Yukarı Çık




4   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   6 


           
Yaşanması zor olan ufak mahallede birçok insan sıradan ve geleceği belli olmayan işlerle günü kurtarmayı amaçlıyordu. Sıradan bir aileden farklı olarak çok güzel evleri, sağlıklı yemekleri ve maddi olarak yeterli insanlardan oluşmayan ev yığınları içerisinde binlerce farklı hikâye vardı. Çoğu gülümseten hikayeler değildi bunlar. Amaçsızlık ve açlığın birbirine dolandığı garip varoşlarda doğmuştu Undera.  Geçim sıkıntısı içindeki ailesi için doğumu zahmetli ve oldukça maliyetli olmuş ve doğumundan sonraki yaşamı için kimse ona bir hayat garanti etmemişti. Doğduğu ailede ondan büyük iki kardeşi daha vardı. En büyük abisi ve ondan altı yaş büyük ablası vardı. Anneleri çocukları için çabalayan bir kadındı. Sabahtan akşama kadar hayatı küçük işlerde geçiyordu. Gece yarısına yakın eve gelip yiyecek hazırlamak, çocukları yıkamak gibi işlerle uğraşıyordu. Tatil günü hiç olmayan yorgun düşen kadının ömrü de uzun olmamıştı. Otuzlu yaşlarının ortasındayken doğumdan üç sene sonra ölmüştü. O zamanlar Undera’nın abisi on üç yaşlarında, ablası Luna henüz dokuz yaşındaydı. Undera ve ikiz kardeşi ise üç yaşında olayları çok idrak edemeyecek kadar küçüktü. O zaman daha önce birkaç defa tanışmış olduğu bir sima evde belirmişti. Abisi ve ablasının baba dediği bu kişi onların hayatında bulunduğu bir sene boyunca işler pek de yolunda gitmemişti. Luna okulda çok başarılı bir çocuk olmasına rağmen sık sık okulu aksatmak zorunda kalmış, büyük abisinin ise o zamanlar eve pek sık gelemediğini hatırlamıştı. Sürekli eve gelen insanlar, yüzler ve büyümeye zorlanan ikizler annelerinin ölümden bir sene sonra daha olgun ve bir şeyleri idrak etmeye başlamıştı.
“Bundan sonra okul diye ağlama bana. Gidip biraz para kazan ve şu bok çuvallarını etrafta dolaşmaması için odaya kapat.” Undera bu söyleri duyduğu gün ablasının okula gitmek için ağladığı son gündü. O günden sonra onu hiç okul için giyinirken, ders çalışırken görememişti. Sürekli olarak yorgun, sinirli ve ağlarken görmüştü. İkiz kız kardeşinin trajik ölümüne kadar birçok şeyi daha anlayamıyordu bile. O akşam olanları sadece birkaç kişi biliyordu. Bir çocuğun dünya üzerinden hiç var olmamış gibi yok olmasının ne kadar kolay olduğunu Undera o akşam öğrenmişti.
O akşam kar yağmaya başlamıştı ve mahalledeki evlerinin baktığı yolda Undera ve ikiz kız kardeşi kar topu oynamak istemişlerdi. Evden çıkmalarına izin yoktu. İzinsiz çıktıklarında babaları tarafından sürekli azarlanıyor bazen şiddet görüyorlardı. Şiddet onları korkutsa da çocukça bir cesaret vardı üstlerinde. Birbirlerinden başka kimseleri yoktu ve gidip gizlice biraz oyun oynamak kimsenin canını yakmaz diye düşünmüşlerdi. Öğlen saatlerinde çıktıkları sokaktan akşam hava kararmaya yakın döndüklerinde açıp çıktıkları cam kapalı ev ise korkunç bir sessizlikteydi. Bir şekilde içeri girmek için yol ararken kapı açılmış ve iki kocaman el onları tutup içeri çekmişti. Nasırlı, kirli çirkin ellerin kimin olduğunu biliyordu Undera artık. Henüz dört yaşındaydılar. Bu yaşına rağmen küfürbaz babadan çok fazla şey öğrenmişti. Ona söylenenlerin ne anlama geldiğini çoğu zaman bilmese de can yakacak şeyler olduğunu hissediyordu.
O bunları duymazdan gelmek istese de korku kız kardeşinin her zaman en zayıf noktası olmuştu. Kâbus görmekten, karanlıkta kalmaktan ve nefes alamamaktan korktuğunu söylerdi. Şimdi ona bağıran adam karşısında korku mesanesine baskı yapmış, dışarı ıslanan ayakları üşütmesine sebep olmuş ve altına işemeye başlamıştı.
“Ne bu şimdi?” diye bağıran adamın kalkan elinin dört yaşında, iyi beslenemediği için yaşıtlarına göre zayıf olan bedenini yakalayıp havaya kaldırdığını görmüştü Undera. Kızı bir hışım halıdan geriye doğru atmıştı. Merdivenler vardı eve girmeden hemen önce. Birkaç basamaklık merdivenlerin oraya doğru yuvarlanmış ve tam kapanmamış kapıya çarpıp o birkaç basamaktan yuvarlanmıştı dışarı. Kız kardeşini içeri getirmesini söylemiş ve homurdanarak içeri geçmişti babası. Kapıya koşup zavallı kızı kollarından tutup kaldırmış ve içeri getirmişti. İnsan bedeni oldukça tuhaftı. Eline bir kıymık girerse bir anda yanmaya ve acımaya başlardı. Ufacık kıymık anında orada bir sorun olduğunu sana acı vererek hatırlatırdı. Ama o akşam merdivenlerden kar yığınına düşen dört yaşındaki ufak kız bedenindeki sorunu fark dahi edememiş ve kuru kıyafetler giyip akşam yemeği için ablalarını beklerken sorunsuzca dışarıyı izlemişti. Undera ise babasından özür dilemek istemişti. Bu akşam yemek yiyebilmek için onun izin vermesini istiyordu.  İkisine de yemek verilmesini istemezse aç uyurlardı ve bu canını çok yakıyordu. Midesinde büyük bir ağrı oluşuyordu. Bu ağrı onu uyutmuyordu. Luna akşam eve geldiğinde sofrayı kurarken ona yardım etmelerini istemişti. Cezalı değillerdi. Babaları gereksiz şekilde bir saatliğine dışarı çıkmış ve çok keyiflenmişti. Bu keyif onlara olan kızgınlığını geçirmişti. O akşam yemeği yenirken Undera yanında yemek yiyen kız kardeşinin durduğunu ve elindeki çatalın masadan düştüğünü görmüştü.
