Yukarı Çık




88   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   90 


           
21 Nisan (Çarşamba) – Asamura Yuuta





Gözlerimin ardında bir ışık hissettim ve yavaşça göz kapaklarımı araladım.

Perdemin arasındaki boşluktan, binaların dar aralığından sızan güneş ışığı görünüyordu.

“…!“

Bu çok kötü.

Dün geceye dair anılar bir anda gözümün önüne geldi. Ayase-san bana sıkıca sarılmışken onu bir havlu örtüyle sardığımı ve sakinleşene kadar onu kucakladığımı hatırlıyorum. Onun sıcak bedenini ve sessiz nefes alışını hissettiğimi hatırlıyorum ve en sonunda, uykunun beni de ele geçirdiğini…

Hem de Kendi dairemizde. Babam ve Akiko-san da evdeyken.

Anaokulu çağındaki kardeşlerin aynı yatakta sarılarak uyuması kabul edilebilir bir şey olabilir, ama peki ya lise çağındaki iki kardeşin? Günümüz Japonya’sında, bir felaket sonucu karlı bir dağda mahsur kalmadıkları sürece böyle bir şeyin yaygın olması mümkün değil, değil mi? Belki de kardeşler aşırı derecede yakınsa böyle bir şey yaşanabilir, ama… mesele bu değil; Ayase-san ve ben zaten kan bağı olan kardeşler değiliz.

Basitçe söylemek gerekirse, sadece birbirinden hoşlanan bir kız ve bir erkeğiz. Bir saniye… Kan bağı olsaydı, bu daha da kötü olmaz mıydı? Kardeşler arasındaki aşkın etik boyutu epey karmaşık bir mesele.

…Ayase-san nerede?

Yanımda uyuduğuna dair hiçbir iz yoktu. Benden önce uyanıp odadan mı çıkmıştı?

Apar topar doğruldum ve omuzlarımdaki battaniye kayarak aşağı düştü.

Battaniye mi? Belime dolanmış kumaşa bakarak hatırlamaya çalıştım. Ona örttüğüm tek şey bir havlu battaniyeydi (örtüsü). Klima kapanmıştı ve şafaktan beri odanın sıcaklığı hissedilir derecede düşmüştü. Büyük ihtimalle, Ayase-san bu battaniyeyi benim üstüme örtmüştü.

Yumuşak kumaşı avuçlarımın içinde tuttum ama sıcaklığı çoktan kaybolmuştu. Bu yokluk, yanı başımda hissettiğim o sıcaklığı hatırlamama neden oldu ve yanaklarım alev alev yandı. Böyle bir durumda uyuyakalmış olmama inanamıyorum ama kollarımda hissettiğim o narin bedeninin sıcaklığı öylesine huzur vericiydi ki… İşte bu yüzden onu kaybetmekten korktum. En ufak bir hareketin bu anı yok edeceğinden endişelenerek bedenimi kıpırdatmaya bile cesaret edemedim.

Bu, kucağında uyuyan bir kediyi uyandırmak istemeyen bir kedi severin hislerine benziyordu—gerçi belki de tam olarak öyle değildi.

Pijamalarımı giymeden uyuyakalmıştım. Kırışmış giysilerime somurtarak baktım, ardından loş odada gözlerimi tekrar gezdirdim.

Tahmin ettiğim gibi, Ayase-san hiçbir yerde yoktu.

Işığı açtım, ayağa kalktım ve kapıyı kontrol ettim. Kilitli değildi. Muhtemelen benden önce uyanıp çıkmıştı. Odaya geldiğinde içeriden kilitlemişti, bu yüzden babam ya da Akiko-san tarafından görülmüş olacağımızı sanmıyorum. Yine de, bu sefer fazlasıyla dikkatsiz davrandım.

Saatime baktım; sabah yediyi geçmişti. Eğer tekrar uyursam kesinlikle geç kalırım. Mecburen kalkmalıydım.

Babam ve Ayase-san ile (Akiko-san muhtemelen hâlâ uyuyordu) yüz yüze gelmenin yaratacağı tuhaflığı düşünmek, adımlarımı ağırlaştırdı ama sonsuza kadar odamda da kalamam. Kendimi toparlayarak dışarı çıktım.

Banyoya gidip yüzümü yıkadım. Soğuk suyun tenime çarpması, kalbimdeki huzursuzluğu da biraz olsun silmiş gibiydi.

“Phew…“

Derin bir nefes aldım ve yemek odasına doğru ilerledim.

Kapıyı açtığımda Ayase-san oradaydı. Döndü ve göz göze geldik—

Sonra hemen bakışlarını kaçırdı.

Bu hareketi fazlasıyla ani ve doğal olmaktan uzak görünüyordu ama açıkçası, onun garip tavırlarını yadırgamaya hakkım yoktu çünkü ben de aynı anda gözlerimi kaçırmıştım.

O çoktan okul üniformasını giymiş, üzerine bir de önlük takmıştı. Hiçbir sorun olmadan uyanmış, kahvaltıyı hazırlamıştı. Ben ise deliksiz uyuyarak ne bir katkıda bulunmuştum ne de üzerime düşeni yapmıştım. İçimde bir suçluluk duygusu yükseldi.

Kalbim hızla çarpıyordu ve sinirlerimi yatıştırmakta zorlanıyordum.

Yüzüne bakmadan konuştum.

“Günaydın…“

“Mm. Günaydın.“

Ayase-san’ın sesi de en az benimki kadar gergindi.

Göz ucuyla yemek masasının başında oturan babama baktım. Muhtemelen tabletinde gazeteyi okuyordu ve başını bile kaldırmadı. Ah, neyse ki fark etmedi.

Masaya otururken önümdeki yemeğe teşekkür etmek için ellerimi birleştirdim. Bugün kahvaltıda ızgara somon fileto, kavrulmuş deniz yosunu ve rendelenmiş turp vardı—tam anlamıyla geleneksel bir Japon kahvaltısı.

Hafif bir sesle önüme bir kâse pirinç bırakıldı. Parlak beyaz tanelerden yükselen buhar iştah açıcı görünüyordu.

“Al bakalım,“ dedi Ayase-san, önlüğünü çıkarırken.

“Teşekkürler.“

Göz göze geldik, ama hemen ardından ikimiz de hızla bakışlarımızı kaçırdık. Tanrım, bu gerçekten çok garip.

“Hadi yiyelim…“

“Hm? Neyin var?“

Babam bana bakıyordu.

