Gülümsemesi, Kahraman’ın yüzünde dondu kaldı. Başını öne eğdi, sanki utanıyormuş gibi. Ağır bir sessizlikte geçen bir dakikanın ardından nihayet konuştu:
“Evet. Bunu sen uyurken yapmayı düşünüyordum, böylece acı çekmeyecektin.”
Onun göremediği karanlıkta, Sunny’nin yüzünde acı bir gülümseme belirdi.
Genç askerin dudaklarından derin bir iç çekiş çıktı. Sırtını mağaranın duvarına yasladı, hâlâ başını kaldırmadan:
“Beni affetmeni beklemiyorum. Bu günah benim yüküm olacak. Ama eğer mümkünse… anlamaya çalış. Eğer işler farklı olsaydı, o canavarla yüzleşip senin kaçmanı sağlardım. Ama benim hayatım… bana ait değil. Tamamlamam gereken kutsal bir görevim var. Bitirinceye kadar da, kendime bu hakkı veremem. Ölmemeliyim!”
Sunny güldü.
“Siz insanlar… Şuna bak! Beni öldürmeye hazırlanıyorsun ama hâlâ bahane uyduruyorsun. Ne kadar da acınası! En çok senin gibi ikiyüzlülerden nefret ediyorum. Neden dürüst olmuyorsun ha? Bana o saçmalıkları anlatma… sadece söyle! ‘Seni öldüreceğim çünkü kolay. Seni öldüreceğim çünkü yaşamak istiyorum.’”
Kahraman gözlerini kapadı, yüzü kederle doluydu.
“Üzgünüm. Anlamayacağını biliyordum.”
“Anlayacak ne var ki?”
Sunny öne eğildi, damarlarındaki öfke kaynıyordu.
“Söyle bana. Neden ölmeliymişim ben?”
Genç asker sonunda başını kaldırdı. Karanlıkta hiçbir şey görememesine rağmen, yüzünü Sunny’nin sesinin geldiği yöne çevirdi.
“O adam tam bir şerefsizdi… ama haklıydı. Üzerinde çok ağır bir kan kokusu var. Bu, canavarı çekecek, er ya da geç.”
“Bırak beni o zaman. Yollarımızı ayırırız. Bundan sonra o yaratık beni bulursa, artık senin sorunun olmaz.”
Kahraman başını salladı.
“O yaratığın dişleri arasında ölmek… çok acımasız bir son. Bunu kendim yapmam daha iyi olur. Sonuçta senden ben sorumluyum.”
“Ne kadar da asilsin…”
Sunny sırtını mağaranın duvarına yasladı, yorgun bir şekilde. Bir süre sonra sessizce konuştu:
“Biliyor musun… buraya ilk geldiğimde, ölmeye hazırdım. Sonuçta bu dünyada — hatta iki dünyada — yaşayıp ölmemi umursayacak tek bir ruh bile yok. Ben gittiğimde kimse üzülmeyecek. Kimse var olduğumu bile hatırlamayacak.”
Yüzünde kederli bir ifade belirdi. Fakat bir an sonra o ifade kayboldu, yerini alaycı bir sırıtış aldı.
“Ama sonra fikrimi değiştirdim. Bir yerlerde, bir şekilde, yaşamalıydım. Ne olursa olsun hayatta kalmalıyım diye düşündüm.”
Kahraman ona dikkatlice baktı.
“Unutulmayacak bir hayat yaşamak için mi?”
Sunny’nin yüzünde karanlık bir parıltı belirdi, dişlerini gösterdi.
“Hayır. Senin gibilere inat olsun diye.”
Genç asker birkaç saniye sessiz kaldı, sonra başını salladı, bu cevabı kabullenir gibi. Ayağa kalktı.
“Merak etme. Hızlı olacak.”
“Kendine biraz fazla güvenmiyor musun? Beni öldürebileceğini nereden biliyorsun? Belki ben seni öldürürüm.”
Kahraman başını salladı.
“Sanmam.”
…Ama o anda birden sendeledi, dizlerinin üzerine düştü. Yüzü kireç gibi oldu ve acı dolu bir iniltiyle kan kustu.
Sunny’nin yüzünde tatmin olmuş bir gülümseme belirdi.
“Sonunda.”
***
“Sonunda.”
Kahraman dizlerinin üzerinde duruyordu, yüzünün alt kısmı kana bulanmıştı. Şaşkınlıkla ellerine baktı, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
“Bu… bu nasıl bir büyü?”
Gözleri büyümüş, sesi titriyordu. Sunny’e döndü:
“Yoksa… o hırsız doğru mu söylüyordu? Gölge Tanrısı’nın lanetimi bu? Bizi lanetledin mi?”
Sunny iç çekti.
“Keşke öyle yeteneklerim olsaydı ama hayır. Doğrusu, benim öyle yeteneklerim yok.”
“Peki… nasıl?”
Genç köle omuz silkti.
“İşte bunun için sizi zehirledim.”
Kahraman irkildi, sözleri anlamaya çalışıyordu.
“Ne yaptın?”
“Zalim ilk saldırdığında beni su aramaya göndermiştin. Ölü askerlerin mataralarını toplarken, hepsine — kendi mataram hariç — biraz Kanboğan meyvesinin suyunu sıktım. Tadı anlaşılmayacak kadar az, ama sizi yavaş yavaş öldürmeye yetecek kadar çok.”
