Yukarı Çık




87   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   89 


           
20 Nisan (Salı) – Ayase Saki





Kulak zarlarımın derinliklerinde yankılanan cızırtılı ses, sanki eski bir plağı biraz arka plan gürültüsüyle karışarak dinliyormuşum gibi geliyordu.

Kulaklığımdan gelen Lofi Hip Hop müziği, önümdeki kelimelere odaklanmamı sağlıyor ve aklımı dağıtan düşünceleri uzaklaştırıyordu.

Tsukinomiya Kadın Üniversitesi’nin geçmiş giriş sınavı sorularını çözüyordum.

“Boşluğa uygun kelimeyi seçin... Hm?“

Want ve desire... Bunlardan biri olmalı, değil mi?

İkisi de kabaca “istemek“ anlamına geliyor ama desire genellikle bir şeyi daha güçlü bir şekilde istemek için kullanılıyor diye hatırlıyorum. Want ise daha gündelik ve sıradan bir kullanım, eksik olan bir şeye duyulan basit bir ihtiyaç gibi. Desire ise daha güçlü bir istek ifade ediyor ve bazen cinsel bir anlam da taşıyabiliyor.

Şimdi düşününce, eski Japon pop şarkılarından birinin adı da tam olarak böyleydi—neyse, konudan sapmayayım.

Çevredeki metni dikkatlice okuyup en uygun kelimeyi seçtim.

Telefonuma göz attım—saat 19:33. Normalde şu an akşam yemeğini hazırlıyor olurdum ama bu akşam, üvey babam Taichi-san yemek yapacağından, tamamen derslerime odaklanabiliyordum.

Ona, “Annem yokken yemek yapmayı ben üstlenirim,“ demiştim. Zaten annemle yalnız yaşadığımız dönemlerde de her zaman ben yapıyordum. Açıkçası, sadece “sınava hazırlanan biri“ olduğum için bu sorumluluğu bir kenara bırakmak biraz utanç vericiydi.

Üstelik, Taichi-san sırf akşam yemeğini hazırlamak için işten erken çıkmıştı, bu da bana suçluluk hissi veriyordu. Hem rahatlamış hissediyordum hem de bu iki sorumluluğu bir arada götüremediğim için içten içe rahatsız oluyordum.

Bu arada, konuyla ilgisi yok ama “Nishiki no Mihata“, Kamakura döneminden beri hükümet güçlerinin sembolü olarak kullanılan, güzel renkli ipek kumaştan yapılmış bir bayrağı ifade eder. Başka bir deyişle, haklı bir davayı savunmak anlamına gelir. Tabii, günlük hayatta pek kullanılan bir kelime değil. Tarih çalışırken karşılaşmasaydım muhtemelen hatırlamazdım.


[Nishiki No Mihata (Kraliyet İpek Bayrağı), kırmızı bir zemin üzerinde Japon mitolojisinin en büyük tanrısı Amaterasu anlamına gelen altın bir daire bulunan bir bayraktır. Geleneksel olarak imparatorluk hükümetinin sembolü olarak kullanılan bu bayrak aynı zamanda Japonya’nın mevcut ulusal bayrağının da prototipidir]


Asamura-kun ise bazen atasözlerini ve deyimleri günlük konuşmalarına oldukça doğal bir şekilde dahil ediyor.

O tam bir bilgi manyağı…

“Opps, onu düşünmemeliyim. Devam edelim...“

Lofi Hip Hop’un ritmiyle kafamı dağıtan düşünceleri uzaklaştırmaya çalıştım. Sonra aniden ağzımın kuruduğunu fark ettim. Fincanımı kaldırıp boğazımı biraz çayla nemlendirmek istedim ama hiçbir şey dökülmedi. Farkına bile varmadan hepsini içmiştim.

Ve sonunda, konsantrasyonum tamamen dağıldı. Biraz mola verme vakti.

Sandalyemden kalkıp, kollarımı yukarı doğru esneterek gerindim. Birkaç egzersiz yaptıktan sonra tekrar sandalyeye oturdum. Gözüm, önemdeki kırmızı kaplı, geçmiş sınav sorularıyla dolu kitaba takıldı.

Mezun olduktan sonra Tsukinomiya Kadın Üniversitesi’ne gitmeyi düşünüyorum.

Birden, Yomiuri-san’ın dün iş bulma süreciyle ilgili söylediklerini hatırladım. Telefonumu aldım ve Tsukinomiya Kadın Üniversitesi mezunlarının kariyer yollarını araştırmaya başladım.

『Tsukinomiya Kadın Üniversitesi: Mezuniyet sonrası kariyer yolları.』

İlgili anahtar kelimeleri arama çubuğuna yazıp üniversitenin resmi web sitesini buldum. Mezunların kariyer yollarına dair bilgilere göz attım: Yaklaşık %20’si yüksek lisansa devam ediyor, %20’si öğretmenlik yapıyor, geri kalanlar ise kamu sektöründe veya özel şirketlerde çalışıyor… Genel eğilim bu yöndeydi.

Bölüme bağlı olarak küçük farklılıklar olabilir ama genel oranlar pek değişmiyor gibi görünüyordu.

“Demek sadece %10 ile %20’si yüksek lisansa devam ediyor...“

Araştırmalarıma göre, kadınlar arasında bu oran ortalama %5-6 civarındaydı, yani bu üniversite mezunları arasında yüksek lisansa devam etme oranı diğerlerine kıyasla daha yüksekti.

Acaba bu, oraya daha akademik eğilimli öğrencilerin gittiği anlamına mı geliyor? Açık kampüs ziyaretinde tanıştığım Profesör Kudou’nun yüzü bir an gözümün önüne canlandı.

“O kişinin bir şirkette çalıştığını hayal bile edemiyorum.“

Hayır, şimdi Profesör Kudou’yu düşünme zamanı değil.

Bu durumda, ne tür bir şirket beni işe almak ister?

Gelecekteki işim, huh...?

Açıkçası, üniversiteden mezun olduktan sonra nasıl bir kariyer yolu izleyeceğime dair net bir fikrim yok. Kendi başıma yaşamak ve bağımsız olmak istediğim için bir şekilde bir şirkette çalışmam gerekeceğini biliyorum.

Ama nasıl bir yer benim için uygun olurdu? Kamu sektörü mü, yoksa özel sektör mü?

“Özel sektör“ derken tam olarak ne kastediliyor? “Özel“ kelimesi tek başına yeterli bir açıklama değildi. Daha spesifik bir şey arıyordum, sadece genel bir sınıflandırma değil.