“Salak çocuk çatalı sıkı tut!” demişti babaları keyifle gülmüştü ardından da. Ama işler yolunda değildi. Çocuğun sol yüzündeki göz kapağı düşüyor ve dudağı yana doğru çekiliyor gibiydi. Gözlerindeki donukluk bir problem olduğunu gösteriyordu. Luna kardeşini masadan alıp salona götürmüş ama çok geç kalınmıştı. Gelen titreme ve kusmadan dönülmez bir yoldaydılar. Kısa süre sonra bu titremeler kasılmalar kesilmiş ve gözüne kan oturmuş küçük kız orada son nefesini vermişti. Düştüğü sırada başını çarpmış ve ensesinden aldığı darbe sonucu beynin etrafını saran zardaki besleyici damarlardan birisi patlamıştı. Kafatasının içi kan dolmaya başlamış ve oluşan baskı şiddetlendikçe şoka girmişti. Şimdi nefes alamıyordu. Ölmüş olduğunu hepsi biliyordu ama Luna çaresizlik için kızı kucaklamıştı.
“Onu hastaneye götürelim.” Bu sözün ardından adamın sandalyeden kalkması bir olmuştu. Evi ısıtan büyük bir kuzineli soba vardı. Evdeki en değerli şey o olabilirdi. Adam onun tepesinde dikiliyordu. Kızı almış ve kalbini dinlemiş birkaç defa yüzüne vurup kendine gelmesini söylemiş ama öldüğünü anladığında durmuştu.
“Hastaneye gidemeyiz artık. Ölmüş ve ölmesinin sebebi sensin.” Demişti. Undera’yı işaret ediyordu. Ufacık çocuk ablasının bacaklarına yağışmış korku içinde nemli gözlerini kapatmıştı. “Ama ben iyi bir babayım. Seni polislerin götürmesine izin vermeyeceğim. O yüzden bu bir sır olarak kalacak.” Demiş ve o gün ikiz kardeşini gördüğü son gündü. Bir daha onun ne bahsi geçmiş ne de görmüştü.
“Bana bak Undera’ya ne oldu?” Luna bunu sorarken o gece tek başına ağlıyordu kız kardeşi ile hep yattığı yatakta. “Yun! Babam ona bir şey mi yaptı?” demişti Luna onun yanına yorganın altına girip ona sıkıca sarılırken. “Biz Undera ile karda oynadık ve…” O gün cümlesini tamamlayamadan ağlamıştı. Ve bu ağlama ona ömür boyu büyük bir ceza olmuştu. Luna o gün onunla kavga ettiğini ya da düşüp bir yerine bir şey olup korkudan ona söyleyemedikleri için Yun’un ikiz kız kardeşi Undera Sonoom’un öldüğünü düşünmüştü.  “Sorun değil, bir kaza…” diye teselli etmişti onu Luna. Sadece bir kaza…
 
Undera yattığı yerden kan ter içinde uyanmıştı. Nefes almak istercesine üstündeki battaniyeyi fırlatıp atmıştı. Elini boğazına götürmüştü. Ölmüş kız kardeşinin kimliği ile yaşamak ve bir ölü olarak var olmak nasıl bir histi hatırlamıyordu. Alıştığı bu düşünceye rağmen anlamsız kabuslar ve bu nefes alamamaktan korkma onu mahvediyordu. Saç dipleri nemlenmişti. Korku ile etrafa bakmıştı. Alışık olduğundan farklı olan yeri hatırlayana kadar birkaç saniye öylece yatakta oturmuştu. Kendine geldiğinde neredeyse bir haftadır Bay Juspep’in büyük annesi ile yaşadığını ve Lucan ile aynı odada kaldığını hatırlamıştı. Başını avuçları içine almıştı. Lucan erken kalkıyordu. Spor yapmak için bahçeyi kullanmasına izin veriyorlardı. Kahvaltı hazırlayan yaşlı kadına yardım ediyordu. Undera bugün için bir izin istiyordu. Son zamanlar da Juspep ve Sallin çok sık uğramış ve onunla normal sohbetlerde bulunmuşlardı. Undera ise onların bir şeyin peşinde olduğunu biliyordu. Hemen giyinmişti. Buraya geldiğinden beri peruk takmıyordu. Lenslerini umursamıyordu. Kimseyle göz teması bile kurmadığı için bir bere ve sürekli yerde bir şeyler arar gibi bakan gözler onun rahat etmesini sağlıyordu. Yaz ayındaydılar ve kalın bol kıyafetler, bere herkes için tuhaftı. Undera aşağı inip Lucan’ın kahvaltı hazırladığını görmüştü. Yaşlı kadın ise alışveriş yapıp gelmiş adamlara eşyaları taşımasını söylüyordu.
“İsilik olacaksın.” Yaşlı kadın bunu söylerken sıcaktan yelpazeyi sallıyordu. İçeride ufak bir vantilatör vardı ve sürekli çalıyordu. Undera onunla göz teması bile kurmadı. Lucan’ın yanına koşmuştu.
