Nina, alarm çalmadan önce yataktan kalkmayı başardı.
Neredeyse hiç uyuyamadığından olsa gerek, tüm bedeni ağırlaşmış gibi hissediyordu.
Dün partiden kaçıp gittiği çeşmenin önünde Jin’le bir <-Düello-> ayarlamak gibi bir hataya düşmüştü.
Psişik yetenekleri olmadığı için, hayatta kalmanın tek yolu; korku hikayeleri ve sofistike oyunculuk becerileriyle tüm çatışmalardan kaçınmaktı.
Elbette bunların hepsi o hoş geldin partisi yüzündendi.
Tüm sosyal becerilerini seferber ederek partiyi zorlukla atlatmıştı, ancak gerçek benliğini saklamanın suçluluğu hiçbir zaman peşini bırakmıyordu.
Etrafındaki insanlar ona gülümsedikçe, kendini daha da yabancı hissediyordu.
İşte tam da bu bastırılamaz yabancılaşma duygusunun pençesinde olduğu için, o anda soğukkanlılığını koruyamamıştı.
Ancak bunun bir mazeret olmadığını biliyordu.
Artık düşünmesi gereken tek şey, Jin’i okuldan uzaklaştıracak bir stratejiydi.
Günün ilk iç çekişini bırakarak, Nina nihayet sabah hazırlıklarına başladı.
Aynanın önünde saçını düzeltip makyaj yaparken bile, işlediği tüm yalanların ortaya çıkacağına dair kötü düşüncelerden kurtulamıyordu.
“Ah… Ne yapmalıyım?“
Ya yavaş ve istikrarlı bir şekilde sergilediği tehditler işe yaramazsa?
Ya da Jin çaresizlikle saldırırsa?
Hiçbir yeteneği olmayan Nina, böyle bir durumda artık hiçbir şey yapamazdı.
Belki sadece 95 puan kaybedecekti.
Ama sırrının ortaya çıkmasının bedeli çok daha ağır olurdu. Heiberg Okulu, onu sorgusuz sualsiz atar ve savunmasız bırakırdı.
Ardında bekleyen tek şey, Stingray Ailesi tarafından uygulanacak o iğrenç [ceza] olacaktı.
“Ah, kahretsin!“
Farkında olmadan parmakları titremeye başladı.
Aynaya tekrar baktığında makyajı dağılmıştı.
Hâlâ zamanı vardı; bu yüzden yüzünü yıkayıp yeniden başlaması gerekecekti.
Evde kimsenin olmadığından emin olup ortak lavaboya ilerlerken, Nina <-Düello-> yu kazanmanın bir yolunu çaresizce arıyordu.
Diğer öğrencilerin odalarından gelen alarm seslerini her duyduğunda irkiliyor, parçalanıp atılma gibi en kötü senaryoları kafasından silkelemeye çalışıyordu.
Aynada kendi solgun yüzünü gördüğü anda, zihninde bir şimşek çaktı.
Duvar saatine baktı. Derslerin başlamasına hâlâ bir saatten fazla vardı…
“……Tamam, hâlâ zamanım var!“
Nina makyajını temizlemeyi bıraktı ve odasına koşarak geri döndü.
◇
Uyanmanın gülünç derecede zor olduğu bir sabahtı.
Yaz olmamasına rağmen çarşaflar gece terleriyle ıslanmıştı. Vücudundaki eklemler, spor yapmadığı halde gıcırdıyordu. Sert yataktan kalkarken bacakları titredi. Ayaklarının dibindeki çantaya takılıp sendelediğinde ise neredeyse çığlık atıyordu.
Dün gece, çeşme ile yurt odası arasında geçen sürede Jin kendini tekrar tekrar yerden yere vurmuştu.
Bu davranışı, onu bir dolandırıcı olmaya uygun kılmıyordu.
Soğukkanlılığını kaybetmiş ve üzerinde titizlikle çalıştığı karmaşık planı mahvetmişti.
Nihai hedefine asla ulaşamayacak olması bir yana, sınıf arkadaşları arasında yarıştan kopan ilk kişi olacaktı.
Jin sersemlemiş halde okul üniformasını giyip yemekhaneye inmek için merdivenlere yöneldi.