Biraz daha araştırınca, mezunların işe girdikleri şirketlerin isimlerini listeleyen bir site buldum.

Hmm, anlıyorum…

Otelcilik şirketleri, bilişim firmaları, yayınevleri, reklam ajansları, yabancı yönetim danışmanlığı firmaları, bankalar, menkul kıymetler şirketleri… Mezunların işe alındığı tanınmış şirketlerin listesi uzayıp gidiyordu. Tabii ki bu liste, üniversitenin prestijli bir ulusal okul olması nedeniyle pazarlama amaçlı hazırlanmış olabilir. Yine de birçok kişinin yüksek maaşlı işlere girdiği açıktı.

Bu işi para için mi seçtiler, yoksa başka bir nedenleri mi vardı, bilemem ama benim nedenim gayet açıktı.

Peki, yüksek lisans yapanlar ne durumda?

Bu kez, mezun olduktan hemen sonra profesyonel bir kariyere adım atan insanlarla yapılan röportajlara göz attım.

Profesör Kudou gibi üniversitede kalıp akademik kariyerine devam edenler vardı, klinik psikolog olanlar vardı, tıbbi mühendis olanlar vardı… Hayattaki olasılıkların çokluğu başımı döndürdü.

“Vay be, herkes kendine bu kadar uygun işi nasıl buluyor?“ 

“Oh, Böyle insanlar da varmış.”

Gözüme “Tasarımcı” olarak tanımlanan biri hakkında yazılmış bir makale çarptı.

Makaleye eklenmiş fotoğrafta, bob kesimli saçlarının iç kısmını parlak bir renge boyamış bir kadın vardı. Sarı hardal renginde bir ceket, siyah bir kazak, ince bir gümüş kolye ve birbirinden farklı küpeler takıyordu. Gerçekten havalı görünüyordu.

(Bob kesim veya bob (köpek kulağı olarak da bilinir), kadınlarda (ve bazen erkeklerde) görülen bir kısa saç modeli. Bob kesimde kâkül alnı örter ve saç çene hizasından kesilmiş seviyededir.)

Acaba böyle kıyafetleri nereden alıyorlar?

…Tamam, şimdilik stilini bir kenara bırakayım.

Okumaya devam ettiğimde, ana dalının psikoloji olduğunu öğrendim. Psikolojiden tasarımcılığa mı?
Tamamen alakasız görünüyordu.

Tasarımcıların genellikle güzel sanatlar okullarından mezun olmalarının normal olduğunu düşündüğüm için, bu beni biraz şaşırtmıştı.
Meğerse, günlük hayatta stres ve renkler arasındaki ilişkiye ilgi duyuyormuş. Oradan yola çıkarak, insanların ruh sağlığını iyileştirebilecek tasarımlar üzerine araştırmalar yapmış ve kıyafetlerin psikolojik etkilerini incelemiş.
Bu, sevdiğin kıyafetleri giydiğinde kendini daha enerjik hissetmek gibi bir şey sanırım?

Makaleye göre, modaya zaten ilgisi olduğu için zamanla kendi kıyafetlerini tasarlamaya başlamış.
Bölümünden tamamen farklı bir alana yönelmek büyük cesaret gerektirir. Acaba ben böyle bir şey yapabilir miydim?

Benim için moda, kendimi ifade etmenin ve özgüvenimi artırmanın bir yoluydu ve bunu her gün yapıyordum.

Şehirde yürürken tasarımcı mağazalarının vitrinlerine göz atar, yoldan geçen insanların kıyafetlerini—ayakkabılarından saçlarına kadar—aklımda tutmaya çalışırdım. Eğer benzersiz bir kombin görürsem, moda dergilerini karıştırıp hangi parçaları nasıl kombinlediklerini anlamaya çalışırdım.

Bu tür şeyler, zihnimde sürekli dolaşan düşüncelerdi.

Az önce, tasarımcının fotoğrafına bakarken, ilk önce kıyafetlerine odaklanmış olmam tamamen içgüdüseldi.

Ama yine de, bunu hiçbir zaman bir kariyer seçeneği olarak düşünmemiştim. Moda hakkındaki bilgim en iyi ihtimalle amatör düzeydeydi, tasarım yapmayı düşünmek bile aklıma gelmemişti.

Peki, o tasarımcı bu kadar farklı bir alana adım atacak cesareti nereden bulmuştu?

Düşüncelerim arasında kaybolmuşken, üvey babam adımı seslendi. Şaşkınlıkla Başımı kaldırıp saate göz attım—neredeyse 20:00 olmuştu. Akşam yemeği vakti gelmişti.

Ona seslenerek odadan çıktım ve yemek odasının kapısını açtım. Üvey babam masayı çoktan hazırlamaya başlamıştı, bu yüzden hızla ona yardım etmeye gittim. Lütfen en azından bu kadarını yapmama izin verin.

Tam pilavı tabaklara paylaştırıyordum ki Asamura-kun işten eve geldi.



“Hadi yiyelim.“

Üçümüz—Asamura-kun, üvey babam ve ben—yemeğe başladık.

Masadaki büyük tabakta domuz etli sebze sote duruyordu. Önümüzde ise birer kase pilav ve miso çorbası vardı. Oldukça sade bir yemekti.

Servis için ayrılan çubukları kullanarak tabağıma biraz sebze aldım. Sanırım üvey babam, ilk taşındığımda ortak yemekten kendi çubuklarımla almayı pek sevmediğimi hatırlıyordu. Artık pek umursamıyordum ama onun bunu düşünmesi hoşuma gitti. Tabakta pek fazla et yoktu ama bu benim için sorun değildi.

Üç çeşit sebze vardı: yeşil lahana, kırmızı havuç ve beyaz (ya da belki sarı?) soya filizi. Renkleri birbirine güzelce karışmıştı ve gerçekten iştah açıcı görünüyordu.

Kendi yemek çubuklarıma geçtim ve bir parça sebzeyi ağzıma götürdüm. Dudaklarımın yakınında bir sıcaklık hissettim. Taze pişmiş yemeğin en güzel yanı da buydu zaten. Sebzeler hâlâ sıcaktı ama çok sıcak olmamaları beni sevindirdi.

Lahanayı ısırdığım anda tatmin edici bir çıtırtı hissettim—evet, lezzetli olmuş. Yapraklı sebzeler fazla pişirildiğinde tazeliğini kaybedip yumuşar ama bunlar tam kıvamında pişirilmişti. Yavaşça çiğneyip yuttum.

