Bazı derslerin beni diğerlerinden daha çok uykulu hissettirdiği kesin.
Bu mevsimde hava gerçekten harikaydı. Ilık güneş ışığı pencereye yakın ikinci sıraya kadar süzülerek sınıfı aydınlatıyordu. Hatta neredeyse fazla aydınlıktı.
Biraz aralık bırakılmış pencerelerden gelen esinti, stor perdenin kenarını usulca sallıyordu.
Öğle yemeğinden sonra uyuyakalmak için mükemmel bir ortam. Pencereye yakın olmasam bile, bu atmosfer beni uykuya çekiyordu. Üstelik dördüncü derste yorucu bir beden eğitimi dersimiz olmuştu. Daha da kötüsü, şu anki ders—Japon Tarihi—iyi olduğum bir dersti, bu yüzden tedbiri elden bıraktımı.
Yoğun bir uyku bastırınca, farkında olmadan zihnimde bir kayığın usulca suya vurduğu ritmi tekrar ederken kendimi uyuklarken buldum.
Yanımda oturan Sınıf Başkanı, öğretmen tarafından tahtaya kaldırıldı. Ayağa kalkarken sandalyeyi hafifçe geri çekti—muhtemelen beni uyandırmak için. Neyse ki gözlerimi açık tutmayı başardım ve dersi tamamladım ama kesinlikle her zamankinden daha dalgındım.
Liseye girdiğimden beri ilk defa derste uyuyakalmıştım.
Bunu hiç de iyi başaramamıştım.
Yan gözle Sınıf Başkanı’na baktım. O da bana bakıyordu ve parmağını dudaklarına götürdü. Panikle hemen ağzımı sildim. Görmüş müydü?
(İngilizce’de “lie“ kelimesi hem “yalan söylemek“ hem de “yatmak“ anlamlarına gelir)
Öğretmene kısa bir göz attıktan sonra ona sessizce “Teşekkür ederim“ diye karşılık verdim. Ardından, tekrar tahtaya döndüm. Başkalarından yardım alacağım günün geleceğini asla düşünmezdim. Kendimi hep güçlü tutmaya, kimseye zayıf yönümü göstermemeye çalışmıştım, ama şimdi sanki bu duvarlarım çok kolay yıkılıyordu.
Son zamanlarda bana ne oluyor böyle?
Ders bittikten sonra, bir sonraki ders başlamadan önce kısa bir 10 dakikalık ara vardı. Bu sürede, bir sonraki derse hazırlanmaktan başka bir şey yapmaya pek vakit yoktu ama yine de, sınıf arkadaşlarım neşeli Sınıf Başkanı’nın etrafında toplanıp sürekli sohbet ediyordu. Yanında oturduğum için ister istemez bu ortama dahil oluyordum.
Gerçi, Sınıf Başkanı beni konuşmaya zorlamıyordu, bu yüzden sadece yarı dikkatle dinleyerek idare ediyordum ama grubun içinde, benimle konuşmakta ısrarcı olan birkaç kişi de vardı.
Üçüncü sınıfa geçtiğimden beri en büyük değişikliklerden biri, böyle durumlarla nasıl başa çıktığım oldu. Asamura-kun’un işteki sosyal becerilerinden ders almak istiyordum, bu yüzden eskisi gibi insanlara karşı soğuk davranamazdım. Eğer bunu bir müşteri hizmetleri pratiği olarak düşünürsem, onları başımdan savamam. Ama bugün… Kendimi kötü hissediyordum ve sadece yalnız kalmak istiyordum.
Eğer Maaya burada olsaydı, ruh halimi anlar ve beni rahat bırakırdı ama diğer insanlardan böyle bir anlayış beklemek saçmaydı.
Yüzüme sahte bir gülümseme yerleştirerek tenefüsü zorla geçirdim. Günün sonunda zihinsel olarak tamamen tükenmiş hissediyordum ve önümde hala bir iş vardiyası vardı.
İşe geldiğimde durum pek de iyiye gitmedi.
Yomiuri-san iş aradığı için bugün izinliydi ve vardiyada Asamura-kun ile birlikteydik.
Muhtemelen işe neredeyse geç kalmamın ve sürekli acele etmemin etkisiyle, o gün tam anlamıyla bir felaketti.