Yemekhane, isimlerini bile bilmediği aynı sınıftaki erkek öğrencilerle doluydu. Kulak zarını delecek kadar gürültülü bir kalabalıktı. Görünen o ki, dünkü partinin ardından gruplaşmalar başlamıştı. Yalnız ve sessizce yemek yiyen sadece birkaç öğrenci kalmıştı.
Jin’in iştahı yoktu. Bir bardak su almak için sıraya girdiğinde, sırtına saplanan onlarca bakışı hissediyordu.
“İlk kopan o olacakmış ha?“
“Vah Vah …Zavallı.“
Öyle bir canavara dalaşması kendi hatası, hiç üzülmüyorum.“
“Katılıyorum, kurtarılamaz bir salak.“
Duyduğu her açık fısıltı, Jin’in yüz ifadesini kendi ölüm fermanını okumuş bir idam mahkumuna dönüştürdü.
Aldığı bardağıyla köşedeki bir sandalyeye çöktü ve bir kez daha yaptığı aptallığa lanet okudu.
Şüphesiz, <*Çoban Köpeği*>’ni ararken, en güçlü aday olan Nina ile yüzleşmek kaçınılmazdı.
Ancak Nina, çocukken yeteneğiyle bir heyelanı tetiklediği ve güçlerini kontrol edemediği için artık sadece öldürmeye niyetlendiği insanlara karşı kullanmaya karar verdiği gibi, pek çok karanlık söylentinin merkezindeki bir canavardı.
Böyle bir canavarla daha en başından düşman olmak, tam anlamıyla berbat bir stratejiydi.
Nasıl bakarsa baksın, yarına kadar karşı koyabilecek bir plan hazırlayamayacağı bir rakipti bu.
“…… Hey, sen.“
“Ha?“
Jin’e şüphe dolu bir ifadeyle bakan bir erkek öğrenci, Jin’in elini işaret etti.
Jin korkuyla eline doğru baktığında, bardağı tutan elinin komik bir şekilde titrediğini ve dökülen suyun masada bir su birikintisi oluşturduğunu fark etti.
Bardak artık yarı yarıya boşalmıştı.
―Yoksa ben... korkuyormuyum? Ben mi?
Korkusunun farkına vardıkça, Jin’in titremesi daha da kötüleşti ve sırtına doğru yayılan bir ürperti hissetti.
“Bak, şey… Ölme sakın.“
Sahte bir acıma ifadesiyle Jin’in omzuna dokunan öğrenci, Jin’in kaçarcasına geri çekilmesiyle uzaklaştı.
“N-Ne oldu, Jin-kun? Yüzün bembeyaz…“
Sınıfa girer girmez Jin, endişeli bakışlarla yanına gelen Emma Licorice’in sesiyle irkildi.
Emma, diğer arkadaşlarıyla olan sohbetini yarıda kesip onu sınıfın köşesine kadar takip etti.
“Hey, hiç iyi görünmüyorsun! Hadi revire gidelim!“
“İyiyim, endişelenme!“
“B-Bir saniye Jin-kun,Neden duvara doğru konuşuyorsun!?“
“Gerçekten iyiyim. Her şey için teşekkürler.“
“Kendine gel! Sen başkalarına teşekkür eden biri değildin!“
Jin sendeleyen duruşunu toparladıktan sonra etrafına baktı ve o lanet olası canavarın hiçbir yerde görünmediğini fark etti...
Emin olmak için defalarca kontrol etti, ama Nina hâlâ yoktu.
N-Ne? Yoksa korkup kaçan kişi o muydu?
Jin, bu sendeleyen umutlara doğru tutunarak kendini toparlamayı başardı.
Ancak yakındaki masalarda oturan çocukların dedikoduları, bu umudu paramparça etti.
“Nina Stingray buralarda gözükmüyor. Daha okulun başından kayıplara mı karıştı?“
“Şu Doğulu Jin’le <-düello-> yapacakmış diyorlar? Duydum ki, onu paramparça etmek için ruhunu yükseltmek üzere dağlara kapanmış.“
“Off, ne kadar korkunç. Böyle biriyle neden düşman olursun ki?“
Jin’in gözlerinin önü aniden karardı, ama saf irade gücüyle kendini toparlamaya çalıştı.
Öğleden sonraki dersin sonuna doğru Jin, yavaş yavaş o bilindik soğuk ve mesafeli tavrını geri kazanmaya başlamıştı.