Baharatı benimkinden biraz farklıydı. Tuz, karabiber ve… bir Çin usulü sebze sotesi tadı veren bir şey daha vardı… Susam yağı mı? Büyük ihtimalle yalnızca birkaç damla eklenmişti. 

Acaba bir yemek tarifinden mi yararlandı, yoksa annemden mi öğrendi?

Her şey bir yana, taze pişmiş sebze sotesi gerçekten çok lezzetliydi.

Öz babam bana hiç böyle bir yemek pişirmemişti.

“Ee… nasıl olmuş?“ Üvey babam gergin bir şekilde sordu.

“Biraz daha az tuz kullanabilirdin.“ Asamura-kun hemen dürüstçe fikrini söyledi.

Aslında doğruydu. Bu tuz oranıyla, yemeği bitirdiğimizde muhtemelen susuzluktan kıvranacağız ama aynı zamanda, üvey babam tadına bakarken lezzetin eksik olduğunu düşünmüş de olabilir.

“Çok lezzetli! Lahanalar harika bir çıtırlığa sahip.“

“Gerçekten mi?! Evet, Akiko-san bana buna dikkat etmemi söylemişti.“

Demek annemin tavsiyesiydi.

Belki de susam yağı da annemin önerisiydi. Bu beni şaşırttı çünkü genellikle pek kullanmayız. Ayase ailesinde, genellikle yemeklere lezzet katmak için tavuk suyu tozu ekleriz. Az bir miktarı bile yemeğe derinlik kazandırır. Şahsen ben bir damla istiridye sosu eklemeyi severim. Her ne olursa olsun, annemin tavsiyesi yine tam isabetti.

Ve sonra… tuz meselesi.

Sanırım buna alışmamız gerekecek.

Ama çok fazla tuz sağlığa iyi gelmez. Yorgun olduğumuzda yemekleri genellikle daha tuzlu yapmaya meyilli oluruz, ancak ağır baharatlı yemekler mideyi de yorabilir. Bir süre düşündükten sonra, üvey babama baharat kullanımıyla ilgili birkaç küçük ipucu vermeye karar verdim.

Asamura-kun’un dürüstçe söylediği görüşlerini düşününce, ben bazen fazla çekimser davranıyordum. Belki de bunun nedeni, üvey babamın benim öz babam olmamasıydı.

Yemekleri lavaboya taşırken, önce benim banyoya girmeme karar verdik.

Kıyafetlerimi alıp banyoya yöneldim. Hızla soyundum, duşun altında kendimi duruladıktan sonra sıcak suyun içine yavaşça girdim.
Suyun sıcak kucaklaması beni sararken, aklım istemeden az önce üvey babama verdiğim tavsiyeye kaydı.

Asamura-kun’un fikrini geçersiz kılmış gibi mi göründüm?

Aslında daha çok destekleyici bir ekleme yapmıştım ama Asamura-kun’un buna pek takıldığını sanmıyorum. Yine de emin olamıyordum.
Muhtemelen bugün fazla konuşmadığımız içindi, onun ne düşündüğünü bilmemek beni huzursuz ediyordu.

“Belki de gereğinden fazla düşünüyorum…“
Sözlerim, alnıma tutunan bir damlanın sıcak suyun yüzeyine düşmesiyle beraber havaya karıştı.

Bir şeyi kafama takmaya başladığımda, içimdeki o huzursuzluk büyümeye devam eder ve bir türlü kaybolmaz.

Banyodan çıksam da, yarınki dersler için çalışsam da ya da moda dergileri okusam da bu his peşimi bırakmaz. Sonunda, istemeyerek de olsa bornozumu giyip Asamura-kun’un odasının kapısını tıklattım.

Arkamdaki yemek odasının ışığı çoktan kapatılmıştı ve sadece gece lambasının solgun ışığı etrafı aydınlatıyordu. Asamura-kun’un beyaz kapısı, loş koridorda belirgin şekilde öne çıkıyordu—karanlık içinde keskin bir kare gibi duruyordu.

Cevap bekledim, sonra kapıyı yavaşça aralayıp içeri süzüldüm. Kapıyı arkamdan kilitledim.
Ailemden bir şey saklıyormuşum gibi göğsümde ağır bir taş varmışçasına bir suçluluk duygusu kabardı ama Asamura-kun’un yüzünü görür görmez iç çekerek rahatladım. Sanki o taş kalbimden çekilip alınmıştı.

Görünüşe göre uyumak üzereydi—yan tarafına dönmüş bir şekilde yatakta oturuyordu.

“Şey… aslında belirli bir şey için gelmedim ama…“

Onun gözlerine bakarak sessizce onayını aldım ve yanına oturdum. Dürüst olmaya çalışarak devam ettim:

“...Bugün pek fazla konuşma fırsatımız olmadığını düşündüm.“

“Öyleyse biraz sohbet edelim, olur mu?“

Yavaş yavaş, günüm hakkında ona bir şeyler anlatmaya başladım. O da bana kendi gününden bahsederek karşılık verdi. Görünüşe göre akşam yemeğindeki olay hakkında pek endişelenmemişti.

Oh, şükürler olsun.

Asamura-kun ayrıca öğle yemeğini Shinjo-kun ile birlikte yediğini söyledi. Shinjo-kun geçen yıl benimle aynı sınıftaydı ama bu yıl hem benim hem de Asamura-kun’un sınıfından farklı bir sınıfta olduğu için pek iletişimimiz kalmamıştı. Tamamen unutmuştum ama o aslında Asamura-kun ve Maru-kun’un arkadaşıydı, değil mi?

Birlikte öğle yemeği yemişler, huh? Anlıyorum.

“Öğle yemeğini birlikte yemek, huh? Kulağa hoş geliyor.“

Düşüncelerimi farkında olmadan dile dökmüştüm. O da bizim akşam yemeğini birlikte yediğimizi belirtti. Evet, ama yine de…

“Akşam yemeğinde yan yana oturmuyorduk.“

Annem ya da ben akşam yemeğini yaptığımız günlerde, mutfakla yemek odası arasında gidip geldiğimiz için genellikle mutfağa yakın tarafa oturuyoruz ama hafta sonları, üvey babam ve annem yan yana oturur ve eğer yemeği ben yapmışsam, onların tabaklarını yan yana koymaya özellikle özen gösteririm. Sonuçta, onlar teknik olarak hâlâ yeni evli sayılırlar.

Ama Asamura-kun ve ben pek sık yan yana oturmuyoruz. Yan yana oturmak. Dokunma mesafesinde olmak. Bu benim için büyük bir şey. Bunu yapabilmeyi çok istiyorum.

