Hiçbir şey mantıklı gelmiyordu. Düşünceleri o kadar karışmıştı ki aklı darmaduman olmuş gibiydi. “Ne oluyor? Ne oluyor? Ne oluyor?” Makoto ne olup bittiğini anlamak için umutsuzca çabalıyordu. İflas etmek üzere olan beynini var gücüyle çalıştırdı ve o noktaya nasıl geldiğini hatırlamaya çalıştı. Hava açıktı ve kendini iyi hissediyordu. Dolayısıyla her zamankinden farklı bir yoldan eve dönmeye karar vermişti. Yol kenarındaki parktan geçerken bir sınıf arkadaşına rastlamış ve kimin abur cubur alacağını belirlemek için taş-kâğıt-makas oynamaya davet edilmişti. Şans eseri Makoto tek turda kaybetmişti. Elinde eşyalarla geri dönerken her iki poşet de yırtılmış, içlerindeki yiyecek ve içeceklerin tamamı kaldırıma ve yola saçılmıştı. Etrafa dağılmış içecekleri toplarken bankta oturan yaşlı bir adamla tanışmıştı. Kısa bir sohbetin ardından adam yoluna koyulmuş fakat telefonunu unutmuştu. Makoto, telefonunu geri vermek için bu otobüse kadar adamın peşinden koşmuştu. Bir başka kötü şans eseriyle ayağı takılmış ve dengesini korumak için bir şeye tutunmuştu. Ve işte böyle olmuştu. Olup biteni hatırlamasına rağmen içinde bulunduğu bu durum hâlâ çok mantıksız geliyordu. Etrafında otobüsün zeminine saçılmış mücevherler vardı ve tamamen normal görünümlü bir iş adamı Makoto’nun kafasının üstünde bir çakı tutuyordu. “Sorun yok. Endişelenecek bir şey yok.” diye mırıldandı “iş adamı” Jutaro Akafuku. Çok derin düşüncelere dalmış gibi görünüyordu. “Sadece yeni bir plan üretip uygulamalıyım. Her şey yoluna girecek.” “A-Af edersiniz.” dedi Makoto tereddütle, yanında dikilen adamdan özür dilemeye çalışıyordu. Doğru şeyi yaptığından emin değildi, beyni düzgün bir karar veremeyecek kadar yanmıştı. Hemen ardından çakılı adam Makoto’ya öfkeli gözlerle baktı. Makoto’nun dili tutulmuştu. O gözlerde çalışkan bir iş adamının bakışları yoktu. Kendi çıkarları için başkalarına zarar vermekten çekinmeyen bir adamın soğuk ve sert bakışları vardı. “Ayağa kalkar mısın lütfen?” diye sordu Jutaro nazikçe. Sesi ve gözleri bambaşka iki insana ait gibiydi. “…Efendim?” “Ayağa kalkar mısın dedim.” diye tekrarladı. Tam o esnada Makoto, alnından yalnızca birkaç santim uzaklıkta bir çakının olduğunu fark etti. Görebildiği tek şey Jutaro’nun öne doğru eğilmeye başlaması olmuştu ve birdenbire adamın silahının ucuyla karşı karşıya kalmıştı. “Kalkarsın değil mi?” diye sordu Makoto’nun kafasına doğrulttuğu çakısını yavaşça kaldırırken. Sanki görünmez bir iple bağlılarmış gibi çakı kalkarken Makoto’nun vücudu da kalkıyordu. Dişlerinin takırdaması duyulabiliyordu. Kafasını kımıldatmadan gözleriyle yardım dilenircesine otobüstekilere bir bakış attı. Ama yolcular donakalmış, bembeyaz kesilmişlerdi. İki kelimeyi bir araya getirip yardım isteyebilse dahi kimse imdadına yetişmeyecek gibi duruyordu. “Olduğu gibi kabul et.” Bir kez daha sakallı adamın sözleri Makoto’nun kulaklarında yankılanmıştı. Ama nafileydi. Nasıl olur da akla mantığa sığmayan bu durumu olduğu gibi “kabul” edebilirdi ki? En ufak bir fikri bile yoktu. Ayrıca ona bu sözleri