Yukarı Çık




124   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   126 

           
"O zaman ben gidiyorum. Hemen geri döneceğim bu yüzden beni bekle."

"Görüşürüz."

Prenses Athanasia yanındaki büyücülerle birlikte uzaklaştıktan kısa bir süre sonra, Jennette ve Ijekiel de idman sahasından ayrıldı.

Ama şövalyeler tarafından taşınan Cabel hakkında endişeliydi bu yüzden Ijekiel'den durumunun nasıl olduğunu kontrol etmesini istemişti.

Ijekiel de içten içe bunu yapmak istiyordu ve hemen arkadaşını görmeye gitti bu şekilde Jennette de bahçeden yalnız başına ayrıldı.

"Ah, bu gül Prenses'in bahçesindeki güle çok benziyor."

Beyaz, narin parmakları kocaman açmış kırmızı güllerin üzerinde geziniyordu.

Bu günlerde, kara bulutlar gibi kararan kalbinde güneş ışığı var gibi hissediyordu. Jennette geçen sefer yapılan çay partisinde, imparatorun sarayının bahçesinde Claude ile karşılaştıktan sonra her gün ağlamak istiyordu.

Bunu istemiyordu ama her zaman Claude'un yanında duran Prenses Athanasia'yı hatırlıyordu. Ve bir bakıma Jennette, kendisiyle Prenses Athanasia'yı karşılaştırmaya cüret ediyordu. Kendisini çok acınası ve alçak hissediyordu.

Ne kadar çok düşünürse o kadar çok sonsuz bir karamsarlığa düşüyordu.

İşte bu yüzden Prenses Athanasia ile karşılaşmaktan kaçınmıştı. Jennette, bu utanç verici düşünceyle onunla buluşursa, dayanamayacağını düşünmüştü.

Ama Atlanta'dan gelen elçiye eşlik etmek için Ijekiel'in yakın arkadaşının da Obelia'ya geldiğini öğrenince bunun hakkında çok meraklanmıştı. Belki de bu Ijekiel'in onunla ilk kez bir arkadaşı hakkında konuşması olduğu için de olabilirdi. Bu yüzden Jennette de onunla birlikte gelmeye karar vermişti.

Ve şaşırtıcı bir şekilde, Prenses Athanasia ile karşılaştıktan hemen sonra, karamsar duyguları su gibi akıp gitmişti.

Jennette açgözlü bir şekilde açmış güllere dokundu ve dudaklarını araladı.

"Prenses'i seviyorum."

Mırıldanan sesi havada dalgalandı ve çiçeklerin arasında kayboldu.

"Evet, Prenses'i seviyorum."

Bir kere daha mırıldandı. Bu mırıltılar kendi düşüncelerini belirlemek ve duygularına karar vermek içindi. Kendi isteğine karşı oluşan bu iğrenç duyguları unutmak istedi. Jennette elini çiçekten çekti.

Sonra, hiç tanımadığı bir adamın sesini duydu.

"Sizi daha önce ziyarete gelmeyi planlıyordum ama buraya gelmişsiniz."

Üzerinden kuşların uçtuğunu duydu. Jennette ürperdi ve hızlıca arkasını döndü ve adamın gölgesi üzerine düştü. Siyah sözleri dikkatlice onu inceliyordu.

"Kimsiniz?"

Jennette içgüdüsel olarak geriye adım attı ancak arkasındaki çalılıklar yüzünden sadece iki adım geriye gidebilmişti.

Onun tetikte olduğunu hissederek, adam da gülümserken birkaç adım geri gitti.

"'Genç bir kızın dileğini gerçekleştirecek, nazik bir büyücü' diyelim. "

"Dileğim mi?"

Koyu yeşil saçları ve siyah gözleriyle tuhaf bir adamdı. Oldukça normal gözüküyordu ancak onun hakkında en başta, etrafa yaydığı havayla birlikte bir şeyler korkutucuydu.

"Eski bir arkadaşla karşılaştığım için hediye vermek istemiştim."

Jennette onun ne dediğini anlamamıştı. Onunla sohbet etmek yerine, adam daha çok kendisiyle konuşuyormuş gibi gözüküyordu.

"Hem de uzun zaman sonra tekrar kara büyü görmek güzel hissettiriyor."

Adam gülümseyerek fısıldadı.

"İşte bu yüzden size bir hediyem var, Hanımefendi."

Hemen sonra, gözleri kararmadan hemen önce Jennette, adamın dudaklarının uçlarının yukarıya doğru yükseldiğini gördü. Hayır, bugün kara bir gündü. Saniyesinde, görebildiği tek şey karanlık ışıktı. Karanlığın içinde, Jennette ağzını araladı.

Tekrar kuşların cıvıldamasını duydu.

Tekrar tekrar gözlerini kırptığında, her zamanki gibi, sakin manzarayı görebiliyordu.

"Bu da neydi?"

Uyurken rüya görmüş gibi hissederek Jennette etrafına bakındı. Yeni tanıştığı adam ile ilgili olan anıları tamamen zihninden silinmişti...

"Jennette."

Sonra, beklediği kişi sonunda ortaya çıktı.

"Ijekiel."

Jennette gülümsedi ve ona doğru yürüdü.

"Düşündüğümden daha erken geldin."

"Gerçekten mi? Aslında seni uzun süre beklettiğimi düşünmüştüm."

"Hayır, pek değil. Göz açıp kapayıncaya kadardı sanki."

Ijekiel'in gözleri Jennette'in kafasının üzerine baktı. Elini ona doğru uzattı. Jennette bir anlığına ürkünce, Ijekiel konuştu.

"Bir dakika bekle."

Onun yüzünü izlerken nefes bile almayı unutmuştu. Jennette gün ışığını toplamış gibi gözüken altın gözlerinden yansıyan kendi yüzünü görebiliyordu. Kafasının üzerindeki eli tüy kadar hafifti ama kalbi öncesine göre çok daha hızlı atıyordu.