Ona bunu söylediğimde, “Eğer biriyle omuzlarımı değdirmek isteseydim, bu kişi sen olurdun,“ dedi. Bu cevabı duyunca oyunbaz bir şekilde omzumu onun omzuna yasladım.

Biliyorum, biraz fazla ilgi bekliyorum ama sadece kalbinin benden uzaklaşmadığını bilmek istiyorum.
Tam bunu hissettirmek için ona sarılmayı isteyip istemediğini soracakken, o kulağıma fısıldadı:

“Sana sarılabilir miyim?“

İçgüdüsel olarak kendimi hızla göğsüne attım.
Asamura-kun dengesini kaybedip yatağa devrildi, ama beni sıkıca sararak düşmemi engelledi.
Kolları sırtıma dolanmıştı ve beni sımsıkı tutuyordu.
Vücutlarımızın birleştiği yerlerde onun sıcaklığını hissedebiliyordum. Refleks olarak derin bir nefes aldım.

Kalbimde o zamandan beri var olan huzursuzluk hissi yavaş yavaş kayboluyordu. Tam bir rahatlama hissetmişken, birden üzerime yoğun bir uyku çöktü…

...Gözlerimi aniden açtığımda, Asamura-kun’un penceresinden dışarı baktım ve beyazla karışan lacivert şafak gökyüzünü gördüm. —Aman tanrım! Uyuyakalmışım!

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhSoE4hgWpezzJayaHwnHFUOqRAivV3CvRoAFbiekwrHSPNYRMtJ6o4lH6pH9W7PZwg3ANNYiP2zDEUKnzUEeLH0cZGgpiiP2wK-N2yKS5WxhAi6HSUbnMgLOIr9IqNGIHTh_taWGes6qLt3hPaaxk9eQP7oJnxMIfhFf1CJOiBBnnipc39rZSzfwlT1w/s930/Insert%202.png

Hatamı fark edince, soğuk terler dökmeye başladım. Parlak tavan ışığına doğru gözlerimi kaldırdım. Sonra başımı yana çevirip, Asamura-kun’un uyuyan yüzüne baktım. Sakin, düzenli nefes alışlarını dinledim. Belli ki sarılırken uyuyakalmıştım.

Ne kadar süredir uyuyorum? Boynumu eğerek başucu masasındaki saate baktım—5:12. Şimdiden sabaha karşı olmuştu. Panikle, uyuyan Asamura-kun’un kollarından kurtulmaya çalıştım, sonra bir an duraksadım. Onu uyandırmamalıyım.

Yüzüne tekrar göz ucuyla baktım. Göz kapakları hâlâ kapalıydı ve nefesi ritmik bir şekilde ilerliyordu. Derin bir nefes aldım. Şanslıyım. Hâlâ derin uykuda. Yavaşça vücudumu ondan uzaklaştırdım, bacaklarımı yatağın kenarına doğru sarkıttım ve ayak tabanlarımı parke zemine bastım. Çoraplarımın içinden bile hissedebildiğim bir soğukluk vardı. Klimanın kapanmış olması muhtemeldi—muhtemelen zaman ayarlı olarak ayarlanmıştı. Bedenim ürperince, kendimi kollarımla sardım ve titrememi engellemeye çalıştım.

Asamura-kun’un üzerine, az önce içinden çıktığım battaniyeyi örttüm ve olabildiğince sessiz hareket etmeye çalışarak kapıya doğru süzüldüm.

Yine de tamamen savunmasız kalmıştım. Muhtemelen bu kadar uzun süredir birlikte vakit geçiremememizden kaynaklanıyordu. Onun sıcaklığı, uzun zamandır hissetmediğim bir huzur veriyordu ve bir anda üzerime çöken uykunun içinde kaybolmuştum. Belki de gece geç saatlere kadar ders çalışmamın da etkisi vardı.

Eğer birisi—özellikle ebeveynlerimiz—bizi böyle görseydi…

Şunu söylemeliyim ki, kapıyı kilitlemiş olmama gerçekten şükrediyorum.

Ebeveynlerimizin, ortada bir sebep yokken odalarımıza göz atacaklarını sanmıyordum ama bu düşünce içimi kemiren huzursuzluğu susturmaya yetmiyordu. Ya bir şekilde fark etmişlerse? Kapının önünde kulak kesildim, koridordan gelen en ufak bir sesi bile dinlemeye çalıştım.

Sonra, derin bir nefes alarak kapıyı yavaşça açtım—gıcırttt...

Kapının menteşelerinden gelen ses kalbimi hızla attırdı.

B-Bir sorun olmaz, değil mi...?

Sağa sola hızlıca göz gezdirdim. İyi, koridorda kimse yok. Derin bir nefes alıp içimi çekerek rahatladım ve odama dönmek üzereydim ki ne kadar susadığımı fark ettim.

Bu, az önceki gerginliğimden mi kaynaklanıyordu? Hayır, muhtemelen yeni uyandığım içindi. Vücudum suya ihtiyaç duyuyordu. Buzdolabında arpa çayı olmalıydı, değil mi?

Mutfak tarafına yöneldim. Koridoru oturma ve yemek odasına bağlayan kapıyı açtım—

“Aa, bu saatte seni ayakta görmek pek alışılmış bir şey değil.“

“An—“

Neredeyse istemsizce bir çığlık atacaktım.

Annem, masada oturmuş, yüzünü bana çevirdi.

“Hmm?“

“Ah, evet. Kötü bir zamanda uyuyakaldım ve erken uyandım, sanırım ondan.“

Üzerinde hâlâ iş kıyafetleri vardı ve rujunu bile silmemişti.

Yoksa…?

“Şimdi mi geldin?“

“Evet.“

Saat 5’i geçmişti ve ilk trenler çoktan çalışmaya başlamıştı. Gece vardiyası için bile, eve dönmek için oldukça geç bir saat gibi görünüyordu.

“Her zaman bu kadar geç mi dönüyorsun?“

“Aslında, bu erken sayılır. Çoğu zaman herkes çıktıktan sonra eve geliyorum.“

Detayları sorduğumda, patronunun bugün erken çıkmasına izin verdiğini ve ertesi günkü bar hazırlıklarını atlamasına müsaade ettiğini söyledi. Salı ve çarşamba günleri müşteri sayısı az olduğu için yoğunluk da daha düşük oluyormuş.