“Günaydın.” Demiş ve ona doğru sokulmuştu. “Bay Sallin’in telefon numarası sende kayıtlı mı?” diye devam etmişti. Lucan ona bakıp gülümsemişti.
“Günaydın. Telefonumda kayıtlı. Şifreyi biliyorsun.” demişti. Undera hemen masada duran telefonu almış ve açmıştı. Rehber kalabalıktı. Sallin’i bulup aramıştı. Kimsenin telefon numarasını alamamış ve onlarla iletişim kurmak istemiyordu genellikle.
“Merhaba ben Undera.” Demişti telefon açılınca. Sallin onun sesini duyunca şaşırmıştı. “Merhaba Undera. Bir sorun mu var?” bunu sorarken onu arayan kişi olmasına şaşırmıştı.
“Aslında bir teklifim var. Size bir belge vereceğim. Karşılığında birkaç saatliğine gitmek istediğim bir yer var.” Demişti. Sallin ile kısa konuşma sonrası kahvaltıdan sonra onu beklemişti. Gelen kişi ise Juspep ve sarışın adam olmuştu.  Onlara vereceği dosyada bazı muhasebe kayıtları vardı. Bu kayıtlar birilerine yapılan ödemeleri gösteriyordu. Dosyayı gelen Juspep’e vermişti. Juspep dosyayı biraz kurcalamış ve kapatıp tepesinde dikilen adama vermişti.
“Nereye gitmek istiyorsun?” demişti. Undera gülümsemişti. Gözlerinde mavi lensleri vardı. Saçlarına taktığı bereyi göstermişti.
“Alışveriş merkezine gitmek istiyorum. Ya da saç boyası ve çiçek alabileceğim herhangi bir yere. Saçlarımı boyamam gerek. Beyazlarım var ve bu beni çok rahatsız ediyor.” Juspep onun bu manasız ve komik isteğine gülmeden duramamıştı.  
“Ne istiyorsan alıp getirebilirlerdi.” Undera bunu duyunca isteğinin devamını getirmişti. Önemli olan şey zaten onlar değil. Ben mezarlığa gitmek istiyorum.” Demişti. Annesinin bir yaz günü öldüğünü biliyordu. Açıkçası pek başarılı değildi onu hatırlama konusunda ama Luna’nın olmadığı ilk mezar ziyareti olacaktı bu. Luna ile ortalama bu zamanlar ağustosun yirmisi gibi ziyarete gidiyordu.  Bugün ağustosun yirmisini üç gün geçmişti ve Undera gördüğü kâbusu bir hurafe olarak değerlendirse de sevgili annesinin mezarını ziyaret etmek istiyordu.
“Peki gidelim. Luna Sonoom’un mezarı mı?” demişti. Undera ona cevap verme gereksinimi hissetmeyip yukarı çıkıp çantasını alacağını söylemişti. Sıcak ağustos ayında takma göğüslerini takmak, kalın kıyafetlerden mantıklı gelmiş ve içine silikon dikilmiş sutyenini takıp rahat bir tişört giymişti. En zoru bir kadın olarak yazın varlığını sürdürmekti. Kıvrımlarını belli eden yazlık kıyafetler onu dehşete düşürüyordu. Lucan’da bu ufak ziyarette yer alacaktı. Undera sıkıca saçlarını topuz yapıp bir şapka yakmıştı. Lucan onun artık sıcaktan bunaldığını fark ediyordu. Herkese üşüdüğünü ve kansızlıktan dolayı böyle giyindiğini bahane edip duruyordu.
Marketten saç boyası alıp yol üstünde bir çiçekçiye uğramışlardı. Undera dört tane gül almıştı. Luna hep dört gül alırdı. Dört beyaz gül kardeşleri içindi. Ama o gün dört beyaz gülün birini kırmızı almıştı. Lucan onun annesinin mezarına gittiğini tahmin ediyordu.
“Annem çok fedakâr bir kadınmış. Luna onun çok sıkı çalıştığını ve bize bakmak için uğraşırken öldüğünü söylerdi. Onun bizi terk ettiğini düşünmem için bunu sık sık bana tekrarlayıp onu saygıyla anmamı istedi. Erkenden hayatını kaybetmesinin sebebinin biz olduğunu söylerdi.” Lucan ona bir defa annesini sorduğunda bu cevabı almıştı. Ondan ne nefret ediyor ne de seviyordu. Tam olarak onu hatırlamıyordu bile. Ne bir fotoğraf vardı ne de onu hatırlatacak kadar anısı. Ama saygı duymak zorunda olduğu birisi olduğunu belirtmişti.  Mezarlıkta geldikleri yer oldukça sıradan bir mezar alanıydı. Mezar taşında sadece bir soy ad vardı. Zamanla Luna biriktirdiği parası ile annesinin mezarını yaptırmıştı. Yapılan taşa annesinin adını hatırlamadığı için yazdıramamıştı. Sadece “Bayan Sonoom” yazılmıştı. Undera oraya geldiğinde saygı gereği şapkasını çıkartmaya yeltenmişti fakat onlara eşlik eden Juspep ve adamları yüzünden bu fikirden vaz geçmişti. Elindeki çiçekleri koymaya yeltendiğinde bir ziyaretçi daha olduğunu fark etmişti. Tıpkı Luna’nın yaptığı gibi beyaz güller konmuştu. Dört beyaz gül biraz solmuştu. Birkaç gündür orada olmalıydılar.  Lucan eski gülleri göstermişti.