“Hiçbir şey.“

“Normalden daha sessizsin. Görünüşe göre geç kalacaksın, her şey yolunda mı?“

“Zamanı biraz zorlayacağım ama yetişirim.“

“Eğer acelen varsa, bulaşıkları bırakıp gidebilirsin. Bugün işe geç başlayacağım, ben hallederim.“

“Hayır, gerek yok, ben yaparım.“

Izgara somon filetolarını yemek çubuklarımla parçaladım, üzerine biraz soya sosu gezdirip pirincin üzerine döktüm. Sonra yemek çubuklarımla hem pirinci hem de somonu bir arada alıp ağzıma götürdüm. Somon tam kıvamında pişirilmişti, hâlâ sıcaktı, pirinç ise yumuşak ve kolay çiğneniyordu. Balığın suyu, beyaz pirinç ve soya sosu ağzımda karışarak tarif edilemez bir lezzet oluşturdu ama bugün, bu tadı tam anlamıyla çıkarmaya vaktim yoktu. Yavaş çiğnemek mide ve genel sağlık için daha iyi olsa da, eğer beş dakika içinde bitirmezsem kesinlikle geç kalacaktım.

Şimdilik sağlığımı bir kenara bırakıp aceleyle yemem gerekecek.

O sırada Ayase-san çantasını aldı ve arkasını dönerek çıkmaya hazırlandı.

“Ben çıkıyorum.“

Onun girişe doğru uzaklaşan sırtına bakarken, babam arkasından seslendi. “Kendine iyi bak!“

Ben de aceleyle seslendim.

“Kendine iyi bak!“

“Yuuta, ağzında lokma varken konuşmak görgü kurallarına aykırıdır.“

“Ah, evet.“

Bunu biliyorum ama aynı zamanda onu uğurlarken düzgün bir şekilde veda etmek ve eve döndüğünde de karşılamak istiyorum.

Yemek yemeye devam ederken, ön kapının kapanan sesini duydum.

“Hey, Yuuta,“ dedi babam alçak bir sesle.

Kalbim bir an yerinden fırlayacak gibi oldu.

“…Uh, evet?“

“Geç saatlere kadar ayakta durma. Sağlığını bozarsan kötü olur.“

“Ah, mesele buydu yani.“

“Hm?“

“Ah, yok, bir şey değil. O kadar da geç yatmadım.“

“Öyle mi? Peki, o zaman sorun yok.“

Üzgünüm baba. Aslında geç yatmadım; aksine erken uyudum ama bu, ders çalışırken uykusuz kaldığım için değil, Ayase-san’ı kollarımda tutarken uyuyakaldığım içindi—bunu kelimelere dökmeye çalışınca inanılmaz derecede uygunsuz hissettirdi.

Ama Ayase-san’a haber vermeden babama her şeyi anlatamazdım. Bir gün anlatmam gerekirse, bunu ancak onunla konuştuktan sonra yapabilirdim.

…Gerçekten bunu yapabilir miyim?

Babam ve Akiko-san’a ilişkimizden bahsetmeyi düşündüğümde, içimi bir gerginlik ve suçluluk duygusu kaplıyor.

Hayır, suçluluk değil de─

Bunu açıkça dile getirmekte tereddüt ediyorum, sanırım.

Ah, hay aksi, çıkma vakti geldi!

“Yemek için teşekkürler!“

Bulaşıkları alelacele toparladım ve kapıdan hızla çıktım.

Bisikletle okula giderken çiçeksi bir koku aldım ama bunun hangi çiçekten geldiğini düşünecek vaktim yoktu.




İlkbaharın sonlarına doğru bir sabah vaktiydi.

Ders sırasında sabah yaşananları tekrar tekrar düşündüğümü fark ettim.

Ayase-san ve ben neredeyse yakalanıyorduk. Yaptığımız şey, gerçek kardeşlerin—en azından normal şartlarda—asla yapmayacağı bir şeydi. Yakalanmadığımız için içten içe büyük bir rahatlama hissettim ama aynı zamanda, bir fırsatı kaçırmışız gibi de geliyordu.

Eğer kardeş olmasaydık, sıradan bir lise çifti gibi davranmamız tuhaf karşılanmazdı… yine de bunu insanların gözüne sokacak bir şey de değil.

Ve bir de içimde hissettiğim bu tereddüt meselesi var.

Bu hissin asıl kaynağını anlamaya çalışırken tamamen düşüncelerime daldım.

Sonuç olarak, sabah derslerine hiç odaklanamadım ve farkına varmadan öğle yemeği vakti gelmişti.

“Yo, Asamura!“

Biri adımı seslendiğinde başımı kaldırdım.

“Yoshida?“

“Yine dalıp gitmişsin, ha? Bu sefer ne düşündün bilmiyorum ama boş ver, kantine gidip bir şeyler yiyelim.“

Okul kantini, huh? Normalde okulun küçük mağazasından ekmek alıp geçiştirirdim ama bu sabah doğru düzgün kahvaltı edemediğim için karnım gerçekten açtı.

“Tamam, iyi fikir.“

Cüzdanımı çantamdan çıkarıp ayağa kalktım. Gözlerim istemsizce Ayase-san’a kaydı. Her zamanki gibi, Sınıf Temsilcisi de dahil olmak üzere etrafı kızlarla çevriliydi. Sıralarını bir araya getirerek bir ada oluşturmuşlardı.

Son zamanlarda sık sık birlikte yemek yiyorlar gibi görünüyordu. Ayase-san’ın ikinci sınıfta öğle yemeğinde ne yaptığını bilmiyorum ama o da benim gibi muhtemelen ya yalnız ya da ara sıra Narasaka-san ile birlikte yiyordu.

Sanırım Ayase-san’ın etrafındaki ortam, üçüncü sınıfa geçtiğimizden beri epey değişti.

Peki… ya benim için durum nasıldı?

Önden hızla yürüyen Yoshida’yı takip ederken, sabah babama karşı hissettiğim o tuhaf tereddüdü anlamaya çalıştım ama düşüncelerim bir döngüye girip duruyordu, o hissin kaynağını bir türlü yakalayamıyordum. Böyle zamanlarda genelde Maru bunu fark eder ve endişelerimi anlatabilmem için bana kulak verirdi... Ama bu, benim kendi meselem ve bir başkasının bunu umursamasını beklemek yanlış olur. Bu sorunu kendi başıma çözmenin bir yolunu bulmalıyım—

“Geldik.“

“Ah, evet.“

Gerçekliğe geri döndüm.

Yoshida telefonunu cebine koyuyordu.

