Yukarı Çık




1   Önceki Bölüm 

           
Leo, dolabın dar gölgesinde taş kesilmişti; kalbi o kadar hızlı atıyordu ki, kulaklarında yankılanıyordu. Odada altı asker vardı – hepsi de sert ifadeli, silahlı adamlar. Ama biri diğerlerinden farklıydı: Üniforması daha süslü, omuzlarında rütbe işaretleri parıldıyordu. Diğerleri ona “Komutanım“ diye sesleniyordu. O, odanın ortasında durmuş, soğuk bir sesle emirler yağdırıyordu: “Her köşeyi arayın. 15-40 yaş arası enfekteleri yakalayın. Toplama kamplarına gönderin, orada çalıştırılacaklar. İtaat etmezlerse, öldürün. 15 yaşından küçük olanlara hastanede dondurma ameliyatı yapılacak, ardından askeri akademiye sevk edilecekler.“

Leo, “askeri akademi“ kelimesini duyunca donakaldı. Neden çocuklar askeri akademiye gönderiliyordu? Bu hastalıklı dünyada, küçük çocuklar neyin askeri olacaktı? Ve “dondurma ameliyatı“ ne demekti? Kafasında sorular dönüp duruyordu, ama cevap yoktu. Komutan devam etti, sesi daha da sertleşerek: “40 yaşından büyük ve ya engelli olan herkesi öldürün. Cesetlerini de yakın. Hiçbir iz bırakmayın.“

Bu son emir, Leo’nun kanını dondurdu. Titremeye başladı, dişlerini sıkarak ses çıkarmamaya çalıştı. Korku, bedenini ele geçirmişti; elleri buz gibiydi. Askerler odada dolaşıyor, mobilyaları deviriyor, her yeri didik didik arıyordu. Leo, nefesini tuttu, dua eder gibi bekledi. Sonunda, komutan “Temiz burası, ilerleyin!“ diye emretti ve askerler ağır adımlarla evi terk etti.

Leo, birkaç dakika daha bekledi, dışarıdan sesler uzaklaşana kadar. Sonra yavaşça dolaptan çıktı. Yerde yatan cesetlerin arasından geçerken midesi bulandı; ölüm kokusu her yanı sarmıştı. Gözlerini kaçırdı, ama görüntü zihnine kazınmıştı. Askerlerin gittiği yöne ters tarafa yöneldi, sessizce evden çıktı. Ne yapacağını bilemez halde, dikkatlice ilerlemeye başladı. Koşarken etrafındaki yıkımı görüyordu: Yıkılmış evler, yanan cesetler, dumanla kaplı sokaklar. Her adımda, cehennem gibi bir manzara.

Tam o sırada, önceden duyduğu o korkutucu ses yankılandı – karanlık, soğuk, insan dışı. Bu ses, Leo’nun zihninde bir kapı açtı. Hafızası kaybetmiş olsa da, bir anı canlandı: Leo çok küçük bir çocuktu, belki beş-altı yaşında. Beyaz önlüklü kadın – ona “Leo“ diye seslenen o kadın – ona sıkıca sarılmıştı, ağlıyordu. Leo ona bakıyor, korkuyla titriyordu. Arkalarında, gölgelerde yüzü görünmeyen bir adam duruyordu; siyah önlük giymiş, elinde silah. Ve o korkutucu sesin sahibiydi: “Hükümetin emirlerini çiğnedin. Seni dondurma ameliyatı yapman için kiraladık, imkanlar verdik. Ama sen bu çocukları bu hastalıktan kurtarabileceğine inanıp ameliyatları yapmadın. O ameliyatları yapsaydın, bu kadar çok kişi ölmezdi.“

Beyaz önlüklü kadın, gözyaşları içinde cevap verdi: “O ameliyatın başarı oranı %0.2! Ve başarılı olsa bile, hastalık ilerde tekrar büyüyebilir. Hayatta kalmaları imkansıza yakın. Eğer bu çocukların yaşayabilecekleri 10 yılları varsa, o 10 yılı yaşamalarını istiyorum. Sadece 5 yıl fazla yaşayacaklar diye binlercesini ölüme terk edemem!“

Siyah önlüklü adam soğukça güldü: “Hükümet enfektelere yaşamak için birer şans verdi, ama sizler bunu anlayamadınız.“ Silahı kadının kafasına doğrulttu. Tam o anda bir ateş yükseldi – bir silah sesi, belki bir patlama. Leo bundan sonrasını hatırlayamıyordu. Anı kesildi, karanlığa gömüldü.

Koşarken, Leo kendi kendine sorular soruyordu: Neler oldu? O kadın kimdi? Annem mi? Neden öldürüldü? Bu hastalık nedir? Dondurma ameliyatı ne? Ben de mi enfekteyim? Kafası allak bullak olmuştu, delirme raddesine geliyordu. Cevaplar yoktu, sadece daha fazla soru. Ama hayatta kalmak zorundaydı. Kadın demişti ya: “Kaç. Yaşa. Sadece yaşa.“

Leo, zihninde bu düşünceler dönerken, dikkatle ilerlemeye devam etti. Yıkıntılar arasında, dumanın gölgesinde, adımları kararsız ama kararlıydı. Bir süre sonra, uzaktan gelen sesler onu durdurdu – ağır bot sesleri, metalin metale sürtünmesi, inlemeler. Hızla bir harabenin gölgesine sindi, yıkılmış bir duvarın ardına çöktü. Gözlerini kaldırdığında, bir grup asker gördü. Bu kez farklıydılar; yorgun, bitkin, perişan haldeydiler. Bazıları topallıyor, bazılarının zırhları delinmiş, birkaçı uzuvlarını kaybetmişti. Kolları ya da bacakları eksik olanlar, diğerlerine yaslanarak yürüyor, kanlı sargılarla sarılmış yaraları açıkta duruyordu.