“Bunları kim koymuş olabilir?” diye sorarken Undera gülleri hışımla alıp ayağının altında ezmeye başlamıştı. Kimin olduğunu tahmin etmekte zorlanmıyordu. İsimsiz o kişi onunla alay etmek için bunu yapmış olmalıydı. Sunaktaki boş vazoya kendi güllerini koyup annesinin mezar taşındaki kiri temizlemek istemişti ama çoktan yapılmıştı bunlar. Mezar taşının yanına bırakılmış olan ufak not defteri ile irkilmişti.
“Geciktin” yazan tek bir sayfa vardı. Sinirle not defterini parçalamak istemiş ama en arkadaki kalın karton kapağa yapıştırılmış bir şeyle irkilmişti. Öylece fotoğrafa bakıp kalmıştı. Bir kadın vardı. Etrafında ise dört çocuk. İki çocuk kucağındaydı. Kundaklı çocuklar koltukta oturan kadının kucağındaydı. Diğer erkek ve kız çocuğu ise yanına oturmuştu.  
“Aman tanrım!” diye fısıldarken fotoğraftın kendi ailesine ait olduğunu Luna’dan fark etmişti. Ablasının mavi büyük gözleri ve siyah saçlarından onu hemen tanımıştı. Ve tıpkı ablası gibi koyu saçları ama kendisi gibi siyah gözleri olan abisine bakıp kalmıştı. Abisine ne olduğunu asla bilmiyordu. Yaşıyor muydu? Ölmüş müydü? Ortadan birden kaybolmuştu. Ondan asla haber alamamışlardı. Ve annesi. İri mavi gözleri, kumral saçları olan, yanakları çökmesine rağmen kocaman gülümseyen kadına bakıp kalmıştı.
“Onlar ailen mi?” Lucan onun baktığı fotoğrafa bakıyordu. Undera dolan gözlerinden akan yaşları gizlemeye çabalayarak başını öne doğru eğmişti.
“Luna değil mi bu ve sende…” Lucan o an ikiz bebeklere bakıp kalmıştı. Undera ona bir defasında ikiz bir kardeşi olduğunu ama öldüğünü söylemişti. Gerçekten de ikizlerdi. Undera not defterini kapatıp çantasına koymak istemiş ama o anda aklına bir soru takılmıştı.
Bu fotoğrafı kim nereden bulmuş olabilirdi. Bütün evi yakmışlardı ve yanan evden arda sadece birkaç destek kalası ve küller kalmıştı. Bir fotoğrafın varlığı ise can sıkıcıydı. Eskiliği ve orijinalliği onu daha çok dehşete düşürmüştü.
“O ailemi tanıyordu.” Demişti. Lucan onun dehşet dolu ifadesine bakıp kalmıştı.
“O dediğin kişi şu mesajları atan kişi mi?” Undera başını sallamıştı. “Gerçek adımı, kim olduğumu biliyor. Bu fotoğrafı almış olduğu yer ev olmalı. Evimi bilen ve yakmadan önce orada bulunan birisi olmalı.” Lucan onun dehşet dolu ifadesinin durumun ciddiyetini yansıttığını biliyordu. Çalan telefonla ikiside sıçramıştı. Bilinmeyen bir numara onu arıyordu. Undera telefonu açmakta tereddüt etmişti. Lucan ise onun telefonunu alıp birden açmıştı. Öfkeyle konuşmaya başlamıştı.
“Ne istiyorsun ha?” diye yüksek sesle bağırmıştı.
“Senden bir şey istemiyorum. Telefonu Yun’a ver.”  Demişti karşıdaki ses. Lucan ise onunla konuşmakta ısrarcıydı. “Bir korkak gibi gizlenmek yerine ne istediğini söyle. Undera seninle konuşmayacak.” Diye çıkışmıştı. Telefonun diğer ucundaki kişi çok sabırlıydı.
“İnan bana bunu bilmek bile istemezsin. Şimdi telefonu Undera’ya ver. Daha korkunç şeyler olmadan onunla konuşmam gerek.”  Demişti. Lucan bu konuda isteksiz olsada Undera telefonu almak istemişti. Telefonu kulağına götürmüş ve tek kelime bile etmemişti.
“Yirmisinde senin orada olacağını umarak mezarlığa gelmiştim. Orada karşılaşmayı planlamıştım ama bu gerçekleşti. Ailenin fotoğrafını bir teşekkür olarak bıraktım. Marcho Kammes’e mesajımı iletmişsin. Şimdi bir şey daha yapman gerek. Birisini bulman gerek.”  Undera ona cevap vermek için kendini toplamıştı.
“Bu fotoğrafı nereden buldun?” sorusu basitti ama cevabı basit olmayacaktı.
“O fotoğraf hep bendeydi. Bir yerden bulmadım. En başından beri benimleydi. Şimdi sana söyleyeceğim adrese gitmen gerek. Birisiyle konuşmalısın. Geç olmadan onu görsen iyi olur.” Undera sessizce onu dinlemiş ve kapanan telefonunu çantasına koymuştu.
“Bay Juspep bir yere gitmemiz gerek.” Demişti. Ona adresi söyledikten sonra tek kelime bile etmemişti. Aklında bu kişinin kim olduğu vardı. Ailesini, onu tanıyan bu kişi nasıl bir oyunun içindeydi? Luna öldükten aylar sonra birden ortaya çıkmış ve bir sürü kırmızı ipi birbirine dolamaya başlamıştı. Herkesin birbiri ile olan bağını ortaya çıkarırken neyin peşinde olduğundan emin olamıyordu. Yoldayken çantasındaki fotoğrafı çıkartmış ve fotoğrafta bir iz aramıştı. Fotoğrafta tek bir şey vardı. Arkasına yazılmış bir not. “Mutlu Aile.”  Kısa not el yazısıyla yazılmış ve belli ki tazeydi. Eskise harflerin şekli bozulur ve zamanla bu yazı silikleşirdi. Yeni yazılmış yazıya bakıp sinirle geri defteri çantaya koymuştu.