Normalde yapmayacağım bir sürü hata yaptım. Örneğin, kitapları raflara yerleştirirken yanlış rafa koymak üzereydim. Aynı bölümde olsalar bile, erkekler ve kadınlar için hazırlanan manga türleri farklıydı. Asamura bana bunu daha önce açıklamıştı: Eğer kapakta sadece tatlı kızlar varsa, muhtemelen erkeklere yönelik bir mangaydı. Eğer sadece havalı erkekler varsa, kadınlara hitap eden bir seriydi.
Tabii ki istisnalar vardı, ama genel eğilim buydu ve bunu aklımda tutmam gerekiyordu.
Ama bir de şöyle bir durum vardı: Eğer havalı bir erkek yerine tatlı bir erkek ya da tatlı bir kız yerine havalı bir kız varsa, o zaman hedef kitlesi belirsiz olabiliyordu.
Bunu tam olarak kavrayamamıştım ama görünüşe göre manga dünyasında durum böyleydi ve bugün, Asamura’nun verdiği bu dersi neredeyse unutuyordum.
Bunun dışında, müşterilere para üstü verirken neredeyse hata yapıyordum ve kitap kapaklarını katlarken de birkaç kez yanlış yaptım. Bunlar çok önemli hatalar değildi ama bir şeylerin ters gittiğini biliyordum ve bunu düzeltmem gerektiğini hissediyordum. Bu yüzden müdüre lavaboya gidebilir miyim diye sordum.
Amacım yüzümü yıkayarak dikkatsizliğimi gidermekti. Yüzüme soğuk su çarptım ve lavabonun aynasından kendime baktım. Gözlerim biraz şişmiş görünüyordu ama bu muhtemelen garip bir saatte uyuyakalmam ve erken uyanmamdan kaynaklanıyordu. Yeterince uyuyamamıştım, bu yüzden odaklanamamamın sebebi uykusuzluk olabilir diye düşündüm.
Bugün fazla makyaj yapmadığım için tazelemekle uğraşmama gerek kalmadı. Eğer tam zamanlı bir çalışan olsaydım ya da Yomiuri-san gibi biri olsaydım, makyajımı düzgünce tazelemem gerekebilirdi.
Müdüre geri döndüğümü haber verdiğimde, Asamura-kun’a depoya gitmesini söylememi istedi. Onu ofiste molada çay içerken buldum ve mesajı ilettim. O anda, dün gece uyuyakaldığım için ondan özür dileme fırsatım vardı ama inanılmaz derecede rahatsız hissediyordum. Mesajı iletir iletmez odadan neredeyse kaçarcasına çıktım.
İşten sonra eve giderken bile doğru kelimeleri bulamıyordum.
İçimdeki kasvetli his hâlâ peşimi bırakmıyordu.
Kalemim, kapının dışından gelen “Yemek hazır!“ sesiyle sayfanın üzerinde durdu.
“Geliyorum!“ diye seslendim ve sınıfta tuttuğum notları özetlediğim defterde kaldığım yeri işaretledim. Bugün de pek ilerleme kaydedememiştim.
İşten dönüp eve geldikten sonra ders çalışabilmemiz, ailecek yemek yapma işini dönüşümlü olarak yapmamız sayesinde mümkün oluyordu. Bunun için minnettardım ama aynı zamanda biraz suçluluk da hissediyordum. Başlangıçta her şeyi kendi başıma halletmeyi planlamıştım.
Yemek odasına girer girmez nefis bir koku burnumu sızlattı.
“Güzel kokuyor. Köri mi yaptın?“
Asamura-kun, annemin nikujaga yaptığını ve kalanları kullanarak köriye dönüştürdüğünü açıkladı. İçine mikrodalgada pişirdiği sebzeleri ekleyerek onu sebzeli körüye çevirmişti. Bir yıl önceki Asamura-kun’un böyle bir şeyi yapabileceğini hayal bile edemezdim çünkü annem ve ben taşınmadan önce, o ve Üvey Babam hazır yemek alır ya da dışarıdan sipariş verirdi. Hatta düşündükçe, Asamura-kun’un o zamanlar etin nasıl marine edileceğini bile bilmediğini hatırladım.
Geldiğimiz noktaya bakınca, gerçekten etkileyici bir ilerleme kaydetmişti ama o, kalan yemeklerden yapılan köriyi biraz tembellik olarak görüyor ve bunun yanlış anlaşılmasından endişeleniyordu. Bence böyle bir şey söz konusu bile değildi. Eğer Asamura-kun’un bu körisi tembellik olarak görülüyorsa, benim her gün yaptığım yemekler de öyle sayılmalıydı.
