Yukarı Çık




59   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   61 

           
Bölüm 60 - Kemik Sırtı
— Çeviri: Raban —

O an, Cassie’nin neden bahsettiğini anlaması birkaç saniyesini almıştı.

“Kehanetteki kule mi? Yedi mühürlü olan?”

Cassie başını salladı.

“Evet. Rüyamda büyük bir dağ kadar yüksekti. Hatta insan kalesinin surlarından bile görebiliyordum, sanki gökyüzünü delip geçen kızıl bir mızrak gibi ufukta yükseliyordu. Güneş batarken Kızıl Kule’nin devasa gölgesi kalenin üzerine düşüyor ve doğuya doğru, göz alabildiğine uzanıyordu.”

Bir süre sustu, sonra ekledi:

“Kızıl Kule’ye baktığımda hissettiğim şey, senin tarif ettiğine çok benziyordu… ama çok daha yoğundu.”

Sunny kaşlarını çattı, Cassie’nin o kehaneti nasıl tarif ettiğini hatırlamaya çalıştı. Yedi mühürü koruyan yedi kesik baş… açgözlü gölgeler tarafından yutulan melek… tarifsiz bir korku koparılmış…

Bu kule meselesi tam olarak neydi acaba?

“Kızıl olmasının sebebi labirentle aynı şeyden yapılmış olması mı?”

Etraflarındaki “mercan” dedikleri şey aslında mercan değildi. Öyle adlandırmalarının tek sebebi, yüzeysel bir benzerlikti. Gerçekte bu garip maddenin ne olduğu hala gizemini koruyordu.

Cassie tereddüt etti.

“Belki de tam tersidir. Belki de labirent, Kule’yle aynı malzemeden yapılmıştır.”

Yani Kızıl Kule, tüm bu çıldırmışlığın kaynağı olabilirdi. Yine de bu sadece bir tahmindi — ellerinde doğrulayacak herhangi bir bilgi yoktu.

Yine de Sunny, bu Kule’nin bir şekilde her şeyin merkezinde olduğuna emindi. Tek umudu, oranın nihai varış noktaları olmamasıydı.

Ruhundaki huzursuzluğun nedenini öğrendiği için onu bastırmak artık daha kolaydı. Hatta bu durumun gizli bir faydasını bile bulmuştu — Kızıl Kule’nin gölgesini hissedebildiği sürece, insan kalesinin yönünü de bulabiliyordu. Çünkü kale, bulundukları yerle gölgenin kaynağı arasında bir yerdeydi.

Bir bakıma, Kızıl Kule onun içsel pusulası haline gelmişti.

“Hazırlanın.”

Neph’in sesi Sunny’yi düşüncelerinden kopardı. Sunny’de bu düşünceleri bir kenara bırakıp göreve odaklandı.

Kemik Sırtı’na yaklaşıyorlardı.

Bu ismi, o devasa yapıyı ilk gördüklerinde düşünmüşlerdi. Uzaklardan bile seçilebiliyordu, kızıl mercanların arasında ve gri gökyüzünün altında, fildişi renginde bir ihtişamla parlıyordu.

Kemik Sırtı gerçekten de kemikten oluşuyordu. Dev bir deniz canavarının iskeleti, birbirine geçmiş bir biçimde büyüyen mercan yığınlarının üzerinde duruyordu. Kıvrılan omurgası ise yerden yukarı doğru bir çıkıntı gibi yükseliyordu. Bu korkunç yaratığın yaşarken nasıl göründüğünü söylemek imkânsızdı, ancak şöyle bir gerçek vardı ki — karanlık deniz de bile böylesi bir varlık akıl almaz bir şeydi.

Yolculukları boyunca gördükleri tek devasa iskelet bu değildi. Aslında labirent, ölü leviathanların kalıntılarıyla doluydu, bu dev kemikler doğal kemerler ve kemikten saraylar gibi labirentin dört bir yanında yükseliyordu. Mercanlar, bu kalıntıların çevresinde daha yüksek ve daha yoğun büyüyordu — sanki bembeyaz kemikleri kızıl denizin içine gömmeye çalışır gibi.

Ama Sunny’ye göre durum tam tersiydi. Ona göre mercanlar aslında bu eski kemiklerden büyüyordu, oradan da tüm dünyaya yayılıyordu. Kızıl mercan tepelere baktığında, sanki katılaşmış kan nehirleri görüyordu.

İçten içe biliyordu, eğer o siyah çamuru mercanların köklerine kadar kazarak inselerdi, aşağıda sonsuz bir kemik yığınından başka bir şey bulamayacaklardı.

Ne korkunç bir görüntü olurdu.

Sunny’nin labirent üzerine yaptığı kaotik ve varsayımsal düşünceleri bir kenara bırakırsak, Kemik Sırtı’nı oluşturan canavar gerçekten de olağanüstü bir büyüklükteydi. Bu yüzden omurgasının bir kısmı, gece olduğunda suyun üstünde kalıyordu. Bu yüzden yolculuklarının bir sonraki durağı olarak burayı seçmişlerdi.

Bu yüzden en önemli görevleri, hava kararmadan ölü leviathanın gövdesine tırmanıp, orada başka bir yaratığın bulunmadığından emin olmak.

Eğer varsa da, tek çare onu öldürmekti — önceki yerlerine geri dönmek için artık çok geçti.