“Gittiğimiz yerde kim var?” demişti Juspep arabayı kullanırken. Undera arka koltukta oturuyordu. Lucan ise onun hemen yanında oturmuştu.
“Bilmiyorum. Gecikmeden gitmem gerekiyormuş. Orada bir şeyin cevabını alacakmışım.” Demişti. Marcho Kammes iki gün önce yoğun bakımdan çıkarılmış ama gözetim bahanesi ile hala hastanede tutuluyordu. Undera onun öfkesinin ne kadar korkunç olabileceğini tahmin ediyordu.
Şehrin ucuna doğru gidiyorlardı. Doğu yakasına ilerledikçe eski santralin çirkin görüntüsü ve ardında yarattığı griliği bulmuşlardı. Düşük ev kiraları sadece bu kirlilikten dolayı değildi. Ayrıca burada suç oranı yüksekti. Juspep burada gergindi. Kendi kontrollerinde olamayan bir noktaya gelmişlerdi. Bir çatışma yaşanırsa büyük sıkıntılara sebep olurdu.
“Burada dikkat etmeniz gerekiyor. Burası bizim sözümüzün geçtiği bir yer değil.” Onları uyarmak istemişlerdi. Telefondaki açık harita vardıklarını söylediklerinde eski binanın önünde araba durmuştu. Undera binaya bakınca içi ürpermişti. Dökülen duvar boyaları, kirli görüntüsü içeride güvensiz bir ortam olduğunu bağırıyordu. İkinci katta bulunan dokuz numaralı daireyi işaret ediyordu adres. Arabadan çıkarken Juspep ve sarışın adam silahlarını emniyetini açmıştı.
Arabayı kilitleyip yukarı çıkmaya başlamışlardı. Merdivenler dik ve tırabzanların yarısı yoktu. İkinci kattaki dokuz numaralı daireye geldiklerinde Undera kapıyı çalan kişi olmuştu. Bir süre sonra kapı açılınca bir kadın onları karşılamıştı. Kadın onlara kısa süre bakmış ve kapıyı tekrar kapatmıştı. Bu tuhaf durum dışarıdakilerin tedirginliğini arttırmıştı. Çok zaman geçmeden kapı tekrar açılmış ve kadın içeri gelmelerini söylemişti. İçerisi dar bir girişle başlıyordu. Yükselen dolabın üstünde eşyalar vardı. Eski halının bitiminde ise ufak salon başlıyordu. Salonunda iki kanepe vardı. Televizyon ve dar pencereden gelen ışık dışında etraf loştu. Kanepenin birinde bir adam uzanıyordu. Solgun içeri çökmüş yüzüne bakınca Undera ondaki tanıdık ifade ile irkilmişti. Adam ise heyecanla olduğu yerden kalkmak için üstündeki örtüyü atmıştı.
“Luna…” demişti adam ama karşısındaki kişinin Luna olmadığını fark etmesi kısa sürmemişti. Undera ona yaklaşmak isteyen adamdan uzaklaşmak için bir adım geri atınca adam olduğu yerde duraksamıştı. Evde bir koku vardı. Hastalığın mide bulandırıcı kokusu.
“Luna değilim ben.” Demişti Undera onu baştan aşağı süzerken. Adam onun yüzündeki farklılıklara, sesine bakıp bir süre kalmıştı. “Ben Undera Sonoom. Sen kimsin?” dediğinde adam ona uzun uzun şaşkınlık ile bakıp kalmıştı. “Mümkün değil. Undera olamazsın sen. O…” sanki susmasını birisi söylemişçesine dudakları hızla kapanmış ve diğer dikilen adamlara bakıp kalmıştı. Undera adamın bir şeyler bildiğini fark etmişti. Hasta olduğu belli olan bu adam geri koltuğa oturmuş ve öksürmeye başlamıştı. Kadın adama ilaç vermiş ve dikilenlere oturmasını söylemiş. Koltuklara sığmayacakları için plastik sandalyeler getirmişti. Kısa süren bu yerleşme sonrası adam Undera’yı baştan aşağı süzmüştü.
“Anladım. Undera sensin. Tıpkı Luna’nın söylediği gibi. Bir an için sadece yıllar sonra mümkün olmayacağını sandım.” Demişti. Çabuk kavramıştı durumu. Undera’nın etrafındaki adamların onun kim olduğunu bilmediğini fark etmişti. Kimliğini gizliyordu.
“Yun’un ölümünden sonra seni bir daha görmedim.” Demişti adam onun yüzündeki soğuk dehşet dolu ifadenin yumuşadığını fark edince. “Yıllar oldu. Sende beni hatırlamıyorsun. Çok küçüktün ben gittiğimde. Abi olarak bu suç benim.” Undera bunu duyunca olduğu yerde beynine bir ok saplanmıştı. Mümkün değildi.  Abisinin öldüğünü düşünürken birden onu bu halde karşısında bulmak şoka girmesine sebep olmuştu. Ona bakıp kalmıştı. Adam ise yorgunca gülümsemişti. “Luna’nın öldüğünü öğreneli birkaç gün oluyor. Birisi aradı ve onun öldüğünü söyledi. Ama hala yaşayan senden söz ettiğinde seninle konuşmam gerektiğini anladım.” Demiş ve yanında oturan kadına dönmüştü.
