Zifiri karanlık bir gecede, küçük bir tekne çalkantılı denizin karanlık yüzeyinde süzülüyordu. Direği, bir iblisin omurga kemiğinden yapılmıştı ve rüzgarla beraber gıcırdıyordu. Bu uçsuz bucaksız ve ışıksız boşluğun ürkütücü sessizliğinde, tekne dalgaları yararak ilerliyordu.
Gıcırdayan direğin ve teknenin metal gövdesine çarpan suyun sesinden başka hiçbir şey duyulmuyordu.
Sunny dümeni tutmuş, tekneyi batıya doğru sürüyordu. Yol gösterecek ne ay vardı ne de yıldız, rotayı korumak zordu. Ancak Kızıl Kule’nin soğuk ve uğursuz gölgesi zihninde yer etmişti, onu bir pusula gibi kullanarak bu tehlikeli sularda yönünü kaybetmeden ilerleyebiliyordu.
Üstlerinde karanlık gökyüzü, altlarında simsiyah deniz… Sadece üstünde durdukları çelik kabuktan yapılmış tekneyle gecenin karanlığında yol almaya devam ettiler.
Tehditkar denizin derinliklerinde sayısız dehşet verici varlık dolaşıyordu. Sunny birkaç kez, devasa gölgelerin küçük teknenin yakınından geçtiğini hissetmişti, belki de bu kadar yakın geçmeleri onları fark etmiş olmalarından kaynaklanıyor olabilirdi. Karşı koyacak güçleri yoktu, sessizce titremekten, o korkunç yaratıkların geri dönmemesi için dua etmekten başka çareleri yoktu.
Şimdilik şanslılardı. Belki de bu kadim varlıkları doyurmak için fazla küçük ve zayıfta olabilirlerdi tabii…
Yolculuk başlayalı birkaç saat geçmişti ki Sunny zihnindeki o garip çekimin azalmaya başladığını fark etti. Düşünceleri yavaş yavaş berraklaşıyordu, zihnini saran sis her geçen dakika daha da zayıflıyordu. Derken, kafasında cam kırılmasına benzer bir ses yankılandı.
Ve böylece zihnini örten sis tamamen dağılmıştı.
Artık Ruh Ağacı’nın etkisinden tamamen kurtulmuştu.
Derin bir rahatlama ile istemsizce sırıttı. Ancak bu sırıtış zayıf ve kararsızdı.
Büyüsünün etkisi kaybolunca, zihni her zamanki haline geri dönmüştü. Sanki görünmez bir ağırlık kaldırılmış, düşünceleri tekrar özgürce akmaya başlamıştı. Her şey daha açık, sanki dünya daha bir netleşmişti.
Harika bir histi. Ama bu netlikle birlikte, bulundukları durumun ne kadar korkunç ve tehlikeli olduğu gerçeğinin de daha bir farkına vardı.
Gerçekten de şu anda hayatları pamuk ipliğine bağlıydı. Yaşayıp yaşamayacakları talihin kaprisine kalmıştı. Bu lanetli denize dandik bir tekneyle yelken açmak gerçek manada delilikti.
Ama zaten Unutulmuş Kıyı’da akla mantığa yatkın hiçbir şey yoktu. Bu ıssız cehennemde bazen en delice karar, elindeki tek seçenek olabiliyordu..
Sunny dişlerini sıkıp dümeni tuttu, karanlığın içine bakarak yol almaya devam etti.
Birkaç dakika sonra Cassie kıpırdanmaya başladı, tekne hafifçe sallıyordu. Büyülü asasını Nephis’e uzattı ve el yordamıyla yolunu bularak Sunny’ye doğru ilerledi.
Sunny ne yapmak istediğini anlayamadan, bir anda kendini kızın kollarında buldu. Kör kız yüzünü Sunny’nin göğsüne gömmüştü, ılık gözyaşları yanaklarından süzülüyordu.
Sunny donakaldı; ne yapacağını bilmiyordu. Cassie’nin vücudu titriyordu, kolları ona sıkıca sarılmıştı. O hala durumu kavramaya çalışırken Cassie sessizce fısıldadı.
“Teşekkür ederim… teşekkür ederim…”
Aşırı derecede mahcup olan Sunny, boğazını temizliyormuş gibi yaparak cevap verdi.
“Şey… teşekkür etmene gerek yok. Sen beni uyarmasaydın hala o adada olurduk. Yani… ödeştik.”
Sonra elini kaldırıp beceriksizce kızın sırtını sıvazladı.
İkisi de konuşurken fısıldıyordu. Çünkü karanlık derinliklerdeki bir şeyin dikkatini çekmekten korkuyorlardı.
Cassie birkaç dakika boyunca sessizce ağladı. Sonunda geri çekildi, yüzünü sildi ve tekrar fısıldadı.
“Özür dilerim.”
Sesi biraz garip gelmişti. Sunny kaşlarını kaldırarak şaşkınlıkla baktı.
‘Neden özür diliyorsun ki?’
“Ben de özür dilerim… şey… o zaman seni kaçırmaya çalıştığım için.”
Cassie hafifçe gülümsedi, sonra gözyaşlarını silip yerine geri döndü.
Sunny yine yalnız kalmıştı.
Başka yapacak bir şey olmadığı için düşüncelere daldı. Nihayet özgürce düşünebiliyorken, başına gelenleri gözden geçirmeye karar verdi. Ayrıca sonsuz karanlıkta üzerine çöken bu tuhaf baskıdan da bir şekilde uzaklaşmak, dikkatini başka bir şeye vermek istiyordu.
Ruh Ağacı’nın onlara yaşattıkları ne kadar korkunç olursa olsun… sonunda Sunny oldukça kazançlı çıkmıştı.
Bu seferki ganimeti inanılmazdı. Mükemmel bir silah, neredeyse yüz Gölge Parçacığı, ve iki yeni Nitelik kazanmıştı.
İlahi Kıvılcım önceki haline kıyasla gerçek bir gelişmeydi. Hatıraların iç yapısını görebilmek bile başlı başına özel bir durumdu. Ancak aslında onu daha çok düşündüren Kan Dokumasıydı. Sunny, bu Nitelik’in eşsizliğini ve önemini fazlasıyla hafife aldığını hissediyordu.
Kökeni hala sırlarla örtülüydü. İkor Damlasının sahibi olan şu Dokumacı da kimdi? Yada Büyü’nün adını bile anmaya çekindiği Bilinmeyen kimdi? Tanrılarla ne gibi bağlantıları vardı? Neden Sinsi Hırsız Kuş’un Yavrusundan aldığı o Hatıra’nın türü ve rütbesi boş bırakılmıştı? Bir Hatıra’nın… Uyanmış birine yeni Nitelikler vermesi… bu nasıl mümkün olabilirdi?
Bu son soru aklına başka bir şey getirdi.
Dönüp Nephis’e baktı. Konuştuklarını hatırlamaya çalıştı.
Gerçek şu ki, o konuşmada Sunny’nin fark edemediği pek çok şey saklıydı.
Öncelikle artık şunu iyi biliyordu. Değişen Yıldız’ın Cassie’ye verdiği zırh altıncı kademe Uyanmış bir Hatıraydı. Yani Uyanmış bir Dehşet’ten gelmişti. Üstelik bu yaratık, Sunny’nin İlk Kabusu’nda öldürdüğü Dağ Kralı’ndan bir sınıf daha üstündü.
Böylece, Değişen Yıldız’ın Gerçek İsmini nasıl kazandığı sorusunun cevabına bir adım daha yaklaşmış oldu.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.