. Genellikle sıcak aylarda kullanılır]
Nisan ayının sonuna yaklaşırken hava yeniden ısınmaya başlamıştı, bu yüzden kaz tüyü yorganımı dolaba kaldırmıştım. Şimdi yatağımda, sıradan bir yorganın altına serilmiş bir havlu örtüsü vardı. Ancak bu ikisi pek uyumlu görünmüyordu. Uyurken içteki kumaş kayıyor ve ayak ucumda toplanıyordu.
Kesinlikle kötü bir uyuma pozisyonum olduğu için değil—kesinlikle değil.
Tam yatağa girmek üzereydim ki kapım tıklatıldı. Seslendikten sonra, kapı biraz aralandı ve aralıktan Ayase-san’ın sesi duyuldu. Onun iki gün üst üste odamı ziyaret etmesi pek alışıldık bir şey değildi.
“Girebilir miyim?“
“Tabii ki.“
Ayase-san, kapıyı azıcık açarak içeri süzüldü ve ardından kapıyı kilitledi. Bu hareketi bana babamın hâlâ evde olduğunu hatırlattı. Son zamanlarda işi yoğun olduğu için normalden 30 dakika daha geç gelirdi. Aynı anda, kalp atışlarımın biraz hızlandığını hissettim.
“Uyumak üzere miydin?“
“Evet.“
“Eğer rahatsız ettiysem, yarına da bırakabilirim.“
“Hayır, sorun değil. Ne oldu?“
İçimde hafif bir endişe hissetmeye başladım.
“Şey… aslında belirli bir şey için gelmedim ama…“ dedi ve yatağın yanına gelip, bacaklarını yan tarafa alarak oturdu.
“…Bugün pek konuşma fırsatımız olmadığını düşündüm.“
Ayase-san’ın bugün işi yoktu, bu yüzden birlikte eve yürümemiştik. Düşününce, dün olduğu kadar fazla vakit geçirmemiştik.
“Öyleyse biraz sohbet edelim, olur mu?“
“Olur.“
Ayase-san, gününden parça parça bahsetmeye başladı. Ben de başımla onay vererek ya da kendi günümde olanlardan bahsederek sohbetine eşlik ettim ama tipik bir lise öğrencisi olarak, bugün başıma pek heyecan verici bir şey gelmemişti… tabii Yoshida ile biraz konuşmam dışında. Ha, evet, aklıma gelmişken—
“Öğle arasında uzun zamandır ilk kez Shinjo ile konuştum.“
“Shinjo-kun mu?“
“Evet. Yemekhanede tesadüfen karşılaştık. Hani bahçedeki bank var ya? Öğle yemeğimizi orada yedik.“
Suisei Lisesi’nde ana bina ile ikinci bina (kimya laboratuvarları ve yemek pişirme dersleri gibi özel donanım gerektiren sınıfların bulunduğu bina) yan yana inşa edilmişti ve aralarında küçük bir bahçe ile birkaç bankın olduğu bir avlu vardı.
Kışın gölgede kaldığı ve rüzgâr estiği için orada oturmak pek cazip olmazdı ama bu mevsimde, bir kafedeki teras oturma alanı gibi bir his verdiğinden, banklar oldukça popülerdi. Bugün şans eseri boş bir tane bulmuştuk.
“Öğle yemeğini birlikte yemek, huh. Kulağa hoş geliyor.“
“Aslında konuşacak özel bir şeyimiz yoktu.“
“Yine de biraz kıskandım.“
“Ama biz de birlikte akşam yemeği yemedik mi?“
Bugün sadece tesadüfen Shinjo ile öğle yemeği yemiştim ama Ayase-san ile neredeyse her gün kahvaltı ve akşam yemeğini birlikte yiyorduk.
Fakat Ayase-san, bu cevabımdan pek memnun görünmüyordu.
“Ama akşam yemeğinde yan yana oturmuyorduk.“
Ah, demek mesele buydu.
Yemek masasında oturma düzenimiz kesin bir kurala bağlı değildi, yani Ayase-san’la yan yana oturmamamız için bir sebep yoktu. Ancak mutfakta daha fazla vakit geçiren Ayase-san ve Akiko-san genellikle lavaboya daha yakın oturuyordu, babam ve ben ise onların karşısına yerleşiyorduk.
“Yan yana oturunca omuzlarınız muhtemelen birbirine değmiştir.“
“Hayır, değmedi.“
“Kıskandım.“
“Shinjo’yu mu?“
“Evet, keşke ben de yapabilseydim.“
“Eğer biriyle omuzlarımın değmesini isteseydim, bu kişi sen olurdun.“
“Gerçekten mi?“
*“Gerçekten mi?“ diye sorarken omzunu benimkine yasladı. Görünüşe göre bugün fazla konuşamamamızın telafisini fiziksel yakınlıkla yapmak istiyordu.
Ama bu tür şeyleri açıkça konuşmazsak yanlış anlaşılmalara yol açabilir. Dünyadaki diğer çiftler, fiziksel yakınlık konusunda birbirlerinin niyetlerini nasıl anlıyor acaba? Hem Ayase-san hem de ben, sözsüz işaretleri okumakta ya da atmosferi sezmekte pek iyi değiliz.
Palawan Plajı’ndaki asma köprüde, birbirimizi gördüğümüze o kadar sevinmiştik ki, düşünmeden kollarımıza atılmıştık ama o zamandan beri Ayase-san’ın sıcaklığını bu kadar net hissetmemiştim.
Sanki o da aynı şeyi düşünüyormuş gibi, Ayase-san bedenini bana yasladı ve tüm ağırlığını göğsüme verdi. Beklenmedik bir hareketti, bu yüzden dengemi kaybettim ve birlikte yatağa devrildik.
“Dikkat et,“ dedim, onu desteklemek için kollarımı etrafına dolarken. Hissettiğim sıcaklığı kaybetmek istemiyordum.
Yüzünü göremiyordum, çünkü başını göğsüme gömmüştü ama omuzlarının titrediğini hissettim. “Ne oldu?“ diye sorduğumda, hiçbir şey söylemeden başını iki yana salladı ama beni biraz daha sıkı kavradığını fark ettim.
Sırtına doladığım kollarımdan, içime doğru yayılan bir sıcaklık hissettim.
“…Ne kadar sıcak,“ diye aynı anda mırıldandık. Bu tuhaf bir şekilde içimi ısıttı. Ah, şu an, tam olarak aynı şeyi hissediyoruz.
Yine de, zihnimin bir köşesinde huzursuzluk hissi dolaşıyordu.
İlk tanıştığımız zamanı hatırladım; birbirimizin hayatına fazla karışmamamız gerektiğini söylemiş, mesafeli kalmak istemişti.
Ayase Saki gerçekten bu kadar fiziksel yakınlığa ihtiyaç duyan biri miydi? Ve ben de… Dokunduğum birini böyle bırakmak istemeyen bir insan mıydım?
O da kollarını sırtıma doladı ve ben de onu iki kolumla daha sıkı sardım.
Yaz sıcakları erkenden yaklaştığı için klimanın derecesini düşük ayarlamıştık. Hafif esen sıcak hava, Ayase-san’ın saçlarını nazikçe havalandırıyordu ama terlemiş bedenimize doğrudan vurması pek iyi olmazdı. Üzerine havlu örtüyü örttüğümde, Ayase-san sessiz bir sesle teşekkür etti.
Birbirimizi sarıp sarmalamanın verdiği o yumuşak, güven verici hissin içinde kaybolarak, hangimizin önce uykuya daldığını bilmeden gözlerimi kapattım.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.