Onu özellikle övmek gibi bir niyetim yoktu ama konuşurken biraz fazla canlı davrandım ve bu, Asamura-kun’un yüzünün biraz gevşemesine sebep oldu. Bunu görmek beni rahatlattı.
Beraber sofraya oturup yemeğe başladık.
Asamura-kun, köri biraz acı olabilir demişti ve gerçekten de öyleydi. Normalde daha az baharatlı tercih ederdim ama sabahtan beri kendimi kötü hissediyordum ve tuhaf bir şekilde, bu acılık beni rahatsız etmedi.
Yemek yerken nihayet uzun uzun konuşma fırsatı bulduk.
Son zamanlarda benzer endişeler taşıdığımızı fark ettik. Sadece üniversite değil, ondan sonra ne yapacağımız konusunda da. Bugüne kadar geleceğimizle ilgili sadece belirsiz hayallerimiz vardı ama son altı ay, bizi bu konular üzerine daha fazla düşünmeye itmişti.
“Dürüst olmak gerekirse, bana hangi işin uygun olacağını bilmiyorum.“
Asamura-kun’un bu sözleri, annemle yaptığım konuşmayı hatırlattı.
Onun kaygılarını biraz olsun hafifletebilmek için, annemin bana söylediklerini ona da anlatmaya çalıştım. Ona müşteri hizmetleri konusunda iyi olamayacağımı düşündüğümü söylediğimde, annem de benim yaşlarımdayken kendisinin de öyle düşündüğünü söylemişti. Bu mesajı Asamura-kun’a aktararak ona destek olmak istedim. Çünkü ne kadar çok çalıştığını çok iyi biliyordum.
Annem ve ben bu eve taşındığımızdan beri, Asamura-kun ve Üvey Babam, alışkanlıklarını ve aile düzenlerini bize uyum sağlayacak şekilde değiştirmeye çalıştılar. Bunun içinde yemek yapma düzeni de vardı. Hazır yemek ya da dışarıdan sipariş vermek bana göre kötü bir şey değildi. Hatta belirli durumlarda yalnız yaşayanlar için daha ekonomik bir seçenek bile olabilirdi.
Eğer bir aile nesilden nesile aktarılan mutfak bilgisine ve ekipmanlarına sahipse, evde yemek yapmak daha ucuz olabilirdi ama böyle bir şansı olmayanlar için, sıfırdan başlamak bayağı maliyetli olabilirdi.
Bunların hepsinden daha önemlisi, insan beyni değişimi sevmezdi ama Üvey Babam ve Asamura-kun, bizim için bu değişime uyum sağladılar ve ben bundan başka bir şey hissetmiyordum—yalnızca minnettarlık.
Şimdi, Asamura-kun bizim için kendi başına yemek yapabiliyordu. Bana ders çalışırken odaklanmamı sağlayacak müzikler bulmuş, Japon Modern Edebiyat sınavlarımdan geçmem için stratejiler geliştirmişti.
Eğer Asamura-kun geleceği hakkında endişeliyse, ben ondan bile fazla endişeliyimdir.
“Acelemiz yok.“ Annem böyle söylemişti.
—“Bana hangi işin uygun olacağını bilmiyorum.“
Yemekten sonra teşekkür edip odama döndüğümde, kalbimin derinliklerinde sessizce bir şey fısıldadım: “Ben de aynı şekilde hissediyorum.“
Akşam yemeğinden sonra banyoya ilk giren ben oldum.
Saçımı kurutmak için oturduğumda, dizlerimin üzerine bir moda dergisi yayarak sayfalarını karıştırmaya başladım. Saçlarım kısayken çabuk kuruyordu ama artık neredeyse eski uzunluğuna döndüğü için çok daha uzun sürüyordu.
Islak saçlarla ders çalışmak neredeyse imkânsızdı. Saç kurutma makinesi çok gürültülü olduğu için video izlemek ya da müzik dinlemek mümkün olmuyordu, bu yüzden tek seçeneğim okumaktı—ister bir dergi, ister kelime kitabı olsun.
Saçımı kurutmayı bitirdiğimde, Üvey Babam eve dönmüştü. Kapıyı açıp içeri girdiğinde ona “Hoş geldin.“ diye seslendim.