"Saçına dolanan bir yaprak vardı. Hadi artık gidelim."

Kulaklarına ulaşan sesi her zamanki gibi nazikti. Ijekiel ona sanki bir alışkanlıkmış gibi eşlik ederken, Jennette yüzüne bakmak için kafasını kaldırdı ama hemen sonra tekrar indirdi. Çoktan biliyordu. Bu görünüşte düşünceliliğinin ve nazikliğinin alışkın olduğu bir davranış olduğunu biliyordu.

"....Bay Ernst nasıl?"

"İyi yani endişelenmene gerek yok."

Bunu biliyor olsa bile, yine de, Jennette kolayca pes edemedi çünkü gülümsemesi çok samimiydi.

"Şükürler olsun."

Cevap verdi ve gülümsemek için dudaklarının köşelerini yukarıya doğru kaldırdı.

Bir anda kara bir enerji arkasında oluştu ve hemen sonra kayboldu.

***

"Prenses, sıcaklamadınız mı?"

"Hava biraz bunaltıcı."

"Böyle diyeceğinizi düşünmüştüm, bu yüzden size soğuk limonata getirdim."

"Ah, Hanna. Sen harikasın."

Hanna onu övdüğümde sırıttı.

Aslında, büyü kullanırsam bir anda çözülürdü ancak manamı özgürce kullanabildiğim için, işlerim zaten azalmıştı.

"Bu hiçbir şey. Çünkü ben 'Prenses'in' hizmetçisiyim!"

"Kesinlikle haklısın."

Hanna sanki kendinden gurur duyuyormuş gibi başını sallayarak konuştu.

Bugün olacak olan av yarışmasına sadece bana en yakın kişilerden Felix ve Hanna katıldı. Aslında, Lily benimle birlikte gelecekti ancak dün geceden beri iyi hissetmediğini düşündüm, bu yüzden de sarayda dinlenmesini söyledim. Ces de Lily'i yalnız başına bırakmak hakkında endişelendiğini söyledi bu yüzden o da kalmak istedi.

"Aslında bugün kalabalık olacağını düşünmüştüm, ama şaşırtıcı derecede sessiz."

"Atlanta'dan gelen görevlilerin hepsi erkek, bu yüzden çoğu ormanda."

Elbette, burada avlanmaya gitmeyen insanlar da vardı ama çok azdı. Obelia'lı soyluların yarım gün boyunca avlandıklarını biliyorsundur, Atlanta'lılar çok daha zevk alıyorlar gibi gözüküyor.

"Prenses, Bay Ernst geliyor."

Ugh? Öncesinde merhaba demiştim. Neler oluyor? Çoktan diğerleriyle ormana gittiğini düşünmüştüm.

"Prenses Athanasia."

"Bay Ernst."

"Eğer kabaca olmazsa, bana mendil verebilir misiniz?"

"Mendil mi?"

Şaşırmış bir şekilde Cabel'e baktım.

Yüzü kırmızıydı ve benimle göz teması kuramıyordu.

Tuhaf. Neden benden mendil almaya çalışırken bu kadar çok utandın ki? Şimdi düşündüm de, çok fazla mendil taşıyan kişi vardı ama neden çadırıma gelip mendil arıyorsun? Ho, yoksa başka kimseyi tanımıyor musun? Hayır, ama dışarıda Ijekiel duruyor.

"Felix, mendilin var mı?"

Hanna'ya sormak istemiştim ama o sırada dışarıda neler olduğunu öğrenmek için çadırdan çıktı bu yüzden onun yerine Felix'e sordum.

"Ne?!"

"Benim mendilimi mi demek istiyorsunuz?!"

Sonra bir anda, iki adam da aynı anda bağırdı. Neden bunun hakkında böyle davranıyorsunuz?

Ah, olamaz. Yoksa söylememem gereken bir şey mi söyledim? Şu yüz ifadelerine bak!

Ve Felix, yalancı bir öksürükle, kulağıma fısıldadı.

"Prenses, büyük ihtimalle ihtiyacı olduğu için sizden mendil istemedi."

"Ne?"

"Zaferin başlangıcı."

Ah! Bunu duyduğumda, anında aklıma geldi.

Şimdi düşündüm de, Atlanta'da, bir av müsabakası veya dövüş sanatları yarışması olduğunda erkeklerin zaferlerini adamak istedikleri bir Leydi'nin mendilini alıp bileklerine ya da silahlarına bağlamasıyla ilgili bir gelenek vardı.

Ama bu uzun zaman önceydi. Şu zamanlardaki gençler bunu saçma olduğunu düşünmüyor mu?

"Ah, üzgünüm. Obelia'da böyle bir gelenek yok. Üzgünüm."

"Hayır, Atlanta'da da pek yaygın değil."

Felix'in mendilini almadığı Cabel'in yüzünde rahatlamış bir ifade vardı. İşte şimdi neden ikisinin korktuğunu anlayabileceğimi düşündüm.

Vay be, yanlışlıkla bir aşk tanrısı gibi ikinizi bağlamaya çalıştım.

Hanna'nın mendili olduğundan eminim...

'Ve kimseye hiçbir şey verme. Çünkü sonra gidip uğraşmak sinir bozucu oluyor.'

Neden o sırada Lucas aklıma geldi bilmiyorum. Bir süre düşündüm ve üzülmüş bir yüzle konuştum.

"Ama şu an bir mendilim yok."

"Ah, demek öyle..."

Cabel Ernst anında suratını astı. Ama kısa süre sonra gücünü geri kazandı ve benim cesaretlendirmemle savaşçı ruhu yükseldi.

"Bay Ernst'in avlanma hobisinin olduğunu duydum. Bugün becerilerinizi görmek için sabırsızlanıyorum."

"Evet, lütfen beni izleyin!"