“Hm? Telefonun mu çaldı?“

“Yok, sadece bir mesaj. Boş ver.“

Bunu söyledikten sonra kayar kapıyı açarak kantine girdi.

Suisei Lisesi’nin kantini, spor kulüplerinin soyunma odaları ve havuzu barındıran uzun bir binaya bitişik olarak inşa edilmişti. Beklenmedik şekilde geniş bir alanı vardı; her biri yaklaşık altı kişilik oturma kapasitesine sahip ondan fazla masa bulunuyordu. Ancak iki ya da üç sınıf dolusu öğrenciyi alabilecek kapasitesine rağmen, genel öğrenci kitlesi tarafından pek tercih edilmiyordu. Bunun sebebi, menüsünün oldukça sınırlı olmasıydı. Maru’dan duyduğuma göre, burası daha çok spor kulüplerinin üyeleri tarafından kullanılıyordu—açlıktan gözleri parlayan yırtıcı hayvanlar misali buraya üşüşüyorlardı.

İç mekan, kendin servis yapabileceğin bir soba restoranını andırıyordu. Girişin yanında bulunan bir bilet makinesinden istediğin yemeği seçiyor, ardından biletinle birlikte sıraya giriyordun.

Sıradaki öğrencilerin çoğu, iri yapılarından da anlaşılacağı üzere sporcular gibi görünüyordu.

“Baksana, porsiyonlar burada devasa.“

“Öyle görünüyor.“

“Ama tatları vasat, özel bir yanı yok.“

Yoshida’nın dürüst yorumuna gülümseyerek karşılık verdim.

“Sorun değil, zaten şu an bayağı açım.“

Yoshida katsudon seçti, ben ise chikuwa tempura udon aldım. Yoshida’nın dediği doğruydu, porsiyonlar gerçekten büyük tutulmuştu. Hatta tempura parçaları bile üst üste yığılmış gibiydi.

(Katsudon: Derin yağda kızartılmış domuz pirzolası, yumurta ve soğanla yapılan ve bir kase pirinç üzerinde servis edilen bir Japon yemeği.)

(Chikuwa: Balık ezmesi ve buğday unundan yapılan, çorba, güveç ve kızartma gibi çeşitli yemeklerde kullanılan bir tür Japon balık köftesi.)

Yemeğimi tepsiye koyduktan sonra boş bir masa aramaya başladım.

“Asamura, buradayız.“

“Hm?“

Nedendir bilinmez, yan tarafa bile bakmadan masaya doğru yürüdüm. Başımı şaşkınlıkla eğerek Yoshida’nın karşısındaki koltuğa oturdum.

Çaprazımda oturan bir kız başını eğerek konuştu.

“Geçen günkü yardımınız için teşekkür ederim.“

—Hm?

Sesini tanıdım ve yukarı baktım. Bana hitap ettiğinden emindim, ama bu kızı tanıdığımı hatırlamadığımdan eminim... Ah, bu o

“Yok yok, ben pek bir şey yapmadım. Asıl işi Yoshida yaptı.“

“Evet doğru.“

“Kendini böyle öveceksin misin gerçekten?“

Bu küçük şakalaşmadan sonra dikkatimi kıza çevirdim.

Yuvarlak yüzlü ve saçlarını çift kuyruk şeklinde toplamış olan bu kızın adı—

“Makihara-san, değil mi?“

“Yaşasın, beni hatırladın! Evet, ben Makihara. Okul gezisinde benimle ilgilendiğiniz için teşekkür ederim.“

Bu kız, okul gezisinde kansızlıktan bayılan kişiydi. Yoshida ve ben onu kaldığımız otele götürmüştük; hatta yolun büyük bir kısmında Yoshida sırtında taşımışt8. Beyaz porselen gibi bir tene sahipti ve oldukça narin biri olduğunu duymuştum.

“Yani, Yuka özellikle sana tekrar teşekkür etmek istedi.“

…Yuka mı?

“Ah, anladım.“

Kimden bahsettiğini bir şekilde tahmin edebildim.

Demek en başından burada buluşmayı planlamışlar. İçeri girmeden önce Yoshida’nın telefonuyla uğraşıyor olması muhtemelen ona geldiğimizi haber vermek içindi.

“Asamura-kun, çay ister misin?“

“Huh?“

“Senin için alayım ve yoshida-kun için de.“

Makihara-san’ın tepsisine baktığımda, içinde hojicha çayına benzeyen renkte bir sıvı bulunan plastik bir bardağın yaklaşık yüzde 80 dolu olduğunu gördüm.

(Hōjicha, Japon yeşil çayıdır. Kömür üzerinde porselen bir kapta kavrulmasından dolayı diğer Japon yeşil çaylarından farklıdır. Oksitlenmeyi önlemek ve diğer buharda pişirilen Japon çaylarının aksine, açık altın rengi elde etmek için 150 °C’de kavrulur.)

“Ah, ben kendim alabilirim. Gerek yok, gerçekten.“

“Kantindeki ücretsiz çayı getirmek büyük bir teşekkür sayılmaz belki ama en azından bu kadarını yapayım. Sonuçta size biraz zahmet verdim.“

“Kabul et gitsin, bu onun teşekkür etme şekli.“

“Onu zahmete sokuyormuşum gibi hissediyorum ama…“

“Gerçekten sorun değil, küçük bir şey sonuçta,“ dedi Makihara-san nazik bir gülümsemeyle ve içecek otomatına yöneldi.

“Oldukça düşünceli biri, değil mi?“

“Evet, ben de öyle düşünüyorum.“

Okul gezisinden bu yana yaklaşık iki ay geçmişti ve hâlâ bana teşekkür etmek istemesi, onun gerçekten ciddi ve saygılı biri olduğunu gösteriyordu.

“Bu arada Yoshida, eğer kantine benimle gelmeseydin ne yapacaktın?“

Normalde okulun mağazasından bir şeyler alırdım ama bugün doğru düzgün kahvaltı yapamadığım için Yoshida’ya katılmıştım. Bu tamamen tesadüftü.

“Hiç sorun değil, Yuka ve ben yalnız başımıza öğle yemeğimizi yerdik.“

“Ah... ben şu anda üçüncü tekerlek miyim?”
( Maalesef tam bir çevirisi yok genel anlamda bir çiftin yanında olan kişi anlamına geliyor)

“Yok, yok.“

“Neyden bahsediyorsunuz siz?“

Makihara-san geri dönmüştü. İnce bir hareketle, çay bardaklarını tepsilerimizin üzerine yerleştirdi.

Ona teşekkür ederken, Yoshida ve ben sanki önemli bir şey konuşmuyormuşuz gibi davranarak konuyu kapattık.