söyleyen adamın da herhangi bir şekilde yardıma geldiği yoktu. Hatta başını eğmiş, gözlerini kapatmıştı. “Uyuyor taklidi mi yapıyor?” İnanılır gibi değildi. Gerçekten de bu durumdan uyuyor numarasıyla kurtulabileceğini mi sanıyordu? Makoto’nun zihni bu önemsiz detaylarla meşgulken… “Hadi kımılda.” dedi Jutaro, Makoto’yu arkasından iterek. “Ha–?” diyebildi Makoto otobüsün önüne doğru sendelerken. Jutaro, çakısını hâlâ koltuğunda oturan şoföre doğrulttu ve dedi ki: “Yavaşça ayağa kalkıp direksiyondan uzaklaşır mısınız?” Şoför, çakılı adama karşı çıkarcasına kaşlarını çattı ve dudaklarını büzdü. Jutaro derin bir nefes alıp verdi. “Direksiyondan uzaklaşmanızı rica ettim.” diye tekrarladı her zamanki sakin ama tehditkâr sesiyle. “Lütfen işleri zorlaştırmayın. Otobüste acil durum anında birini çağırmaya yarayan bir düğmenin olduğunu bilmediğimi sanmayın. Eğer kahramanlık yapasınız gelir de o düğmeye basarsanız,” dedi ve çakısını Makoto’nun boğazına dayadı, “bu çocuğun yaşayacağının garantisini veremem.” Bir anda Makoto’nun terden sırılsıklam olmuş yüzü sararıp soldu. “Ee, kararınız nedir?” diye sordu şoföre Jutaro. “T-Tamam!” dedi şoför. Ayağa kalktı ve koltuğu ile otobüsün geri kalanını ayıran bölmeyi kaldırdı. Şoför koridora çıktıktan sonra Jutaro dikkatini yeniden Makoto’ya yöneltti. “Hadi,” dedi, “şoför koltuğuna oturuyorsun.” “Ha?” “Sen benim tutsağımsın.” dedi ve Makoto’yu iterek şoför koltuğuna oturttu. Makoto düşerken acıyla sızlandı. Daha sonra Jutaro, bölmeyi indirip kilitleyerek eğreti bir kafes oluşturdu. Makoto, Jutaro’nun amacını anlamamıştı. Konudan tamamen alakasız bir şekilde böyle önemli bir koltukta oturuyor olmayı hak edip etmediğini düşünüyordu. Öte yandan Jutaro ise o noktaya kadar üzerinde çalıştığı planı uygulamaya hazırlanıyordu. Basit ve doğaçlama bir plandı ancak sorunları çözmenin en iyi yolu sadelikti zaten. Öncelikle en büyük tehdidi oluşturan kişiye, yani şoföre, yerdeki mücevherleri toplattı ve yolcunun birinden çaldığı çantaya koydurdu. Şoför bununla meşgulken Jutaro yolcuları gözetliyor ve kendisini tehlikeye atacak bir şey yapmadıklarından emin oluyordu. Gerçi herkesin hâlâ korkudan donakalmış olmasını göz önünde bulundurunca buna pek de gerek yoktu. Kimse telefonunu çıkarıp yardım istemeye veya otobüs dışındaki birine işaret vermeye yeltenmemişti. Ama Jutaro tam anlamıyla emin olmak için oradakilere dedi ki: “Kendi iyiliğiniz için kahramanlık yapmak yok, tamam mı? Herhangi bir şeyinizi çalmadım, o yüzden bunların sizinle hiçbir ilgisi yok. Eğer çenenizi kapar ve işime burnunuzu sokmazsanız da bu durum böyle devam edecek. Bu kadar basit.” Yolcular sessizce tir tir titreyerek bütün bu olanların bitmesini bekliyordu. Biri hariç. Bir gözü yarı açık bir şekilde otobüste gerçekleşen olayları izliyor, sabırla otobüs hırsızının gardını düşürmesini bekliyordu. Fırsatının muhtemelen şoförün mücevherleri toplamayı bitirmesinin ardından geleceğini düşündü sakallı yaşlı adam. Şu anda etrafını bir şahin gibi izleyen soyguncunun, ganimetini geri aldığında dikkatini