Sunny’nin artık tek bir seçeneği kalmıştı: Çaresizce bir kumar oynamak.
Doğrudan bir çatışmada bu düşman karşısında hiç şansı yoktu — en azından elinde bir avantajı olmadıkça. Kanboğan zehri, onun gizli kozu olacaktı… ama neredeyse hiçbir işe yaramamıştı. Karanlıkta görebilmesi de fazla fark yaratmıyordu; çünkü Kahraman ışık olmadan bile çevresini algılayabiliyordu.
Bunun işitme duyusuyla mı, yoksa bir Yönelim Yeteneği sayesinde mi olduğunu Sunny bilmiyordu. Ama artık fark etmezdi — çünkü mağaradan çıkmışlar, ay ışığının altında durmuşlardı.
Şimdi elinde kalan tek avantaj, zalim yaratığın kör olduğunu bilmesiydi. Kahraman bunu bilmiyordu. Ama bu bilgiyi kullanmak… söylemesi kadar kolay değildi.
Başka ne yapabilirdi ki?
Bu yüzden, nefesini tutup gümüş çanı çaldı. Tanımında yazdığı gibi, sesi kilometrelerce öteden duyulmalıydı. Emin olmak istiyordu: Dağ Kralı da o sesi duymalıydı.
Şimdi yapabileceği tek şey, sessiz kalmak, biraz zaman kazanmak ve canavarın gelmesini ummaktı.
Kahraman’ın yüzündeki şaşkınlık yavaş yavaş öfkeye dönüştü.
“Söyle! Yoksa pişman olursun!”
Sesi tehditkârdı. Ama genç köle hâlâ susuyordu. Soğuktan titriyor, göğsündeki keskin acıya rağmen inlememek için dişlerini sıkıyordu.
“Neden cevap vermiyorsun?!”
Ama Sunny cevap veremedi.
Nefesini tuttu — ve dehşetle izledi.
Kahraman’ın arkasında o tanıdık dev siluet belirdi.
Karanlıkta, canavarın devasa gövdesi ay ışığının önüne geçti.
Sunny’nin kalbi deli gibi atıyordu.
O kadar hızlı, o kadar gürültülüydü ki… kör yaratığın bile duyacağından korkuyordu.
Ama elbette, Kahraman’ın sesi ondan çok daha gür çıkıyordu. Hâlâ konuşuyordu, farkına varmamıştı ama dağda ki tek ses kaynağı oydu.
Son anda, Kahraman’ın gözlerinde bir fark ediş ışığı belirdi.
Kılıcını yıldırım hızıyla kaldırıp arkasına dönd—
Artık çok geçti.
Karanlıktan çıkan dev bir el, onu öylece yakaladı. Kemiksi pençeler zırhını yırtarken çeliğe sürtünme sesi yankılandı.
Dağ Kralı bileğine saplanan kılıca aldırmadan, Kahraman’ı geriye doğru sürükledi.
Ağzından kalın, yapışkan salyalar damlıyordu.
Sunny korkudan taş kesilmişti. Arkasını dönüp birkaç adım geri attı, sonra bir anda fırladı. Var gücüyle koşmaya başladı.
Arkasında bir çığlık koptu, ardından aç bir kükreme geldi. Kahraman ölmeden önce direniyordu, ama kaderi çoktan mühürlenmişti.
Sunny umursamadı.
Koştu...
Koştu...
Yukarı ve daha yukarı tırmandı.
’Üzgünüm, Kahraman,’ diye düşündü.
’Sana ölümünü izleyeceğim demiştim ama… bilirsin, ben bir yalancıyım. O yüzden kendi başına ölebilirsin.’
***
Yalnız, karanlık bir dağ rüzgâra karşı dimdik yükseliyordu.
Keskin ve mağrur zirvesiyle diğer zirveleri gölgede bırakıyor, gece göğünü bir bıçak gibi deliyordu. Parlak ay, yamaçlarını hayaletimsi bir ışığa boğmuştu.
O ışığın altında, solgun tenli, siyah saçlı bir genç zirveye doğru ilerliyordu. Ama hâli, manzaranın haşmetine yakışmıyordu.
Yaralıydı, sendeleyerek yürüyordu. Bitkin ve acınası görünüyordu. Adeta yürüyen bir ceset gibiydi.
Kalın keten tunik ve pelerini yırtılmış, kana bulanmıştı. Gözleri donuktu, solmuştu. Vücudu morluk ve kesiklerle doluydu. Dudaklarında biraz köpürmüş kan vardı.
Göğsünün sol tarafını tutmuş, kamburlaşmış bir halde ilerliyordu. Her adımda dişlerinin arasından boğuk bir inilti kaçıyordu.
Sunny’nin her yeri ağrıyordu. Ama en çok da… üşüyordu.
Soğuk.
Öyle soğuktu ki.
Tek isteği, karların arasına uzanıp sonsuz bir uykuya dalmaktı.
Ama yürümeye devam etti. Çünkü inanıyordu — zirveye ulaştığında Kâbus bitecekti.
Bir adım.
Bir adım daha.
Ve bir adım daha.
Nihayet… ulaşmıştı.
Dağın en yüksek noktasına ulaştığında, büyük bir kısmı karla kaplı düz bir alan vardı. Merkezinde, ay ışığıyla parlayan muazzam bir tapınak duruyordu. Simsiyah mermerden oyulmuş devasa sütunlar eşsiz kabartmalarla kaplıydı. Zarif rölyeflerle ve heykellerle süslenmiş geniş bir alınlığı vardı…
Bir zamanlar karanlık bir Tanrının sarayı gibiydi. Bir zamanlar...