“Bu kadar geç geldiğini bilmiyordum...“

“Sen küçükken, kahvaltıya yetişmek için mutlaka eve gelirdim.“

İlkokul beşinci sınıfta anneme yemek yaparken yardım etmeye başlamıştım. O dönemde, ev ekonomisi öğretmenim, patatesleri ne kadar verimli haşladığım konusunda beni övmüştü. Bunun bir sebebi vardı; ders başlamadan kısa bir süre önce annemden öğrenmiştim.

Şimdi geriye dönüp baktığımda, bu deneyimin benim için bir dönüm noktası olduğunu fark ediyorum. İnsanlar, bir konuda övüldüklerinde özgüven kazanırlar.

Ben de yemek yapma konusunda özgüven kazanmış ve anneme daha fazla yardım etmek istemiştim.

Ortaokul başlamadan önce basit yemekleri yapmayı öğrendim— çünkü kendi bentomu hazırlamam gerekiyordu ve yoğun çalışan annemin bunu yapmasına gerek kalmasını istemiyordum. İlkokuldayken, derin yağda kızartma yapmama hiç izin vermemişti.

Yine de, ortaokulun ilk zamanlarında her sabah kahvaltı ve öğle yemeğini mutlaka annem hazırlıyordu.

Bu, ebeveynlerimin boşandığı dönemdi, bu yüzden onun için zor bir zaman olduğunu tahmin edebiliyorum.

“Ama iyi misin? Kendini fazla yormuyorsun, değil mi?“

“Şimdi gerektiğinde ara verebiliyorum.“

Ah, çünkü artık üvey babam yanındaydı. Daha önce bundan bahsetmişti.

Ama son zamanlarda o da neredeyse her gece geç saatlerde eve dönüyordu.

“Anne, neden bu kadar çok çalışıyorsun?“

Gece geç saatlere kadar çalışmanın, hatta genel olarak çalışmanın ne kadar zor olduğunu düşündüğüm için merak etmiştim.

Ama annemin cevabı—

“Biliyor musun, aslında o kadar da çok çalıştığımı düşünmüyorum.“

“Ama her gün geç geliyorsun.“

“Sadece gece vardiyasında çalıştığım için böyle görünüyor. Çalışma saatlerim aslında normal. Ne kadar geç başlarsan, o kadar geç bitirirsin. Ayrıca gece vardiyası ücreti de alıyorum. Sonuçta bir ’kara şirket’te çalışmıyorum.“

Cevabı oldukça net ve sakindi.

Benim “çok çalışma” olarak gördüğüm şey, annem için sadece “normal” görünüyordu ve “İş gerçekten bu kadar vaktini ve bedenini feda etmeyi gerektiren bir şey mi?” sorusunun taşıdığı anlamı pek kavramıyor gibiydi.

“Ayrıca, şimdi biraz rahatlayıp çay içmeyi, uzun bir banyo yapmayı ve bol bol uyumayı planlıyorum.“

Üvey babam da annem de bana tam bir işkolik gibi görünüyorlardı.

“Sadece kendini fazla zorlama, tamam mı?“

“Teşekkür ederim. Zorlamayacağım.“

“Mhm. Ah, çay, değil mi?“

“Ah, kendim hazırlarım.“

“Ama garip bir saatte uyandım, bu yüzden hemen uyuyabileceğimi sanmıyorum. Sen otur, ben hallederim.“

Bunu söylediğimde, mutfakta ayakta durup bana yardım etmeye niyetlenmiş annem sessizce yerine oturdu.

Elektrikli su ısıtıcısının düğmesini açtım ve suyun kaynamasını beklerken çay yapraklarını aramaya koyuldum.

Ama bu kadar erken saatte dolapları kurcalayarak bir çay kutusu aramak fazla gürültü çıkarabilirdi, bu yüzden bir poşet çay kullanmaya karar verdim. Tabii ki kafeinsiz olanından.

Bir klik sesiyle ısıtıcının düğmesi kapandı. Kaynar suyu bardağa yerleştirdiğim çay poşetinin üzerine döktüm ve fincanı anneme uzattım.

“Şeker ister misin?“

“Yok, böyle iyi. Zaten yatmaya gidiyorum.“

Bunu söylerken, buharı tüten çay fincanını kaldırdı. Ben de annemin izinden giderek sade çay içmeye karar verdim. Karşısına oturdum.

Çay fincanımı yüzüme biraz daha yaklaştırdım. Yükselen buharın içine karışan aroması burnumun ucunu gıdıklıyordu.

“Ne kadar güzel kokuyor, değil mi?“

Başımı kaldırdığımda, annem de aynı pozisyonda çay kokusunu içine çekiyordu. Ya da daha doğrusu, büyürken onu izleyerek bu hareketleri edinmiş olmalıyım. Bazen onunla aynı jestleri yaptığımı fark ediyorum—yemek çubuklarını tutuş şeklim, bir şey söylemeden önce tereddüt edişim ya da fincanı kaldırırken dirseğimi masaya dayamam. O beni bu kadar etkilemişken, işi hakkında hiçbir şey bilmediğimi fark ettim.

“Hey, Anne?“

Çayından başını kaldırdı ve “Ne oldu?“ der gibi yüzüme baktı.

“Çalışmak“ kavramının onun için ne ifade ettiğini nasıl soracağımı bilemedim ama sonunda en basit hâliyle sormaya karar verdim.

“Barmenlik zor bir iş mi? Neden hâlâ yapıyorsun?“

“Bence zor olmayan bir iş yoktur, ama…“

Bir an başını eğdi, sanki cevabı çay fincanında arıyormuş gibi baktı, sonra gözlerini tekrar bana çevirdi.

“Çoğu insan uyurken çalışan pek çok kişiler var—bu sadece barmenlere özgü olduğunu sanmıyorum. Belki Edo döneminde falan farklıydı ama günümüzde şehirler 24 saat boyunca hiç durmadan çalışıyor, biliyor musun?“

“Mesela marketler gibi mi?“

Cevabım fazla basit gibi gelmişti ama beklendiği gibi annem sadece gülümsedi.

“Sadece o da değil. Mesela bu çay.“ Fincanı yavaşça kaldırdı.