Aralarında yine bir komutan vardı; üniforması diğerlerinden daha düzenli, ama yüzü yorgunluk ve öfkeden gerilmişti. Askerlerden biri, telaşla komutanın yanına koştu. “Efendim,“ dedi nefes nefese, “Kızıl Yara Örgütü batıdaki bütün üslerimizi patlatmış ya da işgal ederek yerle bir etmiş. Şimdi oralara yerleştiler!“

Komutan, bu haberi duyunca sinirden deliye döndü. Yumruğunu sıkıp dişlerini gıcırdattı. “Zarar ve kayıplar ne durumda?“ diye sordu, sesi titreyerek.

Asker yutkundu, yüzü solgundu. “Yedi bin kişinin öldüğünü doğruladık, efendim.“

Komutan bir an sustu, gözleri faltaşı gibi açıldı. “Üstlerden ne haber var?“ diye sordu, sesinde bir umut kırıntısı aranıyordu.

Askerin yüzü daha da düştü. “Hükümet, bu tarafta görev yapan tüm askerlerin batıya saldırıya gitmesini emretti. 150 bin kişilik bir ordunun yolda olduğunu, biz saldırdığımızda bize destek olacaklarını söylediler.“

Komutan öfkeden kudurmuş gibiydi. “Batıya gidebilecek kadar erzağımız bile yok!“ diye bağırdı. “Bir de savaşmamızı mı istiyorlar? Bu delilik!“ Asker, çaresizce durumu açıklamaya çalıştı: “Durumu anlatmaya çalıştım, efendim, ama emir kesindi.“ Komutan bir an durdu, derin bir nefes aldı. Sonra, istemese de kararını verdi. “Hareket emri verin,“ dedi soğuk bir sesle. “Batıya gidiyoruz.“ Askerler, yorgun ve yaralı halleriyle, yavaşça toparlanıp batıya doğru hareket etmeye başladı.

Leo, saklandığı yerde nefesini tutmuş, onları izliyordu. Kızıl Yara Örgütü... Bu isim, zihninde bir yerlere dokundu, ama ne olduğunu çıkaramadı. Kimdi bunlar? Hükümete karşı mı savaşıyorlardı? Yoksa başka bir düşman mıydı? Ve bu 150 bin kişilik ordu... Leo’nun midesi düğümlendi. Hayatta kalmak, her geçen saniye daha imkânsız hale geliyordu.

Leo, askerlerin batıya doğru uzaklaştığını görünce hızla saklandığı yerden çıktı. Adımları telaşlı, ama dikkatliydi. Yıkıntılar arasında koşarken, açlık ve yorgunluk bedenini ağırlaştırıyordu. Bir süre sonra, harap olmuş başka bir eve sığındı. Belki burada yiyecek bir şeyler bulabilirdi. Ev, diğerleri gibi sessiz ve kasvetliydi; tozlu mobilyalar, kırık camlar ve ölüm kokusu. Mutfak gibi görünen bir odaya yöneldi, dolapları karıştırırken gözü köşede yatan bir cesede takıldı.

İlk başta korkudan donakaldı. Ceset, yüzü yere dönük, hareketsiz yatıyordu. Üzerinde beyaz bir önlük vardı, tıpkı anılarındaki kadın gibi. Leo’nun kalbi hızlandı. Yavaşça cesede yaklaştı, korkuyla karışık bir merakla. Tam o anda, etraf buğulanmaya başladı. Gözleri karardı, başı döndü. Bir an için bilinci kaybolur gibi oldu.

Gözlerini açtığında, kendi bedeninde değildi. Şok içinde, az önce baktığı cesedin bedeninde olduğunu fark etti. Üzerinde beyaz bir önlük vardı, elleri kanlıydı. Etrafında bağrışmalar, çığlıklar ve kaos vardı. Leo, bu bedeni kontrol edemediğini anladı – sadece izliyor, duyuyor, ama hareket edemiyordu. Beden kendi kendine hareket ediyor, konuşuyordu. Koşmaya başladı, nefes nefese, “Buradan kaçmalıyım, buradan kaçmalıyım,“ diye tekrarlıyordu. Elinde sıkı sıkı tuttuğu bir kitap vardı. Beden, bir an durup kitaba baktı ve mırıldandı: “Bu kitabı o bulmadan önce saklamam lazım.“

Leo, bu sözlere anlam veremedi. Kim o? Bu kitap ne? Ama düşüncelerini toparlayamadan, etraf tekrar kararmaya başladı. Bilinci kayboluyordu sanki. Gözlerini açtığında, kendi bedeninde, cesedin başında duruyordu. Az önce ne olduğunu anlayamamıştı. Midesi bulanıyor, dengesini kaybetmiş gibi hissediyordu. Sendeledi, bir an duvara yaslandı.

Cesede bakarken zihninde sorular dönüyordu: Bu kişiyi kim öldürdü? Kimden kaçıyordu? Bu kim? Ve o kitap... Cesedin elinin altında, tozlu bir defter gördü. Siyah kaplı, kenarları yıpranmış bir defter. Leo, kalbi hızla çarparken defteri almaya yeltendi. Tam o sırada, dışarıdan gelen ayak sesleri onu dondurdu. Hızla yere çöktü, cesedin yanındaki bir masanın altına sindi. Nefesini tuttu, gözleri karanlıkta parlayan deftere kilitlenmişti.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.

1   Önceki Bölüm