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg5NbuzFI6C6iwmOb7Ggy02lzvL5_e7zIM4Udc42B2_zW2RwMruEwAIHqafjgfFfadlBD6Shs41jSqgbx9qrLNFHgHK5laedNl4EbGkbevHdrt2Gbbsuii4IB6OGCM70g_T_hDCbOx6QJ2Tupm-segfr6hzC9EZSVlfwbFl-QtwfHvZDmxkWGteepL1yA/s2048/Chapter%205-1.jpeg

Düşünüyorum da, Yoshida ve Makihara-san ne zaman bu kadar yakınlaştı da birlikte öğle yemeği yemeye başladılar? Bu tür düşünceler zihnimden geçerken, yemek yerken okul gezisini anımsayıp sohbet ettik. Sonuçta, zorlukları birlikte aşarak bir bağ kurmanın güzel bir şey olduğu söylenir.

Onlardan önce yemeğimi bitirdiğim için izin isteyip kalktım. Belki de benim yokluğumda daha rahat bir sohbet edebilirlerdi. Bulaşıklarımı toplama noktasına bırakıp kantinden ayrıldım.

Dışarı çıkınca parlak güneş ışığı gözlerimi kamaştırdı ve kısarak bakmak zorunda kaldım. Nisan ayının sonuna yaklaştıkça güneş daha yakıcı hale geliyordu. Gökyüzü öyle parlaktı ki gözlerimi acıttı, bu yüzden hızla okul binasının içine sığındım. Sınıfa doğru yürürken, Yoshida ve Makihara-san’ın birlikte yemek yiyişlerini gördüğümde içimde kıskançlık hissetmeden edemedim.

Ayase-san’ı sevdiğimin farkındayım ve o da bana karşı hisleri olduğunu söylemişti. Okul gezisinden sonra, duygularımızı zorla saklamaya çalışmayı bırakmaya ve birbirimize olabildiğince doğal davranmaya karar verdik.

Ama gerçekte bizim ilişkimiz neydi?

Birbirimize aşkımızı itiraf ettik, hatta öpüştük—birbirimize sarılarak uyuduğumuzdan bahsetmiyorum bile—ama hâlâ birlikte öğle yemeği bile yiyemiyoruz. İşler nasıl bu hâle geldi? Okulda düzgün bir şekilde konuşamadığımız için ikimiz de yalnız hissediyoruz ve eve döndüğümüzde, yalnız kaldığımızda birbirimize dokunmadan duramıyoruz.

Bu gerçekten “doğal davranmak“ mı?

Sınıfa girerken, Ayase-san ve birkaç kızın yanımdan geçtiğini fark ettim. Nereye gidiyorlardı acaba? Göz göze geldik ama ikimiz de hemen bakışlarımızı kaçırdık.

O gün okulda hiç konuşmadık ve dersler bittikten sonra eve gitme vakti geldi.




Akşam, yine kitapçıda vardiyam vardı.

Ayase-san ile aynı vardiyada çalışıyorduk ama hâlâ tek kelime bile konuşmamıştık. Doğal olarak, iş sırasında sohbet etmemiz ya da birbirimize dokunmamız zaten mümkün değildi. Tezgahtaki dar alanda omuzlarımız neredeyse birbirine değiyordu ama bir kitaba kapak geçirirken, bir şeyin fiyatını kontrol ederken ya da müşteriden ödeme alırken, birbirimizin varlığına dikkat edecek zamanımız bile olmuyordu. Ayase-san bu kadar yakınımdaydı ama bir o kadar da uzaktı.

Mola sırasında, ofiste tek başıma oturup sıcak su makinesinden doldurduğum çayımı yudumlarken, öğle yemeğinde Yoshida ile yaptığım konuşmayı düşündüm.

Makihara-san ve Yoshida’nın neşeyle sohbet ettiğini izlerken kıskanmıştım. Ayase-san da geçen gün aynısını söylememiş miydi?

“Öğle yemeğini birlikte yemek, huh… Kulağa hoş geliyor.“

Ayase-san bunu, Shinjo ile birlikte öğle yemeği yemem yüzünden kıskançlık hissettiği için söylemişti. Sonunda, onun ne hissettiğini gerçekten anlayabilmiştim.

Yine de, bu sabah olanları düşündüğümde, ebeveynlerimizin bizi birlikte yatakta yakalamamış olmasına seviniyorum ama babama karşı hissettiğim garip duygu hâlâ içimde. Akiko-san ve ondan neden ilişkimizi saklamak istiyorum? Eğer her şeyi açıkça söyleseydim, Ayase-san ve ben normal bir lise çifti gibi davranabilirdik. Tabii, babam ve Akiko-san’ın ilişkimizi onaylamama ihtimali de var. Kanunen üvey kardeş olduğumuz için önümüzde bir engel yoktu ama yine de aile olduğumuz düşünülünce bu durum onları rahatsız edebilirdi.

Ama… babam en azından böyle bir insan gibi görünmüyor. Bana bağırsa ya da onunla birlikte olmamamı söylese bile, Ayase-san’a olan hislerim konusunda yalan söylemek istemem. Zamanı geldiğinde, tıpkı büyükbabamın önünde onu savunduğum gibi, bu duygumu net bir şekilde dile getirmek istiyorum. “Ben, Ayase-san ile çıkmak istiyorum.“ demek istiyorum. Sadece şu an değil, her zaman.

Ah, şimdi anladım. Henüz bunu tam anlamıyla, ne Akiko-san’a ne de babama, özgüvenle söyleyebilecek durumda değilim. Daha kendi hayatımla ne yapmak istediğimi bile bilmezken, onlardan içinde bulunduğumuz ilişkiyi olduğu gibi kabul etmelerini isteyemem.

Kapım tıklatıldı ve ardından açıldı. Başımı kaldırdım ve içeri giren Ayase-san ile göz göze geldim. Tam da onu düşünüyordum ve kalbim bir an duracak gibi oldu.

“Ayase-san?“

“Ah, um…“

Odaya sessizce süzüldü ve nazikçe kapıyı arkasından kapattı. Hareketleri dün geceyle aynıydı ve içimde aniden bir deja vu hissiyle birlikte kalbim hızla çarpmaya başladı.

“Ş-şey, dün gece hakkında… Üzgünüm.“

“Hayır, ben de dikkatsizdim.“

“Belki de sadece çok yorgundum. Uyuyakalmama inanamıyorum. Soğuk falan kapmadın, değil mi?“

“Hayır, iyiyim. Umm, sen de molada mısın, Ayase-san?“

Öyle olduğunu düşünmüştüm ama bunu söyler söylemez, Ayase-san’ın yüzü bir anda farkındalıkla aydınlandı.