“Şu an elektriğin aydınlattığı bir odada, kaynar suyla demlenmiş çay içiyoruz. Su ve elektrik, gece olduğu için bir anda durmuyor. Birileri, bunların kesilmemesi için çalışıyor. Işıkları açabiliyor, su kaynatabiliyor ve hiçbir şey düşünmeden çay içebiliyoruz çünkü bir yerlerde, birileri gece boyunca iş başında.“

“Bu... doğru.“

“Gece boyunca trenleri işleten, kamyonlarla mal taşıyan insanlar var. Depoları ve binaları koruyan güvenlik görevlileri var. Yolları ve demiryollarını gece onaran işçiler var. İşte bu yüzden hayatımız, alıştığımız şekilde devam edebiliyor.“

Şehirde herkes uykuya dalmışken her zaman çalışan insanlar vardı. Çoğunlukta olmasalar da onlar olmadan toplumun altyapısı çökerdi.

“Muhtemelen hatırlamıyorsundur ama iki yaşındayken bir gece aniden ateşlenmiştin.“

“Ne? Hiç hatırlamıyorum.“

Gerçekten şaşırmıştım ama annemin yüzünde “Tabii ki hatırlamazsın.“ der gibi bir ifade vardı.

“Zaten iki yaşındaydın, hatırlamana şaşardım. Neyse, ben de ilk kez anne olmuştum ve gece vakti seni tedavi edebilecek bir doktor bulmam gerekiyordu.“

Beni apar topar hastaneye götürmüş ama vardığımızda ateşim çoktan düşmüştü. Danışmadaki doktordan defalarca özür dilemiş, ama doktor ona kızmak yerine anlayışlı davranmış.

“O zamanlar, o adam da paniklemişti ve benimle hastaneye gelmişti...“

Çayından bir yudum aldı ve yüzü buruştu, sanki çay yaprakları fazla acı gelmiş gibi.

“Anlıyorum...“

“Farklı yaşam tarzlarına sahip işler gerçekten zor olabilir. Geceleri çalışıp gündüzleri uyumak, vücudun hormonal dengesini bozabilir ve sürekli küçük sağlık sorunları yaşamana neden olabilir. Ayrıca, düzensiz adet döngüsüne de yol açabilir.“

“Ah, evet. Bu gerçekten olabilir.“

“Bu yüzden senin de gece geç saatlere kadar ayakta kalmana izin vermiyorum. Çok geç saatlere kadar ders çalışmamalısın.“

“...Ama genellikle sınavlara hazırlanan öğrencilere daha fazla ders çalışmalarını söylemiyorlar mı?“

“Eğer hasta olursan, çalışarak kazandığın tüm bilgileri kullanamayabilirsin. Bu da başına dert açar, sence de öyle değil mi?“

Kesinlikle haklı…

Annem gülümseyerek konuşmaya devam etti. “Ayrıca, çalıştığım bölge en güvenli yerlerden biri sayılmaz ama o kadar da kötü değil.“

Çalıştığı bar, Shibuya’nın hareketli bölgesinin bir köşesinde bulunuyordu. Ana caddeden sadece bir sokak içeride olduğu için çok da güvenli bir yer sayılmazdı.

Bazen sarhoşlar kavga çıkarıyor, arada bir hırsızlık olayları yaşanıyordu. Hatta birkaç dakika yürüme mesafesindeki bir kulübün bir keresinde polis tarafından uyuşturucu bağımlılarını yakalamak için basıldığı söylentilerini duymuştum.

Kaşlarımı çattım. Gerçekten biraz korkutucu.

Annemin çalıştığı bar da o bölgede olsa da, tamamen normal bir yerdi. O sadece orada barmen olarak çalışıyordu, işin içinde herhangi bir karanlık taraf yoktu.

“Bu arada Saki, barmenliğin nasıl bir iş olduğunu biliyor musun?“

“Sadece filmlerde falan gördüm ama... Bardın arkasında durup içki servisi yapan biri değil mi?“

Bu kez annem acı bir tebessümle gülümsedi.

“Tam olarak yanlış sayılmazsın. Temel iş, müşterilere içki servis etmek ve kokteyller hazırlamak.“

Filmlerde ve videolarda buna benzer sahneler gördüğümü hatırlıyorum.

Hayali bir kokteyl çalkalayıcısını tutuyormuş gibi yaptım, iki elimle yukarı aşağı sallayarak.

“Öyle, böyle.“

Annem bunu söylerken, gerçek bir profesyonel gibi hareket ederek bana nasıl yapıldığını gösterdi. Onun hareketleri çok daha akıcı ve doğal görünüyordu. Tam olarak farkın ne olduğunu açıklayamam ama bir şekilde hissedebiliyordum.

Ben sadece hayali çalkalayıcıyı yukarı aşağı sallamıştım, ama annem tüm kolunu kullanarak bir kıvraklık ekledi ve hayali kokteyl çalkalayıcısının ucunun bir yay çizmesini sağladı.

“Bu zor görünüyor.“

“Eğer deneyimi olmayan biri bunu hemen yapabilseydi, buna iş denmezdi, değil mi? Her içkinin nasıl yapıldığını izleyerek öğrenemezsin, bu yüzden birçok kokteyl tarifini ezberlemeli ve kokteyl çalkalayıcı gibi küçük aletleri nasıl kullanacağını öğrenmelisin.“

“Ezberlenecek çok şey varmış.“

“İş için araç gereç kullanmayı öğrenmek her meslek için aynı, değil mi?“

“Bir şirkette çalışsan bile mi?“

“Ah, benim bilgisayar kullanmakta ne kadar kötü olduğumu unuttun mu?“

“Biliyorum.“

Annem, telefondaki takvim uygulamasını bile ancak benim ona göstermemle kullanabilmişti.

“Restoranda yapılan her şeyi, bir barda da yapıyorsun aslında. Müşteri hizmeti, yiyecek ve içecek servisi, muhasebe, envanter yönetimi… Hatta çalıştığın yarı zamanlı işte bile muhtemelen yiyecek ve içecek servisi dışında her şey vardır, değil mi?”

“Evet.“

Annem tamamen haklıydı. Kitapçıda müşteri hizmetleriyle ilgileniyor, muhasebe işlemlerini yapıyor ve rafları düzenliyordum. Henüz bir yıl bile çalışmadığım için kitap siparişleriyle ilgilenmiyordum ama düşündükçe, Yomiuri-san’ın belirli sayıda kitap sipariş ettiğini hatırladım. Bazen Asamura-kun’a, “Sence bundan kaç tane sipariş etmeliyiz?” diye soruyordu ve Asamura-kun’un ona net bir sayı verebilmesi bana inanılmaz geliyordu.

Sipariş edilen kitapların hepsi iade süresi dolmadan satıldığında, ikisi de küçük bir zafer işareti yapıyordu. O anlara ben de dahil olamadığım için hayal kırıklığı hissediyordum.