Amacına ulaşamamış olsa bile, heyecanlı bir şekilde koşan adamın sırtına baktım.

Tam bir aptalsın. Hem de, Lucas tarafından acımasızca dövüleli uzun süre oldu ve çoktan tamamen yenilendi, değil mi?

Bunun hakkında düşünürken, Hanna geri geldi. Diğerlerinin yanına gitmemin iyi olacağını düşünerek yerimden kalktım.

***

"Prenses, buraya gelin!"

Bugün olacak olan avlanma yarışmasına katılan soylular arasında gençler ve yetişkinler gösterinin tadını çıkarmak için ayrı ayrı toplanmışlardı. Genç leydilerin olduğu yere doğru yürüdüm.

Hmm, Ijekiel ve Jennette yok. Dük Alpheus'un da uzun zamandır uzakta olduğu için burada olduğunu düşünmüyorum.

Onlara doğru yaklaştığımda beni selamladılar. Tanımadığım kişilerle gergin bir zaman geçirmedim çünkü çoktan onlarla tanışmıştık.

"Uzaktan gülüşmeler duydum, ilginç bir şey mi konuşuyordunuz?"

"Prenses, Kara Kule'nin Büyücü'sü ile kişisel olarak tanıştınız mı?"

Ah, Kara Kule'nin Büyücüsü.

"Evet, tanıştım."

"Ah, gerçekten söylentilerdeki kadar yakışıklı mı?"

O sırada, ne demem gerektiğini bilemedim.

"Koyu yeşil saçlarıyla ve siyah gözleriyle çok yakışıklı bir adam olduğunu duydum!"

"Koyu yeşil saçlı ve siyah gözlü genç bir adam olduğu doğru."

"Atlanta'dan gelen soylular, Kara Kule'nin Büyücü'sünün geri dönmesi söylentisinin doğru olup olmadığını merak ediyorlar."

Ah, bu daha da çok utandırıcı!

Hem de, 'Kara Kule'nin Büyücü'sü ortaya çıktı ama büyük ihtimalle o bir sahtekâr.' Diyemem, değil mi?

Ama kalbim ne düşünürse düşünsün, gülümseyerek ağzımı araladım.

"Onu sadece bir kez gördüm. Ama oldukça konuşkan birisi."

"Ah, yani doğru mu? Kendini göstereli birkaç yıl olmuştu. Ama geçen gün büyücülerin, Kara Kule'yi yeni bir binaymış gibi düzelttiklerini duymuştum."

Ah, yani o söylenti de yayıldı demek...

En sonunda, topluca ağlayarak uzun zamandır diledikleri şeyin gerçekleştiğini söyleyen kulenin büyücülerini düşününce rahatladım.

Kendisini Kara Kule'nin Büyücüsü olarak tanıtan Carax isimli büyücü, birkaç gün önce kuleyi ziyarete gelmişti.

Tabii ki, kulenin büyücüleri çılgına dönmüştü. En başından beri diledikleri şey, Kara Kule'nin Büyücüsü ile tanışmaktı, değil mi?

'Artık hiç pişmanlığım olmadığı için ölebilirim. Olleyy!'

'Kara Kule'nin Büyücüsü bizim Kara Kule'mize geldi! Ah, hayatım boyunca böyle tarihi bir ana tanık olabileceğime inanamıyordum!'

'O zaman bugünü Kule'mizin yıldönümü yapmalıyız!'

'Ah, bu Kara Kule'nin Büyücüsü'nün ayak izi! 'Kalıcı Koruma'!'

'Belki de bu Kara Kule'nin Büyücüsü'nün saç telidir! Kule'mizin hazinesi!'

Ve ek olarak, Kule'nin dış görünüşünün çok kirli gözüktüğünü söyledi ve büyüyle yeni gibi olmasını sağladı.

Bu haberi duyuca Claude şöyle demişti;

'Gençlerin bile yetenekleri var. O bir sahtekâr ama yine de oldukça iyi.'

Kara Kule'nin Sahtekâr Büyücüsü beklediğinden çok daha güçlü bir büyü kullandığı için biraz şaşırmış gibi görünüyordu. Ve Lucas daha sonra, Kule'den ayrıldıktan sonra neler olduğunu duyduğu zaman çok şaşırmıştı.

'Lanet olası herifler, yine de onlara yardım etmemi sağlamaya çalışıyorlar.dı Kafalarını kapıya sıkıştıracağım.'

"Kara Kule'nin Büyücüsü! O sadece yakışıklı bir adam değil, aynı zamanda güçlü bir büyücü! O çok harika birisi!"

"Ben... Yine de Bay Lucas'ı daha çok seviyorum...."

Diğer leydilerin dediklerini duyduktan sonra Helena kızardı ve mırıldanan bir sesle karşılık verdi.

Zambak kızın sarsılmaz saf duyguları!

"Ah!"

"Ne oldu?"

"Şurada bir hışırtı duydum gibi..."

Hemen sonra, çalıların arasından bir şey dışarı zıpladı.

"Bu da ne?"

"Bir sincap, değil mi?"

"Çok sevimli! Çadırımız ormana yakın olduğu için yanlışlıkla buraya girmiş olabilir."

"Ah, dokunsam bile kaçmıyor!"

"Aman tanrım, ben de dokunmak istiyorum."

Genç leydilerin 'Kara Kule'nin Büyücüsü' hakkındaki merakları silinmiş ve dikkatlerini uysal sincaplara odaklamaya başlamışlar gibi görünüyordu.

"Siz de dokunmak ister misiniz? Kürkü yumuşacık."

Ama aynı geçen seferki piknikte tavşanın ortaya çıkması gibi, yanına bile yaklaşmadım.

"Hayvanları pek sevmem."

"Öyle mi? Ama bir keresinde prensesin evcil bir hayvanı olduğunu..."

Önceki çay partilerimde Blackie'yi gören genç leydilerden birisi, aniden aklına bir şey gelmiş gibi hemen ağzını kapattı.