“Ah, hayır. Asamura-kun… a-ah, yani Asamura-san, müdür seni çağırıyor. Depoya gitmeni istiyor.“

“Huh…?“

“Dediğim gibi, seni çağırıyor.“

Demek sadece bir mesajı iletmek için gelmişti.

“Ş-şey, artık söylediğime göre…“

Bunu söyledikten sonra, Ayase-san hızla kapıdan çıkıp gitti. Başka seçeneğim olmadığı için molamı yarıda bırakıp ofisten ayrıldım. Depoya çağrılmış olmam muhtemelen iade edilecek kitapları paketleme ya da benzeri bir iş anlamına geliyordu. Kapıdan çıktıktan sonra fark ettim ki, selamlaşmalar hariç, Ayase-san’la iş yerindeki ilk konuşmamız buydu. Tabii, bir mesaj iletmeyi “konuşma“ olarak sayabilirsek.

“Asamura-san, huh…“

Ayase-san’ın bana nasıl hitap ettiğini hemen düzelterek aramızda mesafe koymaya çalışması tam ona göre bir hareketti. Odada sadece ikimiz olsak bile buna dikkat ediyordu.

“Ne oldu, Asamura-kun?“ Depo kapısını açar açmaz müdür bana seslendi.

“Huh...? Ah.“

Ayase-san’ı düşünmeyi şimdilik bir kenara bırakıp işe odaklanmam gerekiyordu.

“Şey, bir şeye yardım etmemi istemişsiniz?“

“Evet ama mola sonrası yapabilirdin, dert değil.“

“Önemli değil, yeterince dinlendim.“

“Kusura bakma o zaman. Şu iade kutularını sevkiyat rafına taşımanı istiyorum.“

Müdürün ayaklarının dibinde bir, iki… tam yedi tane ağzına kadar dolu karton kutu vardı.

“Hepsi bunlar mı?“

“Evet, hepsi bu.“

Demek paketleme değil, taşıma işi.

“Anlaşıldı. El arabasını getiriyorum.“

İade kitapları almakla görevli nakliye şirketi, sevkiyat rafına yerleştirdiğimiz karton kutuları aldı.

Başka bir deyişle, belirlenen saate kadar kutuları oraya koymazsak, iadeler geçersiz sayılacaktı. Nakliye şirketi genellikle gece geç saatlerde gelirdi ancak mağaza o saatte kapalı olduğu için, paketleri mesai saatleri içinde taşımamız gerekiyordu.

Ve bu taşıma işinin büyük kısmı, benim gibi genç yarı zamanlı çalışanlara kalıyordu. Genç olmanın doğrudan güçlü olmak anlamına geldiğini düşünmüyorum ama iş iştir, şikâyet etmenin bir anlamı yoktu.

“Sanırım bunu iki seferde halledebilirsin. Yapabilir misin?“

“Evet.“

El arabasını getirip kutuları yükledim ve raflara yerleştirdim. Tam iki sefer yaptım. İşim bittiğinde molam da sona ermişti, bu yüzden doğrudan kasaya geri döndüm.

Daha önce olduğu gibi, Ayase-san yine yanımda duruyordu, ancak vardiyamız boyunca fazla konuşmadık. Konuştuğumuzda da sadece işle ilgili şeylerdi—“Şunu uzatabilir misin?“ ya da “Buna kapak takar mısın?“ gibi. Sonuçta iş yerindeydik.

Yine de, birbirimize dokunamamak sinir bozucuydu ve eve döndüğümüzde kesinlikle bu açığı kapatma ihtiyacı hissedecektik.

—Gerçekten böyle devam etmek doğru mu?

Bu soru, zihnimin derinliklerinden yüzeye çıktı.

Tek bir şeyi kesin olarak biliyordum —ebeveynlerimizin ilişkimizi öğrenmesini henüz istemiyordum. Duygularımdan emin olmama rağmen, geleceğim konusunda aynı güvene sahip değildim.

Üçüncü sınıfa geçtiğimizden beri Ayase-san’ın ne kadar değiştiğini görmek, benimse hiç değişmediğimi fark etmemi sağladı. Geleceğim hakkındaki düşüncelerim hâlâ belirsiz ve netlikten uzak.

En azından, babam ve Akiko-san bizim hakkımızda her şeyi öğrendiğinde onlarla paylaşabileceğim sağlam bir gelecek planım olmasını istiyorum. Sanırım böyle bir planımın olmaması, içimde hissettiğim suçluluk duygusunun asıl nedeni.

İşten sonra, Ayase-san’la birlikte eve yürüdük.

Gece geç saatlerdi ancak Nisan rüzgârı artık ılıktı, bu yüzden soğuktan korunmak için birbirimize sokulmaya gerek kalmamıştı.

Rüzgârın taşıdığı tatlı çiçek kokusu, bahardan yaza geçişin habercisiydi. Yoldan geçen insanların kıyafetleri incelmiş ve renkleri daha canlı hale gelmişti. Altın haftadan sonra, muhtemelen daha fazla insan kısa kollu giymeye başlayacaktı.

Boğucu, gri mevsim artık geride kalmıştı.

Yine de, Ayase-san ve benim aramda uzanan sessizlik bir türlü bozulmuyordu. Eve doğru ilerlerken, aramızdaki boşluğu dolduracak tek bir kelime bile çıkmıyordu.

“Ben geldim,“ diye seslendik kapıyı açarken. Ardından, ikimizden de bir rahatlama nefesi yükseldi.

Sonunda evdeyiz.

Karnım zil çalıyor. Bir an önce bir şeyler yemem lazım.

“Ah, bu akşam yemek sırası bende, değil mi?“

Çarşamba günüydü. Akşam yemeğini hazırlama sırası bendeydi. Girişte herhangi bir ayakkabı görmediğime göre, babam henüz eve gelmemişti.

Demek üç kişilik yemek yapacağım. Babamın yemeğini ayırırım. Dışarıda yiyecek olursa zaten haber verirdi.

“Yardım edeyim mi?“ Ayase-san koridorda durarak bana döndü.

“Dönüşümlü yemek yapmanın bir anlamı kalmaz. Sorun değil.“

“Anladım.“

Bu kısa cevabın ardından Ayase-san odasına çekildi.

Bütün gün doğru düzgün konuşmamıştık ama en azından birlikte yemek yiyebileceğiz.

Şimdi, ne pişirsem?