“Ben sanıyordum ki sen öldün…” Undera konuşabilmeye başlamıştı tekrardan. Adam soğuk bir ifade ile ona bakmıştı. “Ben… keşke ölseydim. Sadece hayatta kalmak istedim ve kaçtım. Belki kaçarsam bir şeyler değişir sandım ama çok da başarılı olamadım.” Bunları söylerken öksürük nefesini keserek tekrar başlamıştı. Undera ona bakıp kalmıştı. “Sonrasında olanları duydum ve evin yandığını öğrendiğimde Luna ile tekrar karşılaştım. Ama bana senden söz etmedi hiç. Hayatta olduğunu birkaç sene önce öğrendim. Luna asla görüşmemize izin vermedi. Sizi yüz üstü bıraktığım için bana öfkeli olsada bana ve karıma yardım etti. Bize bu evi alacak kadar para verdi. Karşılığında ise onun için bir şey yapmamı istedi.” Demişti. Undera onu çok dikkatli dinliyordu. Adam karısından bir şey getirmesini istemiş ve kadın içeri gidip siyah bir evrak çantası ile geri dönmüştü.  
“Akciğer kanserinin son evresindeyim. Annemizde bu hastalıktan erken yaşta öldü. Sanırım bize bıraktığı miras bu genetik hastalık. Çok fazla şansım olmadığı için tedaviyi reddettim ve yapamadığım abiliği yapmak için her şeyi ortaya koydum. Luna ve sana sahip çıkmak yerine kaçıp gittiğim için özür dilemek için uğraştım ama yetişemedim. Kız kardeşim Luna’nın ölümünü öğrendiğimde bir şeyler için şansım kalmadığını anladım. Ama hala… senin için geç değil.” Abisi dolan gözlerini silmişti.
“Yıllardır bunları araştırıyorum. Onun için bu bilgileri topladım. Onun bir gün özür ve güçlü olması için.” Undera ona uzatılan çantaya bakıp kalmıştı. Çantayı alıp açtığında onlarca fotoğraf, belge ve birkaç tane hafıza kartı görmüştü.
“Ne bunlar?” demiş ve resimlere bakmaya başlamıştı.
“Onlar üç sene boyunca takip ettiğim ve yanında çalıştığım adamın bütün hayatı. Beyaz Yılanlardan ayrılmış olan buraları yöneten bir çete üyesi. Kendisine Walha diyor. Luna bu adam hakkında bilgi toplamamı istedi. Sebebini hiçbir zaman anlamadım ama adam hakkında bulduğum her şey.” Undera çantayı kapatıp ona bakmaya başlamıştı.
“Neden bunu bana veriyorsun? Neden şimdi bunu vermek istedin? Bunu senden isteyen birisi var. Onu tanıyorsun değil mi?” demişti. Adam ona bakıyordu. Undera ise ona dik dik bakmaya başlamıştı. Mantıksızlıkları çözmeye çabalayarak gözünü bile kırpmadan adama bakıyordu.
“Çünkü…” duraksamıştı. Undera onun yüzüne bakıp gözlerini kısmıştı. “Annemin mezarına giden kişiyi tanıyorsun değil mi?” sorusunun cevabını asla alamadı. Adamın öksürükleri arttıkça karısı endişeleniyordu. Öksürükleri sertleşmiş, bedeni öksürükle sarsılıyordu.
“O yoruldu. Dinlenmesi gerek.” Demişti kadın. Bunu söylerken sesi yumuşaktı. Adamın kesilmeyen öksürüklerine rağmen Undera cevabını öğrenmek için ısrarcı davranmaktan çekinmiyordu.
“O kişiyi tanıyorsun değil mi? Kim olduğunu bana söylemen gerek.” Kadın üsteleyen Undera’yı susturmak için sert bir şekilde ona çıkışmaktan çekinmiyordu artık.
“Bu kadarı yeterli. Hasta ve yorgun. Görmüyor musun?” demişti. Undera oturduğu yerden kalkmıştı. “Ablamın ölümünü kullanarak ne yapmaya çabaladığını biliyorsun değil mi?” adama doğru birkaç adım atmıştı.
“Onun kim olduğunu söylemeden geberip gidersen…” Lucan onu kolundan yakalamıştı. “Yeter Undera.” Demişti. Adamın öksürükleri kesilmiyordu. Kadın ise daha fazla dayanamamıştı.  “Yeter bu kadar evimden gidin.” Demişti. Kovulmuşlardı ve Undera sinirle dış kapıya çıkıp aşağı inmeye başlamıştı. Aşağı geldiğinde az önce arabayı park ettikleri yerde birileri vardı. Adamlar tehlikeli duruyordu.
“Sen kadın!” demişti birisi belindeki silahı göstermek istercesine ceketinin ucunu eliyle geriye doğru atarken. “Araba senin mi?” diye çıkışmıştı. Undera onlarla karşı karşıya kaldığında bir başka ses hemen araya girmişti.
“Bizim.” Demişti. Juspep öne doğru topallayarak çıkmıştı. Adam onu hemen tanımıştı. Topal oluşu ona karakteristik bir tanınmışlık katıyordu. Adam onu baştan aşağı süzmüştü. “Beyaz Yılanlardan Topal Juspep.” Onu tanıdığını belirtmek ister gibi. Lucan ise önde duran Undera’yı yanına doğru çekmişti.
“Ne arıyorsunuz patronumun bölgesinde ha?” alaycı sesiyle sinirini bastırmaya çabalıyordu adam. Elindeki kalın demir sopayı savurup pahalı arabanın kaputuna indirmişti.
“Gidiyoruz.” Demişti Juspep olay çıkartmaktan kaçınarak. Yanında dikilen sarışın adamın sakin kalmasını işaret ediyordu.
“Güzel! Bölgeden çıkana kadar bizim çocuklar size eşlik etsin. Belli ki yolunuzu kaybediyorsunuz yaşlandıkça.” Demişti. Juspep herkese arabaya geçmesini söylemişti. Onlar arabaya geçerken birkaç kişi apartmana doğru girmişti. Kısa süre sonra olacakların herkes farkındaydı. Undera ise cevap alamamış olmanın verdiği öfkeyle kavruluyordu. Arabaya ilk bine o olmuştu. Lucan arabaya geçerken elindeki demir sopayla adam onu durdurmuştu.