"Vardı."

Ona solgun bir şekilde gülümsedim.

"Ama artık mavi bir kuşum var."

"Demek öyle..."

"Ah, Genç Efendi Alpheus!"

"Bayan Margarita, hoş geldiniz!"

O sırada, arkamda onların varlığını hissettim. Kafamı çevirdiğimde, çadıra yeni giren Ijekiel ile gözlerimiz buluştu. Hemen sonra ağzını araladı ve bana söyledi.

"Demek Prenses de burada."

Gözlerimi Ijekiel'in yanındaki Jennette'e çevirdim. Omuzlarında pelerin gibi bir şey vardı. Ve şu an Ijekiel bir gömlek ve yelek giyiyordu.

"Dışarıda yağmur mu yağıyor?"

Saçları ve kıyafetlerinin biraz ıslak olduğunu gördüm ve sordum.

"Evet, yoldayken yağmur çiselemeye başladı."

"Ormana gidenler için çok endişelendim."

"Sadece çiseliyor bu yüzden sorun olmayacaktır."

Yerlerine oturan genç leydiler sırayla Ijekiel ve Jennette'e baktılar ve Jennette'e sordular.

"Aradığın eşyayı bulabildin mi?"

"Evet, şükürler olsun ki at arabasının içindeymiş."

"Sadece, hizmetçine bulmasını emredebilirdin."

"Ah, ama kendim bulmak istedim."

Konuşmalarından anladığım kadarıyla, muhtemelen ikisi Jennette'in kaybettiği bir şeyi aramaya gittiler.

Bu biraz utanç verici çünkü genç leydi bir süredir Ijekiel'e bakıyor. Jennette de bunu hissetmiş gibi afallamış gözüküyordu.

"Anladım. Değerli eşyalarınızı hizmetçilere bırakmakla endişelenmekte haklısınız."

"Hizmetçilerden şüphelendiğim için değil, kendim bulmak istedim."

Başka bir genç leydi, Jennette'i desteklemek için konuştu, ancak ardından gelen yanıtla etrafımızdaki hava soğudu. Ah, şimdi bu ikisi tuhaf şekillerde birbirleriyle konuştukları için herkes rahatsız mı hissediyor? Bu gerçekten çok sinir edici.

"Bayan Margarita, kaybettiğiniz eşyanızı bulduğunuz için çok mutlu oldum."

Her neyse, bu havayı değiştirmem lazım.

"Biraz ıslanmış gibi gözüküyorsunuz. Oturun ve kurulanın. Hanna, lütfen Bayan Margarita'ya bir havlu ver."

"Peki, Prenses."

"Bence bir şeyler içmemizin zamanı geldi."

Ben bunları söylediğimde, genç leydilerden birkaçı gözlerini kırpıştırdı ve Ijekiel'e oturması için yer açtılar.

"Genç Efendi Alpheus, buraya gelin. Artık ormana gitmek için çok geç kaldınız zaten, değil mi? Yağmur da yağıyor."

"Burada sadece hanımlar var. Benim durmam yanlış olabilir."

"Aslında..."

Ne utanç ama!

Şu anda, genç leydiler ava giden diğer genç efendileri unutmuşlar gibiydi. Sonunda ne olduğunu anladım ve iç çekmekten kendimi alamadım. Aslında, ben de unutmuştum!

Dürüst olmam gerekirse, aslında hiç umurlarında değil. Anında varlığı unutulan genç efendiler bugün aşırı derecede acınası gözüküyorlar...

Aslında başlangıçta av yarışmasına katılmayı planlayan Ijekiel, Jennette yüzünden zamanı kaçırmış görünüyordu. Bununla birlikte, büyük ihtimalle iyi avların çoktan diğer avcılar tarafından yakalanmış olması da olası. Ayrıca, dışarıda yağmur da yağıyor.

En sonunda Ijekiel, çadırın içinde kalmaya karar vermiş gibi koltuğa doğru ilerledi. Ama kendi pelerininin hâlâ Jennette'in omuzlarının üstünde olduğunu gördü.

"Jennette, pelerinimi artık uşağa verebilirsin..."

"Ben tutacağım."

Jennette'in dedikleriyle, tekrar genç leydilerin gözleri sabitlenmişti. Eliyle nazikçe omzundaki pelerinin kenarını sıkıca tuttuğunu gördüm.

Hemen sonra, kafasını eğerek Jennette konuştu.

"Biraz üşüyor gibi hissediyorum."

"Belki de yağmura yakalandığın içindir. Örtü gibi bir şeyle üzerini örtmen daha iyi olur."

"O kadar da kötü değil, sorun yok."

Şey, bakalım. İkinizin arasındaki atmosfer gerçekten çok sıcak. Sanki buradaki herkes, sokaktaki bir ağaç ya da yoldan geçen birisi gibi arka plan oyuncuları olmuş gibi...

Görünüşe göre böyle hisseden tek kişi ben değilim. Diğer leydiler de aralarında fısıldaşıyorlar.

"Genç Efendi Alpheus ve Bayan Margarita'nın her zaman iyi bir ilişkisi var."

"Ancak onun akrabası. Kıskanıyor musun yoksa?"

"Ugh, yine de çok kıskanıyorum. Eğer Genç Efendi Alpheus bana şu kadarcık nazik olsaydı..."

Pek çok hareket ve dönüşten sonra, ikisi de oturdular.

Bu arada, ana karakterler yağmurda bile parlıyorlar. Belki ben ve diğer leydiler olsaydık yağmurda ıslanmış bir yosuna benzerdik. Ah, iğrenç. Taşın üzerindeki ıslak yosun gibi. Ha ha.

"Biraz önce Prenses'in mavi bir kuşunun olduğunu duydum!"

Yakınımdaki leydi bana sordu.

Parlayan gözleriyle bana baktılar. Bir süre sessiz kaldıktan sonra onlara cevap verdim.