oraya yönelteceğine neredeyse emindi. Hemen bir saniye sonra şoför, ellerini dizlerine koydu ve soyguncuya mırıldandı: “Iı, hepsini topladım…” Bunu duyduktan sonra Jutaro bir sırıtış attı ve ağzına kadar dolmuş çantayı şoförün ellerinden hızlıca çekip aldı. “Şimdi!” diye geçirdi yaşlı adam içinden. Gözleri fal taşı gibi açıldı ve yaşına göre inanılmaz bir çeviklikle koltuğundan fırladı. “Lan–“ diye bağırdı Jutaro dengesini kaybederken. Yaşlı adam sırtına tutunmuştu. “Aptal herif, bana sırtını döndün he? Kendoda siyah kuşağım ben!” Nasıl olduysa ayakta durabilmeyi başaran Jutaro, az önceki sakin ve ağırbaşlı ses tonunu tamamen yok ederek yaşlı adama çıkıştı: “K-Kendo ne alaka be?! Kollarıma tutunuyorsun sadece!” Jutaro haklıydı ama yaşlı adamın cesareti ve çabukluğunun yıllar süren dövüş sanatları tecrübesinden geldiği de aşikârdı. Sakallı adam, Jutaro’nun çakı taşıyan sağ elini kavradı ve sıkmaya başladı. Kaçmasına izin vermiyordu. “Hıaaaaaaaağ! Bıraksana lan!” diye çığlık attı Jutaro. Kurtulmak için var gücüyle debeleniyordu. Şoför koltuğunda çığlıkları dinleyen Makoto’nun bedeni kasıla kasıla titriyordu. Korkudan değildi ama… Tam tersiydi. “Yardım etmeliyim! Yaşlı adama yardım etmeliyim!” Tam o anda içinde yoğun bir dürtü hissetti. Gözleri artık her zamanki çekingen ve anormal derecede sıradan liseli çocuğa ait değil, işler ne kadar zor olursa olsun veya ne kadar şanssız görünürse görünsün son noktaya kadar savaşmaya hazır olan birine aitti. Zihni daha düşünme şansı bulamadan tamamen refleks ile bedeni çoktan harekete geçmişti. Onu Makoto Naegi yapan şey de tam olarak buydu. Şoför koltuğunun yanındaki bir şeye tutundu, ayaklarını sağlam bir şekilde yere bastı ve ayağa kalktı. Bir terslik olduğunu hissetti. Ve hemen ardından tüm dünya, yanından hızla geçmeye başladı. Makoto aceleyle ayağa kalkmaya çalışırken elini otobüsün vitesine, ayağını da gaz pedalına koymuş ve otobüsü son sürat harekete geçirmişti. Makoto şaşkınlık içinde bağırdı. Yolcular da öyle. Kulak tırmalayan çığlık ve haykırışlar otobüsün içerisinde yankılanıyordu. Otobüs, arkasına bakmadan ilerlerken Jutaro da dengesini korumaya çalışıyordu ama sadece bir saniyeliğine başarabildi. Kısa süre sonra sırtındaki yaşlı adamla birlikte yere düştü ve adamdan ayrıldı. “D-Delikanlı, ne yapıyorsun sen?!” diye bağırdı adam otobüsün önüne doğru. “B-Bil-Bilmiyorum!” O anı gören herhangi birisi, suçu doğrudan Makoto’nun omuzlarına yüklerdi ama bütün bunlar Makoto’ya sadece bir başka kötü şans eseri gibi geliyordu. Daha önce hiç araba sürmemişti. Tuttuğu şeyin vites olduğunu ve ayağını bastığı şeyin gaz pedalı olduğunu nereden bilebilirdi ki? Ayrıca şoförün koltuktan kalktıktan sonra el frenini çekmesi gerekmez miydi? Normalde evet ama içinde bulundukları durumda normal olan hiçbir şey yoktu. Şoför, Jutaro onu koltuğundan atarken o anın gerginliğiyle el frenini çekmeyi unutmuş ve günün kötü şans zincirinin kırılmadan devam etmesine sebep olmuştu. Bu talihsizlik, otobüsten içeriye açılan bir yaylım ateşi gibi yalnızca Makoto’nun