“Neyse, işin özeti bu.“

“En zor kısmı ne?“

“Hmm, muhtemelen müşteri hizmetleri. Müşterilerin keyifli vakit geçirip tekrar gelmek istemelerini sağlamak önemli. Düzenli müşteriler kazanmak için buna dikkat etmek gerekiyor.“

Bunu söylerken içini çekti, dirseklerini masaya dayayıp çenesini ellerinin arasına aldı.

“Böyle bir yer olmamasına rağmen bizi cinsel olarak taciz etmeye çalışan müşterilerle uğraşmak ve bu konuda öfkeye kapılamamak sinir bozucu olabiliyor.”

“Cinsel taciz mi...?“

“Artık sadece laf atmalarına pek takılmıyorum ama arada bir fazlasıyla ileri gitmeye çalışanlar oluyor.“

Bunu duymak bile beni öfkelendirmeye yetmişti.

“Onları yere mi sermeliyiz yoksa direkt polisi mi aramalıyız?“

Annemin tacize uğrama ihtimalini düşündükçe içimde bir öfke kabarıyordu, sanki birinin avucuna buz kıracağı saplamak istiyordum. Bunu yapmaya nasıl cüret edebilirlerdi?

Ama annem acı bir gülümsemeyle, “Bunu yapmanı istemem.“ dedi.

“Yapamayacağımdan değil, sadece yapmak istemiyorum.“

Farkına varmadan çayım soğumuştu.

Fincanı iki elimle kavrayarak, içinde kalan kehribar renkli sıvıyı küçük yudumlarla içtim.

“Benim için sinirlendiğin için teşekkür ederim.“ dedi. Sanırım suratım asılmıştı.

Ama sonra beklenmedik bir şey söyledi.

“Ama biliyor musun... Bence insanlar üstün varlıklar değiller.“

Bir anda ağır kelimeler kullanmaya başlamıştı.

“Üstün mü?“

“Bunu nasıl söylesem...“ Annem gözlerini tavana dikerek doğru kelimeleri aradı.

“Akıllı? Zeki? Ne dersen de. İnsanların korkunç yaratıklar olduğunu söylemiyorum ama her zaman başkalarının beklentilerini karşılayamayız.“

“Umm...“

──Ne demek istiyordu?

“Yani, bence insan doğasının özü aslında oldukça anlamsız ama hepimiz toplum içinde mantıklı ve düzgün davranmamız beklenerek yaşıyoruz.“

“Eğer herkes aklını kaybedip içinden geldiği gibi hareket etseydi, büyük bir sorun olurdu.“

Bunun yaşanmayacağına inanmak istiyorum. Gece bile musluktan su alıp kaynatabileceğim bir toplumda yaşamak istiyorum.

“Bence sadece mantıkla yaşamak gerçekçi değil. Sonuçta biz de hayvanız. Eğer içimizdeki ufak tefek duyguları bir şekilde dışarı atmazsak, o stres birikmeye devam eder ve giderek daha mutsuz oluruz.“

Belki de stresli insanların sebep olduğu sorunlardan bahsediyordu—aile ilişkilerini bozmak, iş yerinde sıkıntılar çıkarmak gibi.

“Ama bence, izinsiz birine dokunmak hayvanca bir şeyden çok, vahşilik.“

“Bu bakış açına bağlı,“ dedi, yine o acı gülümsemeyle.

Sonra, kendini kontrol edemeyen müşterileri ustaca savuşturmayı bir tür gurur kaynağı olarak gördüğünü açıkladı.

Toplum içinde yaşamanın getirdiği stresi herkes farklı şekillerde atıyordu: bazıları karaoke yaparak, bazıları video oyunlarında insanları “vurarak,“ bazıları spor yapıp ter atarak, bazıları ise ailesine dert yanarak—

Ve bazıları da içki içerek.

Bir bara içmeye giden herkes aynı değildir. Bazıları sadece alkolün tadını çıkarmak isterken, bazıları da “sarhoş olmak“ için gider. Bar, içki içmek isteyen herkes için açık bir mekândır. Annemin inandığı şey de buydu.

“Tabii, bu sadece benim kişisel görüşüm.“

“Hmm, yine de buna pek katılmıyorum.“

“Bu biraz da barın politikalarına bağlı. Bazı barlar, uygunsuz davranan müşterileri anında dışarı atıyor.“

“Keşke sen de öyle bir barda çalışsan.“

“Ama düşün, Saki. Bir müşteri barda stresini atarak rahatlayabiliyorsa, belki de ailesine öfkesini yansıtmaktan kaçınır. Belki de bu, o ailenin dağılmasını önler—sence bu, çok faydalı bir iş değil mi?“

Bir aileyi bir arada tutmak—

“Eh…“

Söylediklerini anlıyordum ama yine de, içime sinmiyordu. İronik bir şekilde, annemin barmen olarak çalışmaya başlaması, ailemizi bir arada tutmaya çalışmasının bir parçasıydı ama sonunda, öz babamla yollarını ayırmalarına neden oldu.

Hayır... Belki de tam tersi.

Belki de yaşananlardan sonra annem bu işte kendini faydalı hissetmeye başladı.

Elinde çay fincanını tutarken, annem bana şefkatli bir gülümsemeyle baktı. Bunu yaparken kendini zorladığına dair hiçbir iz yoktu ve kesinlikle, barmenlik yapmaktan gerçekten tatmin olduğunu hissedebiliyordum.

“Ama bu kadar hassas, karmaşık ve sinir bozucu müşteri hizmetleriyle uğraşmak zor olmuyor mu?“

Annem, sorumu toparlamaya çalışırkenki halime gülerek karşılık verdi.

“Senin durumunda, en son söylediğin kısım muhtemelen gerçek hislerin.“

Evet, sarhoş insanlardan nefret ediyorum.

“Hehe. Yine de kolay olduğunu söyleyemem. Eğer durumu iyi idare edemez ve ’bu kabul edilemez’ sınırını aşarsam, müşteri, ben ve bar için sorun çıkar. Bu da kimse için iyi olmaz.“

Sonra, beni ikna etmek ister gibi parmağını kaldırarak sözlerine vurgu yaptı.

“Mesele, sadece kontrolünü kaybeden müşterileri dışarı atmak değil. Asıl amaç, içlerinde biriken stresi dışa vurmalarına izin verirken aynı zamanda büyük bir sorun çıkarmamalarını sağlamak… İşte bu beceriyi geliştirmek ve uygulamak benim için bir tür gurur kaynağı.“

Kim olursa olsun, bara giren her müşteriyle başa çıkabilmek istiyor.