"Evet, bu doğru."

"Öyle bir kuşu büyütmenin zor olduğunu duymuştum, nasıl yaptınız?"

"Şey, pek bilmiyorum. Özel bir şey yapmadım. Ah, belki Bluie çok asil olduğundandır."

"Ah, demek ismi Bluie."

Ah, o sırada neredeyse dilimi ısırıyordum.

Ugh! Yanlışlıkla Bluie'nin adını söyledim.

"Çok sevimli bir isimmiş."

"Evet, sadece ismi bile bana mavi tüyleri hatırlatıyor."

"Bence bu gerçekten harika bir isim. Prenses koyduğu için olmalı."

Genç leydiler ve fırsat bulan kurnaz insanlar bana yalandan övgüler vermeye başladılar.

Ugh, durun! Çünkü isim verme becerimin ne kadar berbat olduğunu biliyorum.

"Bu... Kuşunuz için çok güzel bir isim."

Bekle bir dakika, Ijekiel bile benimle dalga mı geçiyor? Her zamanki gibi gülümsüyor ama bu gülüşün içindeki yaramazlığı görüyordum.

Şey, bu yüzü benimle dalga geçtiği zaman yapıyor! Eminim ki çıkmazda olmamdan zevk alıyordur!

Ve biraz önce ne dedin sen? Bluie'yi biliyormuşsun gibi konuşuyorsun. Ah, doğru ya, hediyeyi veren kişi Ijekiel olduğu için, bilmesi çok normal...

Ama bundan kimseye isteyerek bahsetmediğimi bilmiyor muydun ve şimdi de bilerek bu tuhaf yorumu mu yapıyorsun?

Düşündüğüm gibi, Ijekiel'in dediklerini her zaman dikkatle dinleyen leydilerden birisi sordu.

"Daha önce Prenses'in kuşunu gördünüz mü?"

Gözlerimle işaret verirken Ijekiel'e baktım ama cevabı düşündüğümden çok daha farklıydı.

"Öncesinde, şans eseri."

"Aman tanrım."

Ah, gerçekten bunu yapacak mısın? Emin misin? Kuşumu kaç kez gördün ki, leydilerin kafalarını döndürüp hayal güçlerini zorlayarak kuşumu hayal ettiklerini hissediyorum!

"O zamanlarda elleri gagalama huyu vardı ancak artık yok, değil mi?"

Ijekiel'in gülümseyen yüzüne onaylamadan baktım ve konuştum.

"Bluie sadece hoşlanmadığı insanların ellerini gagalar."

"O zaman görünüşe göre benden hoşlanmadı."

"Olabilir."

Ah, fazla mı acımasızdım? Şu an gerçekten sana sinir oluyorum, yani artık konuşmayı bırak. Ugh.

Sonra hafif bir gülme sesi duydum, gözlerimi çevirdiğimde Ijekiel'in güldüğünü gördüm. Gözleri bana o kadar hoş bakıyordu ki bir süre konuşamadım.

Diğer leydiler gülümseyen Ijekiel'e ne olduğunu anlamamış gibi bakıyorlardı.

"Ben de..."

O sırada ince bir ses havayı deldi. Sesin geldiği yöne kafamı çevirdim. Onun sesini duyduktan sonra şaşırdığımı belli etmiş olmalıyım ki, Jennette'in bir süre duraksadığını gördüm. Ama hemen sonra sakin bir şekilde konuştu.

"Ben de sizin kuşunuzu gördüm."

"Ah, gerçekten mi?"

"Evet, çok sevimli bir kuştu. Kanatlarının uçları biraz daha koyu lacivert rengindeydi..."

Jennette'in söyledikleriyle, bu sefer herkesin gözü onun üzerindeydi.

Ah, başımın belada olduğunu düşünüp bana yardım mı ediyorsun? Ama Jennette'e hiç kuşumu göstermedim ki. Bu kadar çok şeyi nereden biliyorsun?

Belki de Bluie'yi hediye olarak almadan önce Alpheus Malikânesinde görmüştür. Büyük ihtimalle saraya yollamadan önce, geçici olarak bir süre Dük Alpheus'un evinde durmuş olmalı.

"Acaba o kadar güzel bir kuş mu merak ediyorum. Lütfen bize de gösterin, Prenses. "

"Tabii, bir sonraki sefer gösteririm."

Gülümseyerek cevap verdim.

"Atlanta'da genellikle şahin yetiştiririz..."

Gök gürültüsü ile birlikte sohbetimiz devam etti.

Jennette'in omuzlarında hâlâ pelerin duruyordu. Ondan sonra, bilerek gözlerimi onların olduğu tarafa çevirmedim.

***

Yağmur biraz dindiğinde, çadırdan ayrıldım. Şimdiye kadar içinde bulunduğum çadır genç leydilerin toplandığı yerdi ve şimdi de diğer çadırları ziyaret etmek üzereydim.

Burada biraz daha yaşlı soylular var. Bay Beyaz da burada mı?

Çadırın içine girdim ama benim burada olduğumu daha bilmiyorlar gibi gözüküyor. Ne hakkında konuştuklarını bilmiyorum.... Siyasi meseleler hakkında mı konuşuyorlar? Ah, yani, her ülkenin yetişkinleri farklı.

"Ugh, bunu hâlâ söylüyor musun?"

"Yanlış bir şey mi söyledim?"

Ah, bu arada buradaki hava oldukça karamsarmış. Kavga mı ediyorlar?

Hemen sonra neler olduğunu duydum ve böyle davranmalarının nedenini anladım.

"Elbette, Ekselansları Dyce en iyi damat olacaktır."

"Atlanta'da olabilir ama Obelia'da olamaz."

"Eğer Prens Dyce ile tanışırsa fikrini değiştirebilir."

"Prenses Athanasia'mız o kadar kolay lokma değil. "

Ne, benim için kavga mı ediyorsunuz?