Eşyalarımı odama bırakıp telefonumun Notlar uygulamasını açtım. Şu an yemek yapma repertuarım oldukça sınırlı, bu yüzden bir döngü oluşturmuştum. Yapabildiğim yemeklerin bir listesini tutuyor ve her birini kaç kez yaptığımı not ediyordum.

Saat 9’u geçmişti, bu yüzden çok fazla vakit harcamak istemiyordum… Ama sürekli sebzeli sote yapmaktan da sıkılmıştım.

“Önce buzdolabına bakalım.“

İlk iş, elimde hangi malzemelerin olduğuna bakmaktı.

Buzdolabını açtığımda, plastik sarılı bir tencereyle karşılaştım. Bu da ne? Tencereyi çıkarıp içine göz attım. Görünüşe göre artan nikujaga vardı, tencerenin yaklaşık dörtte biri doluydu. Muhtemelen Akiko-san öğle yemeği için yapmış ve kalanları buzdolabına koymuştu. Güzel, bunu sadece ısıtırsam…

(Nikujaga, Japon mutfağında tatlandırılmış soya sosuyla haşlanmış et, patates ve soğandan oluşan bir yemektir)

“Bu yeterli olur mu ki?“

Buzdolabında sebzeler vardı ama et yoktu.

Şüphede kalınca Google’a sor: “Nikujaga + yemek artıkları“

Kroket, güveç, gratin, köri… birçok seçenek çıkmıştı.

Köri, ha? Fena fikir değil. Daha fazla et ekleyemem ama bunu sebzeli köri olarak düşünebilirim. O zaman tek yapmam gereken marketten aldığımız köri kalıplarını eklemek olacak, yeterli olacaktır. Ayrıca birkaç patates, havuç ve soğan da eklerim.

Nikujaga’nın kalanlarına doğrudan su ekledim, ardından köri kalıplarını içine attım. Ocağa koyup ısınmaya bırakırken sebzeleri doğradım. Ekstra eklediğim sebzeler bu haliyle tam olarak pişmeyecekti, bu yüzden mikrodalgada yaklaşık beş dakika kadar ısıttım, sonra tencereye ekledim. Şimdi tek yapmam gereken, köriyi kısık ateşte kaynamaya bırakmaktı.

Köri fokurdayarak pişerken, “artık yemek“ tariflerine hızlıca göz atma fırsatını yakaladım. Gelecekte bunlara sıkça başvuracak gibi hissediyordum, o yüzden hangi yemeklerden neler yapılabileceğini öğrenmek istedim.

Arta kalan oden ile köri, Arta kalan chikuzenni ile köri, Arta kalan zoni ile köri, Arta kalan kremalı güveç ile köri…


(Oden, haşlanmış yumurta, daikon, konja, hafif sulu balık keki ve soya aromalı dashi sosunda pişirilmiş Japon kış güvecidir.)

(Chikuzenni (筑前煮, chikuzen-ni ) , Japonya’nın kuzey Kyushu bölgesinden gelen , haşlanmış tavuk ve sebzelerden yapılan bir yemektir . Genellikle Japonya’da yeni yılı karşılamak için yenir.)

(Zōni, mochi pirinç keklerinden oluşan bir Japon çorbasıdır.)


Vay be, köri gerçekten çok yönlü bir yemekmiş. Kararsız kalınca köri yap. Genelde her şey yoluna girer.

Tadı kontrol edip baharat ayarını yaptım. Normalden biraz daha acı olmuştu ama şu an buna ihtiyacım varmış gibi hissediyordum. Ayrıca nikujaga’nın orijinal tadını maskelemek için biraz ekstra baharat ekledim. Orijinal suyu içinde olduğu için hala hafif bir dashi aroması vardı ama sorun edecek bir şey değildi.


(Dashi (Daşi), Japon mutfağında kullanılan bir çorba ve pişirme hammadesi türüdür.)


Masayı hazırladıktan sonra seslendim: “Yemek hazır!“

Ayase-san yemek odasına girerken havayı kokladı.

“Güzel kokuyor. Köri mi yaptın?“

“Akiko-san bize biraz nikujaga bırakmıştı, ben de onu değerlendirdim.“

“Arta kalan köri, ha? Ev yapımı bir his veriyor, sence de öyle değil mi?“

“Yani… buna biraz tembellik de diyebilirsin aslında.“

“Neden? Ben öyle düşünmüyorum. Eğer bu tembellikse, o zaman benim yaptığım yemeklerin hepsi de tembellik oluyor.“

Ayase’nin konuşma hızı her zamankinden biraz daha hızlıydı, bu da beni biraz şaşırttı.

“Gerçekten mi? Bence senin yaptığın yemekler her zaman çok lezzetli oluyor.“

“Öyle mi? Peki ya şu bir kere marine etmeyi unuttuğum ve sonunda özür dilemek zorunda kaldığım zaman?“

Ah…

“Ah, şimdi hatırladım. O zaman marine etmenin ne olduğunu bile bilmiyordum.“

Yanılmıyorsam, bu olay Ayase-san ve annesinin geçen yıl haziran başında taşınmalarından hemen sonra yaşanmıştı.

“Demek aklında kalan şey bu, ha?“

Ayase-san gülümsedi ve sonunda aramızdaki o gergin hava yavaşça dağıldı. Bu küçük an, gün boyu üzerimize çöken soğuk sessizliği biraz olsun kırmıştı.

İkimiz de masaya oturduk, ellerimizi birleştirerek “Afiyet olsun.“ dedik.

“Mmm, bu çok lezzetli.“

Bunu iyi yemek yapan biri olan Ayase-san’dan duymak beni mutlu etti.

“Biraz fazla baharatlı olabilir.“

“Evet... kesinlikle her zamankinden daha acı ama yine de harika olmuş. Nikujaga’nın tadını bastırmaya çalıştığını bile hissetmiyorum.“

“Haha, yakalandım.“

Böylece, sohbetimiz doğal bir şekilde devam etti. Dünkü geceyi doğrudan konuşmaktan kaçınarak, lafı dolandırarak ilerledik ve sonunda konuşma, ikimizin de son zamanlarda kafasını kurcalayan bir konuya kaydı: geleceğimiz, daha doğrusu iş bulmak.

Babamla yaptığım uzun konuşmayı Ayase-san’a anlatınca, onun da Akiko-san ile benzer bir sohbet yaptığını söyledi.