Asker dişlerini sıktı, acıya direnirken yüzünde bir farkındalık belirdi.
“Yani bu yüzden… diğer ikisi bu kadar kötü durumdaydı.”
Sunny başını salladı.
“Kurnaz çok su içtiği için en önce çöktü. Bilge de fazla dayanamazdı ama sen zaten onu zehirden önce öldürdün. Sana gelince… sanki Kanboğan sana etki etmiyordu. Endişelenmeye başlamıştım.”
Kahraman’ın yüzü karardı.
“Anlıyorum…”
Bir süre düşündü, sonra şaşkınlıkla Sunny’e baktı.
“Ama… sen bilemezdin… o zaman… bu duruma düşeceğimizi.”
Sunny alayla güldü.
“Lütfen. Bu kadarını görmek için kahin olmaya gerek yok. Kurnaz, bir çift bot için bile beni öldürürdü. Bilge, koyun postuna bürünmüş bir kurttu zaten. Kaldı ki insanlar en iyi şartlarda bile bencil ve zalimdir — ölümün eşiğine geldiğimizde o ikisinin bana bir kötülük yapmayacağına mı inanacaktım?”
Kahraman kan tükürdü.
“Ya ben?”
“Sen mi?” Sunny’nin yüzünde küçümseme belirdi. “Sen hepsinden daha betersin.”
“Neden?”
Sunny ona baktı, öne eğildi.
“Kısa hayatımda fazla şey öğrenmedim ama bir şeyi çok iyi biliyorum,” dedi; sesinde artık ne alay ne korku vardı.
Artık sadece soğuk, acımasız bir nefret vardı. Sunny’nin yüzü sertleşti, tükürür gibi konuştu:
“Kendi efendisine güvenmeye başlayan köleden daha acınası bir şey yoktur.”
Bu sözleri duyunca Kahraman başını öne eğdi.
“Anlıyorum.”
Sonra birden güldü.
“Sen… sen tam bir şeytansın, ha?”
Sunny gözlerini devirdi.
“Ne kadar da kabasın.”
Ama Kahraman onu dinlemiyordu.
“Güzel. Bu iyi. En azından vicdanım biraz daha rahatlayacak.”
Sunny sinirle iç çekti.
“Ne saçmalıyorsun? Öl artık.”
Kahraman kıkırdadı ve birden gözleriyle Sunny’yi deldi. Bir şekilde artık o kadar hasta görünmüyordu.
“Aslında o plan işe yarardı… eğer ben normal bir insan olsaydım. Ama maalesef, benim Ruh Çekirdeğim zaten Uyanmış. Sayısız düşmanı öldürdüm, güçlerini özümsedim. Kanboğan zehri, bu kadarla beni öldüremez.”
“Kahretsin!”
Sunny arkasını döndü, kaçmaya çalıştı. Fakat çok geçti. Arkasından bir darbe geldi, bedeni kayanın duvarına çarptı. Keskin bir acı, sol yanını delip geçti. Çığlık atarak yuvarlandı, sonra kendini toparlayıp ayağa kalktı ve dar yarıktan dışarı koştu.
Eski taş patikaya ulaştığında, gökyüzündeki yıldızları ve solgun ayı görebiliyordu. Ama gidebildiği en uzak yer orasıydı.
“Dur.”
Soğuk bir ses arkasından yankılandı. Sunny dondu kaldı. Eğer Kahraman gerçekten Uyanmış bir Ruh Çekirdeğine sahipse, ondan kaçma şansı yoktu. Dövüşteyse hiç yoktu.
“Dön.”
Genç köle usulca döndü, ellerini kaldırdı. Kahraman’a baktı; adam yüzündeki kanı silerken gözlerinde hoşnutsuzluk vardı. İkisi de ölüm soğuğunda birbirine bakıyordu.
“Buna değdi mi? Artık fark etmez zaten. Her şeye rağmen sözümü tutacağım. Acısız olacak demiştim.”
Asker kılıcını çekti.
“Son bir sözün var mı?”
Sunny cevap vermedi.
Ama bir anda elinde küçük bir gümüş çan belirdi.
Kahraman kaşlarını çattı.
“Onu nerede saklıyordun?”
Sunny çanı salladı. Dağ boyunca yankılanan berrak bir ses, gecenin içine yayıldı.
“Ne yapıyorsun?! Kes şunu!”
Genç köle usulca durdu.
“Neydi bu…”
Kahraman’ın şaşkın gözleri önünde gümüş çan havada kayboldu. Şaşkınlıkla Sunny’e baktı.
“Söyle! Ne yaptın az önce?”
Ama Sunny cevap vermedi. Aslında mağaradan çıktığından beri tek kelime etmemişti. Şu anda nefes bile almıyordu.
Kahraman ise konuşmaya devam etti.
“Cevap ver yoksa seni pişman ederim.”
Kaşlarını çattı.
“Neden konuşmuyorsun?”
Titreyen çocuk sadece ona baktı — sessiz, ifadesiz.
Hayır… arkasına doğru bakıyordu.
Arkasındaki karanlığa doğru bakıyordu.
Kahraman’ın gözleri büyüdü.
“Hass…”
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.