Dük Celoid ile Bay Beyaz arasında kıvılcımlar oluşuyor gibiydi. Konuşmalarını dinledikçe daha da çok sinirlenmiş hissettim.

"Atlanta Prensi ile evlenmeyeceğinden kesinlikle eminim. Prenses Athanasia Obelia'daki iyi bir kocayla evlenecek bu yüzden o gün geldiğinde lütfen gelin ve kutlayın."

"Hayır, nasıl böyle bir şeyin olabileceğini garanti edebilirsiniz? Bir erkek ve kadının arasındaki duygular her zaman..."

Sessizce ayrılmaya karar verdim ve geri adım attım.

"Majesteleri ve Prenses evlilik hakkında herhangi bir açıklama yapmadılar ve ikinizin de bu şekilde tartışmanıza gerek yok..."

Çadırdan ayrılmadan hemen önce, Dük Celoid ve Bay Beyaz'dan başka konuşan birisinin sesini duydum. Arkamda konuşan sese karşı oradan uzaklaştım.

"Off, bu insanlar benim duygularımı düşünmüyorlar bile."

"Eğer Majesteleri bunu duyarsa çok sinirlenecektir."

"Heh, ona söyleyecek misin?"

"Ne yapacaksınız?"

Sanki biraz önceki durum çok ilgi çekiciymiş gibi Felix gülümsüyordu. Yüzüne bakarken homurdandım.

"Felix, senin işin bu değil, hiç de komi-...Ay!"

Sonra aniden, bir ayağımın çimlerin arasına girdiğini hissettim. Bir süre sonra da ayakkabılarımın ayağımdan çıktığını... Kısa bir süre sonra, çamurlu zeminde sadece çoraplarımla kalakalmıştım.

"Ah."

"Aman tanrım, yağmur toprağın yumuşamasını sağlamış olmalı."

Felix konuştuğunda, ayakkabılarımdan birisi çamurlu zemine yapışmıştı. Dışarıda uzun süre kalmam gerekiyordu bu yüzden de hafif elbiseyle düşük topuklu ayakkabılar giymiştim!

İnanmıyorum. Ama ayakkabılarım kırılmamıştı, yani onları sadece geri giymem gerekiyordu. Bir şey olma ihtimaline karşılık Hanna'nın fazladan kıyafet hazırladığını hatırlıyorum belki ayakkabı da hazırlamıştır.

"Size giydireyim."

"Hayır, ben..."

"İyi misiniz?"

O sırada, kulaklarıma gelen ses Felix'in sesi değildi. Ijekiel burada ne yapıyorsun?

"Genç Efendi Alpheus.... Yağmur yağıyor olmasına rağmen burada ne arıyorsunuz?"

"Prenses uzun süre geri dönmedi bu yüzden onu aramaya çıktım...."

Gözleri yere baktığında. Utandım ve çamurlu ayağımı saklamaya çalıştım.

"Ben iyiyim."

"Eğer sizin içinde sakıncası olmazsa, size yardım edeyim."

Ijekiel bana doğru yaklaşırken aceleyle ağzımı araladım.

"Gerek yok. Felix yardım edecek."

"Prenses, şu an şemsiye tutuyorum bu yüzden hareket etmek biraz zor."

"Ne..."

"Genç Efendi Alpheus tam zamanında geldi, değil mi?"

Ne diyorsun sen?! Biraz önce yardım edeceğini söylememiş miydin!

Felix'in uyanık bir şekilde sırıtıyordu. Ah, yoksa bu herif...?

"Lütfen bana izin verin."

Ben panik içindeyken bana doğru gelen Ijekiel, yere doğru eğildi ve arkamdaki ayakkabıları aldı. Zemin o kadar yumuşaktı ki ayakkabılar kolayca yerinden çıkabiliyordu.

"Bunları çadırda değiştirmenizin daha iyi olacağını düşünüyorum."

"Ben de öyle yapacaktım."

Felix koluma destek çıkarken, tek ayak üzerinde durmamda herhangi bir sorun yoktu.

Hemen sonra karşımda duran Ijekiel diz çöktü.

"Bekleyin, şurasında kir var."

"Sorun yok."

Sadece ayakkabılarımı yere koymasını istedim ancak Ijekiel bana doğru eğildi ve ayakkabılarımı bile tekrar giydirdi.

Ayakkabılarımı giydirirken Felix'in tuttuğu şemsiyenin altına girdi ama yine de Ijekiel'in saçları ıslanmıştı. Sessizce ona baktım.

Geçen sefer onları dışarıda gördüğüm zamanki Ijekiel ve Jennette'in görüntüsü aklıma geldi.

Anladım... Şimdi Jennette'in nasıl hissettiğini birazcık olsa da anladığımı düşünüyorum.

Sonra altımdan alçak bir ses etrafa yayıldı.

"Böyle küçük ayakkabıların bile giyilebilmesi çok şaşırtıcı."

Yağmurun sesiyle karışan alçak ses Ijekiel'in nazik sesiydi...

Ah, ne demek oluyor şimdi bu? Nedense biraz utandım ve bu...

Ona doğru uzanmak için eğildim.

"Bir kadının ayakkabılarını ilk görüşün olmamasına rağmen şaşırıyorsun..."

Geçen sefer dışarıda gördüğüm Ijekiel ve Jennette'in görüntüsünü hatırladım bu yüzden bunu söyleyip söylememem gereken bir şey olup olmadığını merak ediyordum.

Sonra hâlâ karşımda eğilmiş bir şekilde duran Ijekiel kafasını kaldırdı. Hemen gözlerimiz buluştu.

"Tabii ki ilk kez görmedim."

Kısa bir süre sonra eğildiği yerden dikleşti ve bana doğru elini uzattı.

"Sizi içeri götüreceğim. Zemin hâlâ biraz yumuşak olduğu için tek başınıza yürümekte zorlanacaksınızdır."