“O ne öyle?” demişti çantayı işaret ederek. “Patronun bölgesinden ne çıkarıyorsunuz?” diye sorgular bakışlarla konuşmuştu. Lucan ne yapacağını bilemeden önce adama sonra Juspep’e bakmıştı. “Aç bakalım çantayı.” Dediğinde Juspep olaya dahil olmuştu.
“Bu çanta bizim.” Bunu söyleyerek büyük bir risk almıştı. Oradan sağ çıkamazlardı ve yanlarında iki sivil vardı.
“Burada sizin olan tek şey şu köpeklerin dışkısı.” Demişti adam çantayı açmasını isteyerek. Lucan çantada olanların büyük tehlikeye sebep olduğunun farkındaydı. Adam ise ısrarla çantayı istemiş ve birkaç kişinin silah doğrultmasına izin vermişti.
“Çantayı alın ve biz gidelim.” Demişti Juspep bu sefer çaresizliğin verdiği güdü ile. Adam ise artık bir şeylerin farkına varmaya başlamıştı. “Sanmıyorum Topal.” Demiş ve onlara silahlarını ve çantayı vermelerini istemişlerdi.
“Sende dışarı çık bakalım genç hanım.” Demişti. Undera oturduğu yerden çıkmadan önce daha önce Juspep’in onlara arka koltuktaki silahtan söz ettiğini hatırlayıp silahı almak için çabalamıştı. Arabadan inerken bol kıyafetinin içine silahı sıkıştırmıştı.
“Güzel! Sende çantayı aç.” Demişti demir sopayla Lucan’ı dürtüp. Çantayı açtığı anda büyük bir sorun başlayacaktı. Beyaz Yılanlardan iki lideri öldüren ve sonrasında bu bölgeyi kendine tahsis eden Walha uğraşılamayacak kadar tehlikeliydi. Beyaz yılan örgütü onunla bir anlaşmaya varmış ve bölgeleri ayırmışlardı. Büyük bir çetesi vardı ve tanıdığı tehlikeli isimler soruna sebep olabilirdi. Lucan çantayı açmak için arabanın önüne doğru ilerlemişti. Kaputa çantayı koyup kilitlerini açarken adam ona yaklaşmış ve dikkatle çantaya bakmaya başlamıştı. Lucan ise onun yaklaşmasını fırsat bilip birden çantayı kaldırdığı gibi adamın suratına vurup afallamasını fırsat bilip onu kolundan yakalayıp arabanın kaputuna yapıştırmıştı. O anda olan şey farkına varmadan bir takım çalışması olmuştu. Undera çıkardığı silahı adamın başına doğrultmuştu.
“Kıpırdayan olursa bu piçi vurum.” Demiş ve yerdeki çantayı alması için Juspep’e dönmüştü. Kaçmak için fırsat yaratmaya ihtiyaçları vardı. Lucan polislik seçmeleri için sağlam bir çalışma yapıyordu. Bunu yaparken teknik saldırılar ilgisini çekmişti. Bugün bu çalışmanın işe yaramasından dolayı mutlu ama başları belada olduğu için huzursuzdu. Kalbi çok hızlı atıyordu. Bir eli adamın kolunu kavrayıp geriye çevirmiş, diğeri ensesinden tutmuş onu kaputa bastırıyordu.
“Adamlarına silahlarını indirip uzaklaşmalarını söyle.” Demişti. Sesi titremiyordu. Kalbini sakinleştirirken bedeni taş kesmişti.
“Buradan sağ çıkamazsınız.” Adam bunu söylerken gülüyordu. “Adamlarına emir ver de çekilsinler.” Diye tekrarlamıştı Lucan. Adam onun kelepçe tutuşundan kurtulamayacağını kolundaki acıdan hissediyordu.
“Silahlarınızı indirin ve geri çekilin.” Demişti. Juspep yerdeki çantayı alan sarışın adama bakıyordu. Silahını sakince yerde tutuyordu. Undera ise çok uzun süre sakin kalamayacaktı. Apartmanda yankılanan silah sesleri ile irkilmişti. Lucan ise ona dikkatinin dağılmamasını ve arabaya binmesini söylemişti. Juspep geri direksiyondaydı. Lucan arabaya dayalı adamı doğrultmuş ve geri geri giderken Undera silahın namlusunu ondan ayırmıyordu.
“Buradan sağ çıkamayacaksınız. Siz Walha’nın adamına silah doğrulttunuz.” Demişti. Undera o tarafa doğru yürümüş ve Lucan adamın elini gevşetmişti. Arabaya binerken Undera adama arabadan uzaklaşmasını işaret etmişti.
“Yukardaki adama neden geldiniz?” demişti Undera arabanın içine doğru bir adım atarken.” Adam gülmüştü bunu duyunca. “O bir hain ve ölmeli. Hain her yerde haindir. Yanılıyor muyum topal?” Demişti. Undera bunu duyunca adama bakıp gülümsemişti. Nazik gülümsemesi bir an için adamı ürkütmüştü. Undera ise silahı ona doğru tutmaya devam ederken konuşmaya başlamıştı.
“O adama soracak sorularım vardı.” Sözlerini söylerken gülümsemesi yüzünden silinmiş ve ardı ardına duyulan silah sesi ile Undera arabaya girmişti. Juspep olayın şokuna giremeden hemen oradan uzaklaşmaya başlamışken Undera sinirle silahı koltuğa vurmuştu.