“Aslında aynı şeyleri yaşıyoruz, değil mi?“

“Evet. Sonuçta bu, üniversite sınavlarına hazırlanan bir öğrenci olmanın doğal bir parçası sanırım.“

Daha önce de sınavlara girmiştik ama üniversite giriş sınavları, lise sınavlarından çok daha fazla geleceğimizle bağlantılıymış gibi geliyordu. Tabii ki, üniversiteye gitmeden de meslek edinen birçok insan vardı.

“Dürüst olmak gerekirse, bana hangi işin uygun olacağını bilmiyorum.“

“Aynısını anneme de söyledim. İnsan kendisine neyin uyduğunu anlamakta zorlanıyor.“

“Sanırım bu, herkesin yaşadığı bir şey.“

Ayase-san başını sallayıp devam etti:

“Annemin aksine, müşteri hizmetlerinde pek iyi olacağımı hiç düşünmemiştim. İnsanlarla uğraşmaktan çok keyif almıyorum, biliyorsun. Ama sen bu konuda yeteneklisin, Asamura-kun.“

“Gerçekten mi? Ben kendimi öyle görmüyorum.“

“Gerçekten. İş yerinde müşterilerle konuşma tarzından anlaşılıyor. İnsanların istedikleri kitabı bulmalarına yardım etme konusunda adeta bir ustasın.“

“Şey... bu sadece çok kitap okumamdan kaynaklanıyor olabilir.“

“Belki de annemin dediği gibi, ’günlük hayatta fark etmeden kazandığın bir yetenek’tir.“

Hımm, bu ilginç bir bakış açısıydı. Daha önce hiç böyle düşünmemiştim.

“Ortaokul zamanlarımda...“

“Hmm?“

Bir anda konuyu değiştirdiğim için, Ayase-san başını yana eğerek merakla bana baktı. Bu hareketi o kadar tatlıydı ki, bir an için ona ne kadar aşık olduğumu hatırladım.

“O zamanlar kendimi tam bir kitap kurdu sanıyordum. Hatta kesinlikle en çok kitap okuyan kişinin ben olduğuma emindim.“

“Günde kaç kitap okuyordun?“

“Neredeyse her gün bir kitap bitiriyordum.“

“Bu inanılmaz bir şey.“

“Evet, herkes senin gibi beni övüyordu. Sanırım biraz kendimi beğenmiş hissediyordum. Sonra bir gün, Japonca öğretmenimle sohbet etme şansı yakaladım. O, öğrencilere bile son derece saygılı bir dille konuşan, oldukça mütevazı biriydi.“

Bu yüzden, fazla düşünmeden ona kaç kitap okuduğunu sordum.

“Ve sonra?“

“Gayet sıradan bir şekilde, günde üç kitap okuduğunu söyledi. Bunu söylerken en ufak bir övünme ifadesi bile yoktu.“

“Bir günde… üç kitap mı?“

“Evet. Bunu büyük bir olay gibi anlatmadan, tamamen doğal bir şekilde söyledi. O anda düşündüm ki, ’İşte gerçek kitap kurdu böyle olur’.“

O günden sonra, kendimi asla kitap kurdu olarak görmedim.

“Şey, bilirsin… O öğretmen gerçekten inanılmaz biriymiş ama bence sen de oldukça etkileyicisin, Asamura-kun.“

“Belki öyledir ama… İşte bu yüzden bunu bir meslek olarak göremiyorum. Özellikle de her konuda en iyisi olmak isteyen biri olarak.“

“Dünyanın en büyük kitap kurdu olmak gibi mi?“

“O da olabilir. Ya da belki Japonya’nın en iyi kitapçı çalışanı… Ama insanların benim yeterince iyi olmadığımı düşünmesi mantıklı olur, değil mi?“

“Bir saniye, eğer insanlar bir işi yapmadan önce o işte en iyi olmak zorundaysa, bu durumda dünyada sadece tek bir kitapçı çalışanı olması gerekirdi, öyle değil mi?“

Tam da benim aklımdan geçen şeyi söylediği için gülümsememi tutamadım.

“Aslında iş dediğin şey böyle bir şey değil, değil mi? Üstelik, ben en sevdiğim kitabı bile seçemeyen biriyim.“

“Yani senin için en iyiler diye bir şey yok mu?“

“Daha çok, her tür için farklı bir favorim var. Mesela, zaman yolculuğu temalı bilim kurgu için şu kitap favorim, korku içinse şu kitap… gibi bir şey.“

Ayase-san başını sallayarak açıklamamı dinledi.

“Yani, en iyisi olmaktan çok, özgün olmakla ilgili, öyle mi?“

“Evet, tam olarak öyle. Başta, kendime meydan okumak için günde dört kitap okumaya çalıştım ama böyle okumanın hiç eğlenceli olmadığını fark ettim. Sonra durup düşündüm, neden okuyorum ki? Kendimi zorlayarak okumanın doğru cevap olmadığını anladım.“

“Peki ya şimdi?“

“Şimdi mesele kaç kitap okuduğum değil, nasıl okuduğum. Kendime sadık bir şekilde okumak istiyorum, anlıyor musun?“

“Kendine sadık bir şekilde okumak, ha… Bu tam bir ’Asamura-kun’ düşüncesi.“

“Teşekkürler. Gerçi, dürüst olmak gerekirse, bu düşünce tarzının bana herhangi bir faydası dokunduğunu bile hatırlamıyorum, sanırım tamamen kendi keyfime düşkünlüğüm.“

Ayase-san, “Öyle değil“ der gibi gülümsedi ve içimdeki ağırlığın biraz hafiflediğini hissettim.
Düşünüyorum da, bunları daha önce Maru’ya bile anlatmamıştım.

“Neyse, peki ya sen, Ayase-san? Günlük hayatında farkında olmadan edindiğin bir yetenek yok mu?“

Ayase-san bir an tereddüt etti, sonra konuşmaya başladı.

Bana, Tsukinomiya Kadın Üniversitesi’nin üst lisans programını tamamladıktan sonra tasarımcı olan birinden bahseden bir makale okuduğunu anlattı.

“Tasarımcı, ha?“

“Ben hiç tasarım eğitimi almadım, hatta tek bir resim bile çizmedim. Açıkçası o kadının yaptığı işi yapabileceğimi sanmıyorum ama kıyafet kombinlerini düşünmekten ve hangi kıyafetlerin kime yakışacağını hayal etmekten hoşlanıyorum.“

“Bir keresinde bana kıyafet seçmemde yardımcı olduğunu hatırlıyorum.“

“Bir defasında Maaya’dan bir shoujo manga ödünç almıştım.“

Huh? Konu birden değişti.