“Kokteylleri hazırlayıp servis etmek işin en büyük kısmı olsa da, ben asıl hazzı müşteri hizmetinden alıyorum.“ diyerek sözlerini tamamladı.

“Senin işini yapabileceğimi sanmıyorum.“

Sadece dinlemek bile zihinsel olarak yorucu hissettiriyordu.

“Aman ben de lisede okurken şu anki işimin bana uygun olup olmadığını bilmiyordum.“

Annem fincanıma parmağıyla dokunarak “Bitirdin mi?“ diye sordu. Refleks olarak başımı salladım ve o anda fincanımın boş olduğunu fark ettim. Masadan kalkıp hem kendi fincanını hem de benimkini aldı ve lavaboya götürdü.

Yani fincanımda ne kadar çay olduğunu benden daha fazla kontrol ediyordu. Hmm.

“Aceleye gerek yok,“ dedi annem, fincanları durularken.

“Aslında, neye yatkın olduğunu bilmek gerçekten zor.“

“Evet, olabilir.“

“Evet. Garip gelebilir ama senin için sıradan olan bir şey, başkaları için zor olabilir ve belki de senin asıl yeteneğin odur.“

“Gerçekten böyle bir şey olabilir mi? Özellikle iyi olduğum hiçbir şey aklıma gelmiyor.“

Hiçbir zaman kendimi özel bir yeteneğe sahip biri olarak görmemiştim. Bu yüzden en azından okulda başarılı olmaya çalışıyordum.

“Doğuştan gelen bir yetenek olması gerekmiyor. Günlük hayatta farkında olmadan yaptığın şeyler de olabilir. Mesela, bana hep arkadaşlarım dert yanardı. Sanırım beni konuşması kolay biri olduğumu düşünüyorlardı.“

Annemin kibar gülümsemesine bakınca, bunu anladığımı hissettim.

“Daha önce hiç düşünmemiştim ama sanırım ben de hep aynı şeyi yapıyordum.“

Tavsiye vermek, huh?

“Saki, eminim arkadaşların da senden zaman zaman bir şeyler rica ediyordur, değil mi?“

Dürüst olmak gerekirse, Maaya dışında gerçekten ’arkadaşım’ diyebileceğim biri aklıma gelmiyor.

Sosyal ilişkilerde pek iyi olmadığımın farkındayım. Lise birinci sınıftayken, zamanımı ve enerjimi harcamaktansa yorucu ilişkilerden kaçınmanın daha iyi olduğunu düşünüyordum. İnsanların, açıkça söylemediğim şeyleri anlamalarını beklemek gerçekçi değildi. İşte bu yüzden Maaya’ya çok değer veriyorum. O, ne istediğini doğrudan söyleyen biri ve eğer hayır dersem buna saygı duyuyor.

Bir dönem, Maaya dışında tüm arkadaşlarımla bağımı koparmıştım. Son zamanlarda, Asamura-kun’un etkisiyle sosyal çevrem yeniden genişlemeye başladı…

Acaba Maaya gibi insanlar “sosyal kelebek“ olarak mı adlandırılır?

(“Social butterfly“ (Türkçede “sosyal kelebek“ olarak çevrilir) bir deyimdir ve genellikle sosyal ortamlarda çok aktif, girişken, kolayca insanlarla iletişim kurabilen ve bir gruptan diğerine rahatça geçen kişileri tarif etmek için kullanılır. Bu kişiler genelde dışa dönük, enerjik ve sosyal etkinliklerde bulunmaktan keyif alan tiplerdir. “Kelebek“ benzetmesi, bu kişilerin bir çiçekten diğerine konan kelebekler gibi sosyal çevreler arasında dolaşmasından gelir.)


Bekle bir saniye. Şimdi bir şey fark ettim. Ben nerede iş bulup para kazanmayı planlıyordum? Annem az önce kendisi söylemişti.

...Müşteri hizmeti, yiyecek ve içecek servisi, muhasebe, envanter yönetimi… Hatta çalıştığın yarı zamanlı işte bile muhtemelen yiyecek ve içecek servisi dışında her şey vardır, değil mi?”

Evet, doğru. Sadece kitapçıda yarı zamanlı çalışmayı denemiştim ama sonunda tüm bu işleri yapar hale gelmiştim. Çok stresli bulduğu için arkadaşlıklarını kolayca kesen biri gerçekten müşteri hizmetleriyle başa çıkabilir mi?

Ne kadar düşünsem de bu bana imkansız gibi geliyordu.

Annemi bulaşıkları süzgece koyarken duydum, “Acele etmene gerek yok.“ diye tekrarladı.

“Evet...“

Ona iyi geceler dileyip odama döndüm.

Başkaları için zor ama benim için kolay olan bir şey mi?

Böyle bir şey var mı? Son zamanlarda yaşananları düşündüm ama aklıma hiçbir şey gelmedi.

Modern Japon Edebiyatı testinde zorlanırken Asamura-kun’a güvenmiştim. Okul gezisinde onunla görüşemediğim için canım sıkıldığında Maaya beni motive etmişti.

Asamura-kun da, Maaya da müşteri hizmetlerinde iyi gibi görünüyor.

Ben ise kendimi tamamen işe yaramaz hissediyorum. Tek yardımcı olabildiğim zaman, Asamura-kun’la kıyafet alışverişine çıktığımız gündü. O gün beni çok övmüştü ama ben sadece ona yakışacak kıyafetleri seçmiştim. Bununla övünecek bir şey yoktu.

Telefonumu elime aldım, şu an şarjdaydı. Kahvaltıya kaç saat kaldığını merak ettim.

Ekranı açtığımda, Tsukinomiya Kadın Üniversitesi mezunlarından olan tasarımcı hakkındaki makale tekrar karşıma çıktı.

Daha önce düşündüğüm gibi, moda hakkındaki bilgim en iyi ihtimalle amatörceydi. Kendi başıma tasarım yapabilmek söz konusu bile olamazdı. Bu noktada, şimdi moda ve sanat okumaya başlasam bile yetişebileceğimi sanmıyordum.

Ama yine de—

Acaba insanlara, Asamura-kun’a yardım ettiğim gibi kıyafet seçmelerinde yardımcı olabileceğim bir iş var mı?

“İş aramak, huh...“

Perdelerimin aralığından sabahın mavi gökyüzüne gözüm ilişti.

İçeri süzülen ince güneş ışınları yatağımın üzerinde ışık şeritleri oluşturuyordu.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


87   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   89