kararlılığını değil, otobüsteki herkesi çapraz ateş altında bırakmıştı. Otobüs ileriye fırlamaya devam ediyordu. Dış dünya, camda gözüken bir bulanıklıktan başka bir şey değildi artık. Motorun harıltısı, rüzgârın uğultusu, yolcuların çığlıkları… Tüm bu gürültünün içerisinden tek bir ses yükseldi. “Fren, delikanlı! Frene bas!” diye haykırdı yaşlı adam ve Makoto’yu kendine getirdi. Makoto ayağını gazdan çekti ve hızla yanındaki pedala bastı. Otobüs fren sesiyle birlikte durdu. Otobüsün arka kısmının az da olsa havaya yükseldiğine yemin edebilirdi. Otobüs onu şoför koltuğundan koridora doğru fırlatırken Makoto acı bir çığlık attı. Ama düşerken eli bir şeye çarpmıştı. Şoför koltuğunun yanındaki panelde bulunan bir düğmeye… Ne yaptığını fark eder etmez otobüste bir kadın sesi duyuldu. “Kapılar açılmak üzere. Lütfen adımlarınıza dikkat edin.” Diyafonun sesi kesildi ve ardından otobüsün kapıları açıldı. İlk tepkiyi veren Jutaro olmuştu. Elindeki mücevher dolu çantayla otobüsün önüne doğru hızla koşup kapıdan atladı. “Ne yapıyorsun delikanlı?!” diye bağırdı yaşlı adam hâlâ yerde yatarken. “Peşinden gitsene!” Yüzü acı içinde buruşmuştu, belli ki canı yanıyordu. Düşerken bir yerini incitmiş olmalıydı. Şoför koltuğunu koridordan ayıran bölmenin altında sırtüstü yatan Makoto, yaşlı adamın ona baktığını görebiliyordu ama adamın kendisiyle konuştuğunu anlaması biraz sürmüştü. “Delikanlı, hadisene!” dedi yaşlı adam ve sonunda taşlar yerine oturdu. “Hı? Ben mi?” “Evet sen! Herifin kaçmasına kim izin verdi sanıyorsun?!” “Kim izin verdi mi sanıyorum? Beni mi kastediyor?” diye düşündü kafası karışmış bir hâlde. Yolcular ümitle ona bakıyordu. Makoto şaşkına dönmüştü. “Gerçekten de peşinden gitmemi mi bekliyorlar?” Umutsuzca otobüse göz attı ve şoförü bulmaya çalıştı. Soyguncunun peşinden gidecek biri varsa o da şofördür diye düşünmüştü ama şoför arka koltuklarda omuzlarını çökmüş, baygın bir vaziyette duruyordu. Makoto frene basarken kafasını çarpmış olmalıydı. Makoto Naegi gerçekten de şanslı gününde değildi. “E-Eyvah…” diye mırıldandı Makoto. Yüzü korku ve gerginlik içinde titriyordu. “Merak etme,” dedi yaşlı adam yanındaki koltuğun altındaki çakıyı göstererek, “herif silahsız!” Adam haklıydı. Az önce Jutaro’nun tuttuğu çakıydı bu. Yani gerçekten de silahsızdı. Ama bu hiçbir şeyi değiştirmiyordu çünkü Makoto da aynı şekilde silahsızdı. İkisinin de silahı yok diye güvende olacağını sanmak çok gülünçtü. Eğer kavga etmeye başlarlarsa Makoto fiziksel olarak net bir dezavantajdaydı ve bunu gayet iyi biliyordu. “Merak etmeyeyim mi? Nasıl yapabilirim ki?” diye içinden yaşlı adama çıkıştı Makoto. Ama içinden saydırırken ayağa kalktı ve kapıya doğru yöneldi. O noktada neredeyse cinnet geçirmek üzereydi. Bedeni neticeyi düşünmeden kendi başına hareket ediyordu. Başka türlü nasıl olur da bu korkunç talihsizlik zincirine yenik düşmez ve onu olduğu gibi kabul edebilirdi ki? “Artık ne olacağı umurumda değil!” diye içinden geçirdi Makoto ve zıplayarak otobüsten indi. İner inmez kafası birine tosladı ve geri