Bir süre önümde uzatılan ele baktım ve elini tuttum.

"Teşekkür ederim."

Sonra en yakındaki boş çadıra girdik. Felix, Hanna'yı bulmak için çadırdan ayrıldığında sonunda Ijekiel ile yalnız kalmıştım.

"Genç Efendi Alpheus."

Girişte duran kişinin yüzüne baktım ve sessizce konuştum.

Birkaç yıl önce Dük Alpheus Malikânesinde onunla tanıştığım günden beri görmezden geldiğim bir şeydi. Ancak bunun sonsuza kadar olduğu gibi bırakamayacağım bir şey olduğu aklıma geldi.

"Sizden nefret etmiyorum."

Dediklerimle, Ijekiel'in gözleri bana doğru döndü.

"Ama-"

"Duymak istemiyorum."

Kısık sesi cümlemi yarıda kesti. Yüzüne bakarken her zamanki gibi sessiz kaldım çünkü dudaklarında donuk bir gülümseme görmüştüm.

"Yeteri kadar iyi olmadığımı biliyorum."

Dışarıdaki yağmur damlalarının sesleri kulağımda yankılanıyordu.

"Bazen Prenses'in, bir kafesin içerisinde kilitli olmasının çok daha iyi olacağını düşünüyorum."

Aynı üç yıl öncekinde olduğu gibi, Ijekiel ile konuşmak benim için kolay bir şey değildi.

"Eğer öyle olsaydı her zaman beni izliyor olurdunuz."

Ilık havada hafif karalı sesi yankılandı. Şimdiki Ijekiel benimle beyaz çiçek tarlasında tanıştığı zamanki kadar şevkli değildi. Ama fısıldayan sesi hâlâ içinde çok farklı duygular barındırıyordu.

Yağmurlu günün hafif bulutlu güneş ışınlarının altında hiçbir şey söylemeden karşımdaki gencin yüzüne baktım. Bir süre sonra, bakışlarımı ondan çektim ve konuştum.

"Yardımın için teşekkür ederim. Çok utandım bu yüzden biraz önce olanları birisine söylemenizi istemiyorum."

"Eğer siz öyle arzuluyorsanız."

"Ve..."

Bir süre duraksadım ve devam ettim.

"Siz de ıslandınız, geri dönüp düzgün bir şekilde kendinizi kurulayın."

Ijekiel'in yüzüme baktığını hissediyordum. Ama tekrar kafamı ona doğru çevirmedim.

Hemen sonra alçak bir ses kulağıma geldi.

"Anladım."

O zamandan sonra, sadece yağmur damlalarının yere düşüş sesleri odanın sessizliğini bozdu...

**

Sonunda, çamurlu ayakkabılarımla çoraplarımı çıkardım ve Hanna'nın benim için getirdiği diz boyu çorapları giydim. Fazladan getirmiş olduğu ayakkabılar, başlangıçta giydiklerimden biraz daha yüksek topukluydu ama iyiydi.

Eğer böyle bir şeyin olacağını bilseydim, en başından beri bot giyerdim, ama hizmetliler izin vermediler ve...

Ijekiel'in durduğu yere bir süre baktım.

Ve sonra, bir anda, aklıma geldi.

Ah, doğru ya! Büyü kullanabilirdim. Bir parmağımı sallamam, bütün çamurları yok eder ve ayakkabılarıma bana geri getirebilirdi. O zaman onu görmez ve ondan yardım almak zorunda kalmazdım.

Homurdanarak yerimden kalktım. Sonra genç leydi ve genç efendilerin olduğu çadıra uğradım ve en sonunda kendimi kötü hissettiğim için özel çadırıma geri döndüm.

Çadırın üzerine düşen yağmur damlaları öncekine göre çok daha gürültülü bir şekilde kulağıma geliyordu.

Yalnız kalmak istediğimi söylediğim için diğer herkes uzaklaştı. Sonuçta, çadırdaki alan sınırlıydı. Ancak, büyük ihtimalle fazla uzakta değillerdir.

Üzerinde birkaç yastığın bulunduğu kanepeye oturdum ve ayaklarımın yanındaki ayakkabılara baktım. Ijekiel'in ayağıma tekrar giydirdiği ayakkabılar hâlâ çamurla kaplıydı.

"Paran mı bitiyor? Neden zemine öyle bakıyorsun?"

Bir süre sonra sırtımda fazladan bir ağırlık hissettiğim zaman, sesi rüzgârın sesini kaplayarak kulaklarıma girdi. Bu şekilde özel yerimde ortaya çıkabilecek tek kişi Lucas'tı.

"Para ile ilgili değil mi? Ayakkabıların neden çamurlu?"

"Defolsana. Bugün kendimi biraz hassas hissediyorum."

"Neden, kendi bokuna bastığın için kötü mü hissediyorsun?"

Ah, hadi ama! Tam ruh haline bürünmüştüm ki senin yüzünden yatıştı!

"Kötü hissediyorum çünkü bok hakkında konuştun!"

"Geldiğimden beri zemine bakıyordun."

Ah, yani fark ettin demek?

Biraz utandım. Ama aslında Lucas geldiği için biraz rahatlamıştım. Kafamı kaldırdığımda, çadırdaki aralıklardan sızan bulanık ışık görüşüme yayıldı.

Arkamdaki sıcaklığa biraz daha yaslandım.

"Birisi için üzgün hissediyorum."

"Neden?"

Hemen sonra, konuşmadan önce yüzünde donuk bir gülümseme olan genci hatırladım.

'Genç Efendi Alpheus, sizden nefret etmiyorum. Ama-'

'Duymak istemiyorum.'

Belki, Ijekiel'i birazcık seviyor olabilirim.

Ama aslında bunun bir yalan olup olmadığını bilmiyorum.