“Kim olduğunu biliyordu. Benim d ekim olduğumu biliyordu ama o abim değildi.” Dişleri gıcırdarken daha fazla şapkanın verdiği sıcaklığı kaldıramayıp şapkayı çıkarmıştı. Lucan ona bakıp sakince konuşmaya başlamıştı.
“Birini öldürdün.” Undera bunu duyunca ona doğru dönmüştü. “Bu umurumda mı? O her kimse bütün hayatımı mahvetmek üzere. Sadece benim değil. Duyuyor musun beni Bay Juspep. Yakında her şey mahvolacak.” Demişti. Juspep hızla geldikleri köprüye doğru sürüyordu.
“Her şey mahvoldu bile. Walha üyesi birisini öldürdün. Bu büyük bir sorun olacak.” Demişti. Lucan ise onun elindeki silahı birden almış ve öne doğru uzatmıştı. “Hata yapıyorsun. Sinirlendikçe düşünmeyi bırakıyorsun.” Demiş ve yere attığı şapkayı alıp onun kafasına geri takmıştı. Undera ona bakıp derin bir nefes almıştı.  Çalan telefonla irkilmişlerdi. Juspep onları takip eden olup olmadığından emin değildi. Bölgeden çıkıp en yakın ofise gitmeleri gerekiyordu. Undera çalan telefondaki bilinmeyen numaraya bakıp derin bir nefes almıştı. Lucan alıp telefonu açmış ve sesi herkes duysun diye açmıştı.
“Abinle tekrar bir araya geldikten sonra ölmesi üzücü oldu. Ama önemli değil. Zaten kısa bir ömrü kalmıştı. Bunun için acı çekmedi diyebiliriz. Yanındaki kadını da hiç sevmezdim. Ama önemli değil. Walha adındaki bu örgütü kuran adam hakkında her şey elinde. Kendisi görevini başarılı ile tamamladı. Cesedini alıp onu huzurlu bir cenaze ile ben uğurlarım. Sana mezar yerini söyleyeceğim. Şimdi ikinci noktaya gelelim. Walha ve Kammes arasında geçmişten beri süren bir çatışma var. İki güçlü adamın arasındaki sorunu tam olarak öğrenmen gerek. Abin senin için bunları düzgünce yazmış olmalı. Şimdi onları alıp Bay Kammes’e git. Öfkesini dindirip bir şeyler yapması için bu işe yarar. Doktor Sallin onu daha fazla tutamayacak.” Undera yutkunmuştu.
“Abim miydi gerçekten o?” demişti. Ufak bir kahkaha gelmişti.
“Evet oydu. Hayat ona iyi davranmadı. Çabuk yaşlanıp çok çalıştı. Ondan nefret etme. Sadece her insan gibi yaşamak istedi. Tıpkı Yun. gibi sadece yaşamak istedi. Diyeceklerim bu kadar kapatmam lazım. Cenaze işleri ile uğraşacağım.”
“Yun. sadece yaşamak istemedi. Sadece korkmadan bir gece uyumak istedi. Onu tanıyormuş gibi konuşma.”
“Onu çok iyi tanıyorum. Gözüm hep üstündeydi. Keşke Undera’da ona iyi davransaydı. Abin gibi sonun olmasını istemiyorsan köprüye gitmeyin. Orada sizi bekleyen bir sürpriz var. Diğer taraftan Capital’e çıkın.” Demiş ve telefon kapanmıştı. Juspep birden frene basmış ve arabayı kenarı çekmişti.
“Geri dönemeyiz. Köprü kapatıldıysa bu arabayla devam edemeyiz. Plakayı biliyorlar. Başka bir araca ihtiyacımız var.” Demişti. Lucan kenarı park edilmiş bir arabayı göstermişti.
“Birini ödünç almak sorun olmaz değil mi? En azından sonra geri bırakırız.” Juspep başını sallamış ve onlara arabada beklemelerini söyleyip ikisi inmişti. Lucan ve Undera baş başa kaldıklarında Lucan daha fazla kendini tutamamıştı.
“O kişiden korkmaman gerek. Birisini vurdun ve işler daha kötü olabilir.” Demişti. Undera ona bakıp iç çekmişti.
“Öldürmez onu. Yani kurşunlar bacağına ve karnına geldi. Ölmeyecektir. Geri döndüğümüzde daha fazla benimle kalmanı istemiyorum. Ailenin yanına dönmen gerek.” Dedi. Lucan bunu duymayı beklemiyordu.
“Ama…” Undera ona bakıp kaşlarını çatmıştı. “Walha çok tehlikeli. Onlara bulaşmamızı istiyor. Bay Kammes ile ikisi arasında yaşanan çatışmada korkunç şeyler olduğunu duydum. Eğer bu iki kişi arasında kalacaksak daha fazla yüzünü görmeleri iyi olmaz.” Lucan ses çıkaramamıştı. Korkuyordu. Her insan korkardı. Bir mafya tiyatrosunun içinde gibi hissediyordu. Nasıl oldu da bu durumun içine düşmüştü bilmiyordu. Tek bildiği bu sefer boyunu aşan işlerin içindeydi. Cama vurulması ile irkilmişlerdi. Onları çağırıyordu Juspep. Bir araba bulmuşlardı. Ama bu onların kaçışı için yeterli değildi.
“Onları bulduk.” Duydukları sesle oldukları yerde kalmışlardı. Bu sefer kaçışları için bir yol bulmak zordu. Etraflarındaki adamların hepsi silahlı ve oldukça zor bir konumdaydılar.
“Topal Juspep ve üçü ikinci bölgedeki eski marketin oradalar. Patrona söyle birazdan oraya getiririz.” Demiş ve adam telefonu kapayıp öne doğru çıkmıştı. Kel adam gülümseyerek güneş gözlüklerini çıkartmıştı.  
“Uzun zaman oldu Juspep, nasılsın?” 

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


4   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   6