sekip otobüsün merdivenlere sertçe düştü. “Ahhhhh…” diye inledi ve sonra da ne olup bittiğini anlamak için kafasını kaldırdı. Yerde otokorkuluğa yaslanmış duran beyaz kasklı ve lacivert üniformalı bir adam gördü. Makoto bu üniformayı biliyordu, adam bir postacıydı. Postacı, otobüsün aniden son sürat harekete geçişini ve yine aniden duruşunu görmüştü. Bu yüzden bir sorun olup olmadığını kontrol etmek için gelmeye karar vermişti. Otobüse binmeye çalıştığında da Makoto’ya çarpmıştı. “Bir terslik var gibi görünüyordu.” dedi postacı ensesini ovuştururken. Makoto ile çarpıştığında kafasını otokorkuluğa çarpmış olmalıydı. Kask taktığı için ciddi bir yaralanama olmamıştı ama ensesi biraz ağrıyor gibi görünüyordu. “Peki bir sorun var mı?” “Ş-Şey, ıı…” Makoto ne olduğunu mu açıklasa yoksa postacının iyi olup olmadığını mı sorsa diye arada kalmışken… “Ulan, harbiden de şanslıyım.” diye bir ses geldi. Makoto kafasını sesin geldiği yöne çevirdiğinde otokorkuluğun biraz ilerisinde Jutaro Akafuku’yu postacının motosikletine binerken gördü. “Bu çetrefilli planları başıma şans eseri kötü bir şey gelmesin diye yapıyorum ama eninde sonunda yine şansa kalıyoruz.” dedi sakince kırmızı posta motorunun gazını köklerken. “Yani, en azından şansım iyi galiba.” Şansı gerçekten de iyiydi. Postacı, otobüsün garip hareketlerini fark ettiği için ve Makoto’ya çarptığı için Jutaro bir kaçış aracı elde etmişti. “Ha, tabii bu benim kadar senin için de geçerli.” dedi Jutaro, Makoto’ya. “Ha?” “Eğer senin yüzünden tutuklansaydım sana asla peşini bırakmayacağım bir kin beslerdim.” Jutaro’nun sesi biraz kendini baltalar gibi çıkmış olsa da yüzünde saf bir küçümseme ifadesi vardı. Yüz ifadesi herkesin tüylerini ürpertecek cinstendi. Sonunda avını bulmuş açlıktan ölmek üzere olan vahşi bir köpeği andırıyordu. Makoto ne kaçabiliyor ne de adama saldırabiliyordu çünkü vücudunu bir santim bile kıpırdatamıyordu. Orada öylece durmuş, donakalmıştı. Mideye indirilmek üzere olan bir avdı adeta. Bunu gören Jutaro bıyık altından gülüyordu. Planlarında dış etkenleri en aza indirmek için elinden gelenin en iyisini yapan biri olarak normalde böyle bir tehditte bulunmazdı. Ama o anda kendine hâkim olamamıştı. Ne kadar anlamsız olursa olsun, öyle ya da böyle karşısında duran inatçı çocuktan intikam alması gerekiyordu. O çocuk, Jutaro’nun itinayla hazırladığı planlarına çomak üstüne çomak sokmuştu ve bunu isteyerek bile yapmıyordu. Safi şans eseriydi. Jutaro bu duruma katlanamıyordu. Ve bu yüzden çocuğu biraz da olsa sarsmak için tehdit etmişti. Tabii ki tehdidin içi boştu. Jutaro’nun o çocuğa yeniden rastlaması pek olası değildi. Sonuçta çocuk onun bir soyguncu olduğunu biliyordu. Onunla yeniden karşılaşmak sorundan başka bir şey getirmezdi ve Jutaro’nun da bir daha bu talihsizlik batağına düşmeye hiç ama hiç niyeti yoktu. Bu sefer iyi şansı üstün gelmiş olsa da ikinci kez bu çocuğun şansıyla karşı karşıya kalmak son istediği şey olurdu. Başka bir deyişle Jutaro’nun Makoto’nun talihsizliğinden korktuğu söylenebilirdi ancak bu düşünce