“Sen normalde manga okumazsın, öyle değil mi?“

“Bana şiddetle önerdiği için okumaya zorladı. Mangadaki ana karakter bir ünlüydü ama ne hikmetse aynı kıyafeti asla iki kez giymiyordu.“

“Kulağa pahalı geliyor.“

“Öyle sanırsın, değil mi? Ama aynı zamanda fazla parası olmadığını da belirtiyordu. Okudukça fark ettim ki aslında hep aynı kıyafetleri farklı şekillerde kullanıyordu.“

Moda konusunda tam bir felaket olduğum için, Ayase-san’a bunun ne anlama geldiğini sordum.

“Maaya bana kıyafet değişimlerine daha dikkatli bakmamı söyledi. Üzerine düşündüğümde, her kıyafetin bir noktada tekrar ortaya çıktığını fark ettim, üst ve alt kombinasyonları değişiyordu ya da sadece çoraplarını ve ya küçük bir detayı değiştiriyordu, bazen aksesuarları ve saç stilini farklı yapıyordu. Ara sıra yeni kıyafetler ekleniyordu ve o zaman ‘Ah, bu yeni’ diyebiliyordun.“

“Bu inanılmaz bir şey.“

“Evet, ben de oldukça etkileyici bulmuştum.“

Ayase-san, yaramaz bir çocuk gibi bir şeyle övünüyormuşcasına konuşuyordu.

“Muhtemelen fark etmedin, Asamura-kun ama taşındığımdan beri ben de aynısını yapıyorum. Aynı kıyafet kombinasyonunu asla iki kez giymedim.“

Haklıydı, gerçekten de fark etmemiştim.

“Anlıyorum. Bu yüzden moda konusunda tavsiye vermede iyi olacağını düşünüyorum.“

“Mm, yapabilir miyim bilmiyorum ama hoş bir şey olurdu diye düşündüm.“

Yine de, küçük de olsa bir adım atmıştı.

Acaba benim de doğal olarak iyi olduğum ama henüz farkına varmadığım bir şey var mı? Bunu üniversitedeki dört yılım boyunca keşfedebilir miyim?

Hayır, önce üniversite sınavlarını geçmeyi bile başarıp başaramayacağımı düşünmem gerekiyor.
Ne kadar çok düşünürsem, geleceğim hakkında o kadar fazla endişeleniyorum.

Körinin acılığı bile içimdeki bu kasveti dağıtamıyordu.

Boğazımı saran yoğun bir susuzluk hissiyle kendime geldim. Belki de banyoda fazla uzun kalıp geleceğim hakkında düşünmemden kaynaklanıyordu.

Saat geç olmuştu. Babam çoktan eve gelmiş, yemeğini yemiş ve yatağına çekilmişti. Bulaşıklar da yıkanmıştı, yani istersem hemen yatağa gidip biraz kitap okuyabilir ya da doğrudan uyuyabilirdim. Ama önce vücudumu yeniden suyla dengelemem gerekiyordu.

Mutfaktaki buzdolabını açıp her zaman stokta tuttuğumuz arpa çayından bir bardak doldurdum. Hava henüz öyle sıcak değildi, bu yüzden buz gibi arpa çayını bir dikişte içmek yerine yavaşça yudumlamaya başladım. Tam o sırada, Ayase-san koridor kapısından içeri girdi.

Sessizce yanımdan geçerek buzdolabını açtı ve o da arpa çayını çıkardı. Demek o da susamıştı.
Ayakta içmeyi denedi ama sonra fikrini değiştirip yanımda oturdu.

Genellikle kendini bu kadar savunmasız göstermemeye özen gösteren Ayase-san’ın sadece rahat bir ev kıyafeti ve üzerine hırka giymiş hâlini görmek alışılmadık bir manzaraydı. Muhtemelen mutfakta olduğumu fark etmemişti.

Yine de, artık benim yanımda panikleyip hızla kaçmak yerine rahatça oturabiliyor olması beni mutlu etti.

“Bu saatte bile çalışıyorsun, ha?“

Saat gece yarısını çoktan geçmişti.

“Evet...“

Sesi biraz yorgun geliyordu, bu yüzden yüzüne dikkatlice baktım.

“Ne oldu? Biraz keyifsiz görünüyorsun.“

“Ders çalışmam pek iyi gitmiyor.“

Onun üzgün ifadesi beni endişelendirdi.

“Şey... Bunu söyleyecek en son kişi benim belki ama... Ben de üçüncü sınıf öğrencisiyim ve konsantrasyonum eskisinden bile kötü.“

“Sen de mi?“

“Aynen öyle.“

“Anlıyorum.“

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjMoB0lX0BdaIV4pFsYm3fUs9sgZ3gcNrDIZcVwEtweackIiu3MfYq0AcLTm8zSCxZQDluQVF4yRpImTLUTtOn_zEDCBL7DYd2eq-LFU0yL2ISaRXy5LjnylqYo5VMbfpidaHJHNZrjPByYTnwy2j8OPxR5qrdj4LdraXdSkQ6x6G6f3uYbZ-qZmboN4A/s2048/Chapter%205-2.jpeg

Bu kısa konuşmadan sonra aramızda bir sessizlik oluştu.

Göz göze geldiğimizde, bugün neredeyse hiç konuşmadığımızı ve birbirimize dokunmadığımızı fark ettim.

Yavaşça ellerimizi uzattık ama tam birbirimize dokunacakken havada asılı kaldılar.

“Gerçekten güzel bir uyku çekmemiz gerekiyor, değil mi?“

“Evet… Haklısın.“

Birbirimizin sıcaklığını arayan ellerimiz yavaşça geri çekildi.

“İyi geceler, Asamura-kun.“

“Evet, iyi geceler, Ayase-san.“

Ve böylece, ikimiz de odalarımıza çekildik.

Daha bir gün önce dikkatsizce bir hata yapmıştık ve bu gece neredeyse aynı hatayı tekrar yapıyorduk—hem de ebeveynlerimizin odası yalnızca bir kapı ötedeyken. Yakalanmayı adeta kendimiz mi istiyorduk? Ama şu anki hâlimle, Akiko-san ve babama gösterebileceğim net bir gelecek planım yoktu.

Buna rağmen, içimdeki ben, her fırsatta Ayase-san’ın siluetinin peşinden gitmekten kendini alamıyordu—

Bu düşünceler zihnimde dönerken yatağa girdim.

Uyumadan önce biraz kitap okumayı planlamıştım ama tek bir satır bile aklımda kalmadı. Sonunda pes ettim ve gözlerimi kapattım.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


88   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   90