Son adım genelde en tehlikeli olandı.

Mercan yığınından oluşmuş tepeye vardıklarında etrafında dolanarak uygun bir tırmanış yolu aradılar. Sonunda yaratığın çatlamış ve şekli bozulmuş kafatasının önüne geldiler. Alt çenesi ya kayıptı ya da çamura gömülmüştü, bu yüzden üst çene devasa bir mağara ağzı gibi açılıyordu.

Sunny’nin sırtından bir ürperti geçti. Dişlerinden oluşan korkunç duvarın altından geçerek ağzına girdi. Gölgesi önden gidip yol gösterirken, kafatasının arka kısmından geçip içi boş omurga kemiğinin içine girdiler.

Kemiğin iç yüzeyi bir yol kadar genişti. Hatta uzun bir otoyol tüneline benziyordu, dev omur kemiklerinin arasındaki boşluklardan geçen ışık huzmeleri etrafı aydınlatıyordu. Tünel yukarı doğru eğimli olduğundan, tepeye olan uzaklık belirsizdi.

Yankı içeri girdiğinde kitin bacaklarının çarpması yankılanan bir gürültüye sebep oldu.

Nephis yüzünü buruşturdu.

“Bir hareket var mı?”

Sunny gölgeyle kontrol etti, sonra başını salladı.

Değişen Yıldız ileriye doğru baktı ve çenesini hafifçe eğdi.

“Devam edelim.”

Her ne kadar gölge tehlike hissetmemiş olsa da, yine de kılıçlarını çağırıp öyle ilerlediler. Etrafı güvene aldıktan hemen sonra pusuya düştükleri bir olay bile olmuştu.

Neyse ki bu sefer sorunsuz ilerlediler. Dev iskeletin içinde hiçbir şey yoktu. Savaşsız geçen tünel yolculuğunu böylece bitirdiler.

Tepe noktaya vardıklarında güneş batmak üzereydi. Karanlık deniz artık geri dönüyor, deniz canavarının omurgasını hızla akan suyun yankılanan sesiyle dolduruyordu. Sunny, Yankı’nın üstündeki çantaları indirip onu geri yolladı, kamp alanı bir anda daha geniş ve ferah hale geldi.

Üçünün de yıkanması gerekiyordu. Sunny, kızlara mahremiyet tanımak için biraz uzaklaştı, oturup yorgun bedenini dinlendirdi. Gölgesi, suyun yavaşça yükselip fildişi beyazlığı yutmasını izlemek için omurganın alt kısmına indi. Son dakikada sudan bir şeyin çıkmadığından da emin olmalıydı.

Zihninin bir yarısı bu işle meşgulken, diğer yarısı boştaydı. Sunny rünleri çağırıp sahip olduğu Gölge Parçacıkları’nın sayısını kontrol etti.

Gölge Parçacıkları: [96/1000].

Fena değildi… Bu işe başladığında sadece on ikisi vardı. Bir ay bile geçmeden sayı katlanarak artmıştı. Artık daha güçlüydü, daha çevikti ve daha deneyimliydi.

Yine de, saf fiziksel güç açısından, Gölgesinin yardımıyla bile Unutulmuş Kıyı’daki en zayıf Kâbus Yaratıkları’nın bile çok gerisindeydi.

‘Bir Kıskaçlı Avcı’yı ellerimle boğmak için ne kadar güçlenmeliyim acaba?’

Cevap belliydi aslında — ve moral bozucuydu: Ruh Çekirdeği, Uyanmış olduğunda. Ve bu da, gerçek dünyaya dönebilirse olacak bir şeydi.

Sunny iç çekti.

Bir süre sonra sıra ona geldi. Cassie’den aldığı Sonsuz Su Şişesi’yle biraz uzaklaştı, Kuklacı’nın Pelerini’ni geri yolladı.

Soğuk bir rüzgâr solgun tenine dokundu, Sunny irkildi. Başını eğip bedenine baktı — kir, ter ve kurumuş kanla kaplıydı.

Uyanmış olmak temiz bir meslek değildi orası kesin.

Sunny yıkanırken Nephis’te bir yandan ateş yaktı ve et pişirdi. Artık ellerinde tuz bile vardı. İlk başta karanlık denizin geride bıraktığı tuzu kullanmak fikri hoşlarına gitmemişti, ama zamanla alıştılar.

Tuz, her yemeğe lezzet katıyordu.

Yemeklerini sessizlik içinde yediler — konuşamayacak kadar yorgun ve açlardı. Çok geçmeden uyku vakti geldi.

İlk nöbet Sunny’ye aitti. Dinlenmeden önce biraz kılıç talimi yapmayı planladı. Temel kılıç hareketlerini tekrar ederken zihnini ikiye böldü. Bir yanı bedensel hareketlerine odaklanıyor, diğer yanıysa gölgesi aracılığıyla aşağıdaki karanlık suyu gözlüyordu.

Rüzgar olmadığından, suyun yüzeyi durgundu. Sunny ilk kez dalgasız hâlini görüyordu — siyah bir ayna gibi dümdüz ve hareketsizdi.

Tam anlamıyla büyüleyiciydi. Bir anda, o aynaya yaklaşmak ve yansımasına bakmak için güçlü bir arzu hissetti.

Ama Sunny, kıpırdamadı.

Çünkü bakınca göreceği şeyden korkuyordu.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.

59   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   61