onun aklına hiç gelmemişti. Veya daha ziyade kendini bunu düşünmekten alıkoymaya çalışıyordu. Vıııııııııııııınnn. Jutaro veda etme zahmetine girmeden kırmızı motosikleti gazlayıp uzaklaştı. Daha önce motor sürmüştü ama tabii ki de ilk defa bir posta motoru kullanıyordu. Anladığı üzere aralarında önemli bir fark yoktu. Tek gerçek sorun dikkat çekmesiydi. Postacının üniformasını çalmayı düşündü ama buna vakti yoktu. Bir numaralı önceliği kaçmaktı. Otobüsteki insanlardan biraz uzaklaştıktan sonra daha az göze çarpan bir araç edinmenin derdine düşebilirdi. “H-Hey! Dur!” diye bağırdı postacı hızla ilerleyen motorun arkasından koşarken. Ensesindeki ağrı geçmiş gibi görünüyordu. Makoto otobüsten inmeyi başarmıştı ama bununla yetindi. Yolun ortasında dikilip sessizce olan biteni izliyordu. Aklından geçen tek şey artık bütün bunların bir parçası olmak istememesiydi. Tabii ki de Jutaro’nun kaçmasını istemiyordu. Sadece bu duruma dahil olmaya devam etmesi için bir sebep göremiyordu. En kötü ihtimalle Jutaro tutuklanırdı ve Makoto’ya kin beslerdi. Jutaro’nun peşinden gitmeye devam ettiğinde olabileceklerle karşılaştırdığında Makoto bunun en iyi karar olduğunu düşünmüştü. Anormal derecede sıradan bir liseli aklıyla ulaştığı en normal sonuç buydu. O bir kahraman değil, sadece sıradan bir lise öğrencisiydi. Veya en azından o anda öyleydi. Makoto Naegi, bütün bu olayların kendisinin olmadığı bir yerde sonuçlanmasından başka bir şey istemiyordu. Ve işte bu yüzden Jutaro hızla uzaklaşırken orada öylece duruyordu. “Bitti,” diye geçirdi içinden derin bir nefes vererek, “artık her şey normale dönebilir. Sıkıcı ve huzurlu hayatıma geri dönebilirim.” Kaslarındaki gerginlik yavaşça gevşemeye başladı ve sadece birkaç saniye sonra gözlerine inanamayacağı bir şeye şahit oldu. Ansızın Jutaro’nun çalıntı motosikleti tepetaklak oldu. “Ha? Ne?” Zihni, gördüklerini algılama fırsatı bulamadan şiddetli bir gürültü duyuldu: bir patlama sesi. Makoto bir anlık irkildi ve ardından kendine geldi. Gözlerinin bir kısmını elleriyle kapatmıştı ama yine de devrilmiş posta motorunun kara duman ve turuncu alevler saçtığını görebiliyordu. “Ne? Ne? Ne?” Her şey gittikçe daha da mantıksızlaşıyordu. Afallamış bir şekilde alevlere bakakaldı. “H-Hayır!” diye bağırdı postacı ve Makoto’yu kendine getirdi. Postacı, alevler içerisindeki motosiklete doğru koştu ve tam o anda Makoto nihayet gördüğü şeyin gerçekten de yaşandığını anladı. Yutkundu ve ardından duyulmaz bir şekilde mırıldandı: “Bu…“ Alevler, yer çekimi edasıyla Makoto’yu enkaza doğru çekiyordu. Yolda ilerlerken sendeliyordu. Birkaç dengesiz adımdan sonra ayağı bir şeye çarptı. Patlamış bir içecek kutusu, asfalt üzerinde tıngırdadı. Kutu sanki ezilmiş gibi içe çökmüştü. Yol üstünde, ezilmiş kutunun yanında patinaj izleri vardı. “…Ha.” Anıları canlanmaya başladı. Yırtılmış market poşetleri… Etrafa saçılmış içecekler… Kaybettiği her şeyi toplayamamış olması… Ve taşlar yerine oturdu. Yola düşürdüğü içecek kutularından birini alamamıştı. Jutaro da kaçmaya çalışırken motorla kutuyu