Üç yıl önce onunla beyaz çiçek bahçesinde karşılaştığımda, belki de eğer o sırada Lucas beni İmparatorluk Sarayı'na geri ışınlamasaydı, onu reddetmeyecektim.

Öncesinde, onun hakkında oldukça ilgiliydim.

"Yalan söyledim."

Ama artık, Ijekiel hakkında hiçbir şey istemiyorum.

Kitaptaki asıl erkek karakter. Jennette'in sevdiği adam. Dük Alpheus'un oğlu.

Bütün bunları kafamda tarttığımda oldukça bencil bir karar verdim.

"Ne yalanı?"

"Şey, aslında ilişkimi ilerletebileceğim birisi vardı ve ben aramızda hiçbir şey yokmuş gibi davrandım."

Ah, bunu yapamam. Ama eğer bu şekilde devam ederse gelecekte pişman olacağım bir şeyler olabilir. Bu yüzden fazla geç olmadan bitirmek en iyisi.

Kalbimdeki duygular daha da gelişmeden önce, Ijekiel'e yalan söyledim. Bu şekilde, ilk aşkıma elveda ettim.

"Gerçekten mi? O zaman şu an yalan söylemiyorsun."

Beni seven Ijekiel'in, bana karşı olan duygularının oldukça ciddi olduğunu biliyordum. Beni tamamen unutabileceğini düşünmüştüm ama...

"Evet, bu yüzden şu an çok üzgün hissediyorum."

Ama bu duygu üç yıl öncekiyle aynı değil.

Aynı bu ayakkabıların üzerindeki çamur gibi, eski duygular arta kalmaya ve kendi kendine tutunmaya çalışacaktı.

"Üzülecek ne var? Onun duygularına asla karşılık vermedin ve kendi başına heyecanlanan bu tür bir adam gerçekten çok gülünç."

Arkamdan sinirli bir ses duyduğumda bir anda tuhaf hissettim ve sordum.

"Neden bahsediyorsun sen?"

"Onun dar kafalı birisi olduğunu biliyorum."

Lucas homurdandı ve konuştu.

"Ben seni kafes ya da ona benzer bir şeyin içinde kilitlemek istemiyorum."

Ah!

"Duydun mu?"

Sırtımı Lucas'tan çektim ve arkamı döndüm. Arkamda oturan Lucas bana baktı.

Kırmızı gözleri, küstahlık izlenimi veren bir gülümsemeyle kısılmıştı. Söylediği sonraki şey ağzımın açık kalmasını sağlamak için yeterliydi.

"Bütün dünya avucumun içerisinde bir kafes iken neden böyle dar düşüneyim ki?"

Evet, evet, şerefsiz. Sen utanmazlığın başka bir seviyesindesin.

"Ve bu çok saçma. Kim seni bir kafese kilitleyebilir ki?"

"Ugh, utanç verici olduğu için dur artık."

"Sen benimsin."

Rahatlatıcı sesi, sessiz ortamda yankılandı.

Ne? O sırada kalbim biraz tuhaf hissettirdi. Bir an bile bunu sorgulamadan, ona baktım.

Anında, etrafımızdaki atmosfer biraz değişmişti.

"En başından beri, tepeden tırnağa..."

Düşen yağmur damlalarının sesi çatlaklardan hafif bir uğultu ile yankılandı.

"Benimdin."

Saçım miskin parmaklarının arasında kıvrıldı. Elini hareket ettirip dudaklarını saçlarıma gömdüğünde, nefesimi tutarak Lucas'ı izledim.

"Bu yüzden seni kimseye vermeyeceğim."

Kırmızı gözleriyle gözlerim buluştuğunda, duyabildiğim tek şey kalbimin ne kadar hızlı attığıydı.

Lucas'ın yüzü yaklaşmaya başladığında, elim kendiliğinden hareket etti.

Pat!

"Ugh."

Duyduğum sesle, az yaptığım şeye şaşırmıştım.

E-Elim! Neden oradasın? Lucas'ın alnına mı vurdum ben? Gerçekten mi? Ah, yüzü çok yaklaştığı için bilinçsizce onu ittim! Bilmiyordum!

"Biraz önce bana vurdun mu?"

İşte bu!

Uzun zamandır uykuda olan kara ejderhayı biraz önce sağ elim uyandırmış oldu!

"Evet, sen...!"

"Ben?"

Şu an tuhaf bir durumda olduğumuz için bunu söyleyemem. Neden bir anda böyle oldu? Her zamanki gibi hissediyorum.

"Çünkü saçma sapan konuştun!"

"Ne?"

"Neden seninmişim? Ben kendime aitim!"

"Evet, kendine aitsin ve aynı zamanda benimsin de..."

"Seni dinlemek istemiyorum! Bir anda ne oluyor bu?! Defol buradan! Felix ve Hanna'nın yanıma gelmesini isteyeceğim!"

Düşündüğüm gibi, aramızdaki ciddi atmosfer uzun sürmedi. Yastıklardan birisini tuttum ve Lucas'a doğru hızlıca salladım. Ancak Lucas benim saldırıma gülüp geçti ve hemen ortadan kayboldu.

"He, Prenses?"

"Oh, yastığın içindeki kuğu tüyleri!"

Lucas'ın ses geçirmeyen bir büyü kullandığı anlaşılmıştı. Felix ve Hanna tüyler etrafta uçuşurken mızmızlanan beni görünce şaşırmışlardı.

"Şey... Biraz egzersiz yaptım."

"Günün ortasında nasıl bir egzersiz yapıyordunuz? Ha, şuna bakın, kıpkırmızı olmuşsunuz. Size hemen soğuk su getireyim!"

"Prenses, sizi serinleteyim."

Tükenmiş bir şekilde bu avlanma yarışmasının hemen bitmesini umdum.

***


Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


124   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   126 




DISQUS - Mangaya Ait Yorumlar

*Not: Yorum Yazmadan Önce;

  • Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
  • Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
  • İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
  • İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.