Belki de bunun bir nedeni, psişik yeteneklerin araştırma tarihi ve zihinsel bütünleşme teknikleri üzerine olan derslerin fazlasıyla sıkıcı gelmesiydi.
Yapması gereken şey eskisiyle aynıydı:
Sakin, acımasız ve hesapçı bir strateji düşünmek.
Becerisi, deneyimi ve yoğun kötü niyetiyle bu çıkmazı basitçe aşabilirdi.
Planı biraz sekteye uğradı diye paniğe kapılmak, o kişinin öğretilerine aykırıydı.
“Jin-kun, bir şeyler konuşabilir miyiz?“
Zilin çaldığı anda Emma Licorice, yanında bugün tanıştığı yeni bir arkadaşıyla ona doğru el sallıyordu.
Kızıl saçlarıyla dikkat çeken ve heybetli siyah gözleri olan bu kişi, elbette Jin’in daha önce hiç konuşmadığı biriydi.
İlk sözü kızıl saçlı kız aldı.
“Sen Jin misin?“
“……Evet, Sen?“
“Ben Kate. Bu arada, Emma senden bahsetti. Gerçekten şu Nina Stingray’le düelloya mı gireceksin?“
İşler sarpa sarabilir diye Jin, tetikte olma seviyesini yükseltmeye karar verdi.
“Evet, bana biraz tavsiye verebilir misin?“
“Tavsiye mi…“ Kate Emma’ya tereddütle baktı. “Az önce tam da bunu konuşuyorduk.“
Emma konuşmayı devraldı:
“Jin, hadi gidip Nina’dan özür dileyelim!“
“Ha?…… Neden?“
Eğer sırf bu seferlik işin içinden sıyrılmak isterse, bu mümkün olabilirdi.
<*Düello*>nun kuralına göre, ancak her iki tarafın da kabul edip yazılı yeminlerine eklemesi durumunda gerçekleşebilirdi.
Yani bu aşamada çekilmek hâlâ mümkündü. Özür kabul edilmese bile, düelloyu tek taraflı olarak iptal edebilirdi.
Ama sonrasında ne olacaktı?
Bir kez korkak olarak etiketlendikten sonra, bundan böyle ne kadar kurnazca planlar kurarsa kursun, hiçbir inandırıcılığı kalmayacaktı.
Bu asla kabul edilemezdi.
Büyük planını tamamlayabilmek için, çevresindeki herkese Jin Kirihara’nın olağanüstü yeteneklere sahip bir adam olduğunu kanıtlaması gerekiyordu. Bu, en temel şarttı.
“……Neden bu kadar inatçısın?“ Kate iç çekerek sözlerini sürdürdü. “O kızla ters düşmemek daha iyi.“
“Neden her şeye burnunu sokuyorsun? Bu tavırlar sana hiç yakışmıyor. Yoksa gap moe havası mı vermeye çalışıyorsun?“
“Bu kadar rahat konuşuyorsun da… Gerçekten kazanabileceğini mi sanıyorsun?“
“Sonuçta o hâlâ sadece bir küçük hanımefendi. Gerçek bir savaşın ne olduğunu bilmiyor. Psişik yetenekleri ne kadar güçlü olursa olsun, savaş alanında bir işe yaramaz.“
“Daha on beş yaşında bir çocuksun, neden emektar bir asker gibi konuşuyorsun?“
“Anladım. İlk kez görüşüyoruz, beni tanımıyorsun. Aslında uzun zaman önce uzak bir sınır ülkesinde askerdim. Değil mi, Emma?“
“E-e? Ben de ilk kez duyuyorum! Bu doğru mu, Jin?“
“Evet, sanırım sana anlatmamıştım. Geçmişim anlatılmayacak kadar ağır… Senden gizlememin nedeni de buydu.“
“Böyle hikayeler uydurmayı bırak da şuraya bir gel hele.“
Kate, konuşmalardan kaçınmaya çalışan Jin’e bezgin bir ifadeyle baktı.
“Onun gerçekte ne kadar korkunç olduğunu bilseydin, bu kadar kayıtsız kalamazdın.“
Jin, reddetmek için geçerli bir sebep bulamadığından, şimdilik Kate’in peşinden gitmeye karar verdi. Gürültülü sınıfı geride bırakıp, uzun koridoru geçerek avlunun serin havasına doğru ilerlediler.