ezmiş ve dengesini kaybetmişti. Başka bir deyişle, başına gelen bu felaket bir kez daha Makoto’nun kötü şansı yüzünden olmuştu. Makoto yalnızca birkaç dakika önce bu duruma daha fazla dahil olmamak için dua ediyordu. Ve kim bilir, belki de tam olarak öyle dilediği için bütün bunlar gerçekleşmişti. Bu noktaya gelinmesine sebep olan bütün bu tesadüflerin sayısı neredeyse olağan dışıydı. Ama bu, gerçekleşmelerine engel olmamıştı. Ne kadar gerçek dışı görünürse görünsün aslında hepsi gerçekti. Ne kadar “inanılır” olduğunun bir önemi yoktu. Tüm bunların tek açıklaması, Makoto Naegi’nin talihsizliğinin bütün bunları gerçekleştirebilecek kadar kuvvetli olmasıydı. Jutaro, Makoto’dan kısa bir mesafe uzaklıkta yerde baygın bir hâlde yatıyordu. Şöyle bir bakınca kötü yaralanmış gibi gözükmüyordu, en azından fiziksel olarak. Duygusal olarak ise, şey, o başka meseleydi. Büyük ihtimalle gururuna neredeyse ölümcül bir darbe yemişti. Bu hadise ona acı bir ders vermişti: Bir plan ne kadar çetrefilli olursa olsun şansın dengi olamaz. Jutaro Akafuku yalnızca bir sebepten ötürü başarısız olmuştu: Makoto Naegi’nin kötü şansı, kendi iyi şansından daha kuvvetliydi. Makoto’nun akılalmaz kötü şansına karşı Jutaro’nun itinayla hazırlanmış planları hiçbir işe yaramazdı. Umutsuzca şans faktörünü ortadan kaldırmaya çalışsa da hepsi boşunaydı. Hiçbir sıkı çalışma veya doğuştan gelen yetenek, böylesine devasa ve karşı konulmaz bir talihsizliği yenemezdi. Muhtemelen o noktaya kadar inandığı her şey harap olmuştu. Ayıldığında muhtemelen yeni bir şans fobisi olacaktı. Bundan böyle hayatına devam ederken her şeye farklı bir gözle bakması gerekecekti. Sadece işinde değil, günlük hayatında da… Bu esnada bütün bunlara sebep olan ve Jutaro’nun zihninde yaralar açan o korkunç derecede şanssız liseli çocuk bir iç çekti ve omuzlarını düşürdü. Yaptığı eylemler ve sonuçları hakkında kötü hissediyordu. Postacının motoru, yolda kıpkırmızı alevler içerisinde yanmaya devam ediyordu. Taşıdığı postalar da tabii… Postacı, alevlerin etrafında ileri geri adımlarken sızlanıyordu: “O-Olamaz… Böyle bir şey nasıl olur?” Makoto, postacıyı izlerken daha bile kötü hissetmişti. Kısa süre sonra uzaktan yüksek bir siren sesi duydu. Siren sesinin yaklaşmasını dinlerken yeniden bir iç çekti. “Sıradaki olaylar da pek hoş olmayacak” diye geçirdi içinden, başına neyin geleceği hakkında bir fikri vardı. Ve tam da üstüne basmıştı. “Amanın,” diye sızlandı, “bu hayatımın en kötü günü.”
O gün, havası güzel ama kendisi iğrenç o gün, hiç şüphesiz Makoto Naegi’nin hayatındaki en ama en kötü gündü. Ancak o günün hayatındaki en kötü gün olmasının gerçek sebebini henüz hâlâ öğrenememişti. Ne de olsa günün en büyük talihsizliği henüz başına gelmemişti. Aslına bakılırsa çarklar daha yeni dönmeye başlamıştı. Posta motoru ve taşıdığı zarflar yolun üzerinde cayır cayır yanıyor ve Makoto’nun gerçek en büyük talihsizliğinin başlangıcını işaret ediyordu.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.
Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.