Artık harabeydi. Taşlar ve oymalar çatlamış, çatının bir kısmı çökmüştü. Kapıları paramparça olmuştu — sanki bir devin yumruğuyla ezilmişti. Yine de Sunny memnundu.
“Buldum seni,” dedi boğuk bir sesle.
Son gücünü de toplayarak harabeye doğru yürüdü. Aklı bulanıktı.
’Eh, Kahraman, görebiliyor musun?’ diye geçirdi içinden.
’Ben başardım. Sen güçlüydün, acımasızdın; ben ise zayıf ve korkaktım. Ama şimdi sen bir cesetsin, bense hâlâ yaşıyorum. Komik değil mi?’
Sendeledi. Kırık kaburgalarının ciğerlerine battığını hissetti. Ağzından kan damlıyordu.
’Çokta komik değil aslında. Siz acımasızlığın ne olduğunu bilmezsiniz. Benim geldiğim dünyada, insanlar zalimliği binlerce yılda sanata dönüştürdü. Ve ben o zalimliğin hedefindeydim… size göre, sizden daha acımasız olmayı bilmiyor muydum?’
Tapınağa yaklaşmıştı.
’Doğrusu, hiç şansınız yoktu… bekle, ne düşünüyordum ben?’
Bir saniye sonra bunu da unuttu. Geride sadece acı, karanlık tapınak ve yoğun bir uykusuzluk kalmıştı.
“Uyuma… soğuk, ölüm uykusuna çekiyor. Uyursan ölürsün.”
Sonunda siyah tapınağın basamaklarına ulaştı. Adımlarını sürüklerken, etrafa dağılmış binlerce kemiği fark etmedi bile. Bu kemikler, hem insanlara hem de canavarlara aitti. Hepsi de hâlâ etrafta dolaşan görünmez muhafızlar tarafından öldürülmüştü.
Bir gölge, Sunny’ye yaklaştı. Ruhunun derinliklerinden yayılan tanrısal bir kokuyu hissettiğinde duraksadı. O koku, ilahi bir yalnızlığa aitti. Ve muhafız, başını eğip kenara çekildi.
Sunny, farkında olmadan içeri girdi.
Tapınağın devasa salonunda, çökmüş çatının deliklerinden ay ışığı içeri süzülüyordu. Gümüş ışık halkaları arasındaki derin gölgeler titriyor, o dairelere girmeye cesaret edemiyordu. Zemin kar ve buzla kaplıydı.
Salonda, en uçta siyah mermerden oyulmuş bir sunak duruyordu. Tapınaktaki tek kuru ve temiz şey oydu.
Neden geldiğini bile unutarak sunağa doğru yürüdü. Artık tek bir isteği vardı: uyumak.
Sunağın üstüne çıktı ve uzanıp gözlerini kapadı.
Ölecekti.
Ve bunu kabullenmişti.
Ama tam o sırada, tapınağın girişinden bir ses geldi. Başını çevirdi. Ne merak, ne korku — hiçbir şey hissetmiyordu. Ama gördüğü manzara normalde insanın kanını dondururdu.
Dağ Kralı’ydı.
Oradaydı.
Beş kör gözüyle ona bakıyordu. Devasa, tiksinç ve mide bulandırıcıydı. Derisinin altında kurtçuklar kıvrılıyordu. Hırlayarak salyalarını akıttı.
Ağzını açıp sunağa doğru yürüdü.
’Ne çirkin şeysin sen’ diye düşündü Sunny — sonra şiddetli bir öksürük kriziyle sarsıldı.
Kan köpüğü ağzından fışkırdı ve sunağa aktı. Ama siyah mermer, onu hızla emdi. Bir saniye sonra, taş yeniden tertemizdi.
Tam o anda, tapınağın karanlığında Büyü’nün sesi yankılandı:
[Kendini tanrılara kurban ettin.] [Ama tanrılar artık ölü, seni duyamazlar.] [Ruhun ilahi bir iz taşıyor.] [Sen bir tapınak kölesisin.] [Gölge Tanrısı, ebedi uykusunda kıpırdandı.] [Mezarın ötesinden bir yerden sana lütfunu gönderiyor.] [Gölge’nin Çocuğu, lütfunu al!]
Sunny’nin şaşkın gözleri önünde, tapınağı dolduran gölgeler hareket etti. Canlanmış gibi dalgalandı. Karanlık, Dağ Kralı’nın kollarına ve bacaklarına sarıldı.
Canavar debelendi, kurtulmaya çalıştı. Ama bir tanrının gücüne nasıl direnebilirdi ki?
Gölgeler onu geri çekti, parçalayarak dört bir yana savurdu. Zalim yaratığın ağzından bir çığlık, bir öfke haykırışı yükseldi—
Ve bir saniye sonra bedeni parçalandı.
Kan, et ve kopmuş uzuvlar sunağın önüne yağdı. Bir anda her şey bitti.
Dağ Kralı ölmüştü.
Sunny gözlerini kırpıştırdı. Tekrar sessizlik çökmüştü.
Karanlık tapınakta yalnız kalmıştı.
Ve Büyü bir kez daha fısıldadı:
[Bir Uyanmış Zalim — Dağ Kralı’nı öldürdün.] [Uyan, Güneşsiz! Kâbusun sona erdi.] [Değerlendirme hazırlanıyor…]
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.