Asamura-kun, onun için körinin kalanını ısıtmaya başladı. Yardım teklif ettim ama beklendiği gibi, kendi başına halledebileceğini söyleyerek reddetti. Ben de odama dönüp ders çalışmaya koyuldum.
Üşütmemek için kalın bir şeyler giyip, en zayıf olduğum ders olan Japon Modern Edebiyatı çalışma kitabımı açtım.
Dün kaldığım yerden devam ederek sorulara odaklanmaya çalıştım…
…Ama kulaklığımdan gelen Lofi Hip Hop müziğini bastıran klimanın uğultusu tekrar kulağıma dolmaya başladı.
Lanet olsun, uyuyakalmışım.
Kulaklığım bir noktada başımdan kaymış, yüzüm de masaya yapışmıştı. Saate göz attım, gece yarısını geçmişti.
Zaten dikkatimi toplayamıyordum, bu yüzden devam etmeye çalışmak verimsiz olurdu. Üstelik, çalışma kitabındaki soruların yarısını bile bitirememiştim.
“Pes ediyorum. Yatmaya gidiyorum.“
Ağzım kurumuştu. Kulaklığımı çıkardım, kafamı sallayarak kendime geldim ve mutfağa açılan kapıyı açtım.
Ama içeri adım attığım anda şok oldum ve olduğum yerde durdum.
Biri yemek odasındaydı—Asamura-kun.
Elindeki bardaktan koyu renkli bir sıvıyı içiyordu. Büyük ihtimalle arpa çayıydı.
Görünüşe göre oldukça ferahlatıcıydı ve ben de içmek istedim. Sessizce yanından geçerek buzdolabını açtım, kendime de bir bardak soğuk çay koydum, yanına oturarak onun gibi küçük yudumlar alarak içmeye başladım.
“Bu saatte bile sıkı çalışıyorsun, ha?“
Sesi çıkınca kalbim bir an duracak gibi oldu.
“Evet…“
Cevabım kısaydı ama gerçekte uyuyakalmıştım ve bu yüzden kendimi suçlu hissediyordum.
Kendi sorunlarıyla uğraşmasına rağmen, Asamura-kun hâlâ benim için endişeleniyordu. Onun bu nazik yaklaşımından cesaret alarak, son zamanlarda ders çalışmaya odaklanmakta zorlandığımı itiraf ettim. O da benzer bir sorun yaşadığını söyledi. Üçüncü sınıf olmamıza rağmen dikkatini toplamakta zorlandığını anlattı. Meğer ikimiz de aynı kaygıları taşıyormuşuz, farkında bile olmadan.
Üçüncü sınıfa geçeli neredeyse bir ay olmuştu, ama bu zamana kadar birbirimize dertlerimizden bahsetmemiştik. Bu biraz şaşırtıcıydı. Belki de son zamanlarda pek fazla konuşmamamızdan kaynaklanıyordu.
Konuşmamıştık. El ele bile tutuşmamıştık. Ve en önemlisi… birbirimizin beden sıcaklığını hissetmemiştik.
Palawan Plajı’ndaki asma köprüde birbirimize sarıldığımız an, artık sanki uzak bir rüya gibi geliyordu.
Belki de bu yüzden… Dün gece… birbirimizin sıcaklığını hissetmek o kadar huzurluydu ki, farkında olmadan uyuyakaldık.
Birbirimize baktık, bardaklarımızı masaya bıraktık ve yavaşça ellerimizi uzattık… Ama tam temas edecekken ikimizin de elleri havada asılı kaldı.
Aklımın bir köşesinde, eğer devam eder ona dokunursam ne olacağı korkusu vardı.
“Gerçekten güzel bir uyku çekmemiz gerekiyor, değil mi?“
“Evet… Haklısın.“
Aklıma gelen “Ne olacağı?“ düşüncelerini hızla zihnimden uzaklaştırdım.
Kollarımda hissetmem gereken sıcaklığın yavaşça kaybolduğunu düşünmemeye çalışarak ellerimi geri çektim.
Bardağımı yıkadım, ona “İyi geceler“ dedim ve odama döndüm. Işıkları kapattım yatağıma girdim ve gözlerimi kapattım.
Ama ders çalışırken gelen uykum geri dönmüyordu. Eğer o an el ele tutuşsaydık, ne olacağını düşünmeden edemiyordum ve bu yüzden uyuyamıyordum.
Gece boyunca, parlayan tavan ışığını seyrederek öylece yatmaya devam ettim.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.