Kate’in daha tenha bir yer aradığı belliydi.
Jin, Emma’yı sınıfta bırakmasının sebebinin de dinlenmesini istemediği şeyler konuşacak olması olup olmadığını merak etti.
Avluda takılan öğrencilerin arasından geçerken, Jin kısık bir sesle sordu:
“Nina Stingray ile tanışıklığın mı var ?“
“Onunla pek samimi sayılmayız. Üstelik benimle ilgilendiğini de sanmıyorum. Ortaokulda sadece sınıf arkadaşıydık.“
Doğal olarak, Jin, Nina’nın geçmişini enine boyuna araştırmıştı.
Nina’nın gittiği Stellar Okulu, ülkenin en prestijli kız liselerinden biriydi; resmî eğitimi bile olmayan Jin’in ulaşamayacağı bir dünyaydı bu.
Önündeki kızın (Kate) böyle bir okula gitmiş olması şaşırtıcıydı. Tıpkı o meşhur sözün dediği gibi: [Kitabı kapağına göre yargılama.]
“……Peki, bana ne gibi bilgiler vereceksin?“
“O kızla dalaşmanın ne kadar aptalca olduğuna dair bilgiler vereceğim.“
Kate, sesine acıma tonu katarak devam etti:
“Bir psişik olarak fazla güçlü. Söylentilerin çoğu doğru. Dört yaşındayken telekinezi yeteneğiyle bir dağ yamacını yerinden oynattı. Şu an ne seviyeye ulaştığını tahmin bile edemeyiz. Sadece yerel bir söylenti bu ama… <-Beyaz Şövalyeler-> tarafından gizlice işe alındığı bile konuşuluyor.“
“Eğer söylentilerden bahsedeceksek, tanıdığım bir adam var. Ruhuyla bir denizi ikiye bölmüş diyorlar.“
“Senin için cidden endişeleniyorum, biliyor musun?“
“Ben de ciddiyim.“
“……Tam bir salaksın.“
Kate’in gözlerinde anlık bir tereddüt belirdi.
“Anlatmak istediğim şey… Asıl korkunç olan o kız değil, Stingray’lerin ta kendisi.“
“……Ne demek istiyorsun?“
“Tam da söylediğim şeyi. Stingray’ler, çok fazla vakayı örtbas etmeleriyle ünlüler.“
Gökyüzü kara bulutlarla kaplanmış, soğuk damlalar yere düşmeye başlamıştı. Avludaki öğrenciler bunu fark edip yavaşça binaya çekilmeye başladı.
Geri çekilen dalgalar gibi dağılan kalabalığın görüntüsü eşliğinde, Kate yüzündeki hüzünlü ifadeyle konuşmasını sürdürdü.
“Nina’nın kötü bir niyeti olup olmadığını bilmiyorum. Belki de gerçekten yeteneklerini kontrol edemiyor. Ya da her şeyin bir tesadüf olma ihtimalini de göz ardı edemeyiz.“
“Girişi bırak da anlat artık! Yaşanan en önemli şey neydi?“
“Bilmiyorum.“
“Ha?“
“……Ne olduğunu tam olarak bilmiyorum, işte bu yüzden korkutucu. Nina’nın başına bela açan kişilerin ortadan kaybolduğu bir dizi olay yaşandı. Öğrenciler ona bir şey yapmaya korkuyordu, bu yüzden kurbanların çoğu yetişkinlerdi. Bazıları… bez parçasına dönmüş halde bulundu……“
“……Olamaz.“
“Ben bile bunun sadece kötü bir söylenti olduğunu umut ediyorum. Sonuçta okulda hep kibar ve saygılı bir kız, değil mi? Perde arkasında birilerini öldürdüğünü hayal bile edemiyorum. ……Belki de gerçekten hiçbir şey hatırlamıyordur.“
Nina Stingray, güçlü yeteneklerini tam olarak kontrol edemiyor.
Bu tür söylentiler birdenbire gerçeklik kazanmaya başladı.
“Anlıyorum, Stingray’ler Nina’nın kontrolden çıkan kazalarını tekrar tekrar örtbas etmişler, öyle mi?“
“Her vakada, bir yerlerden gelen baskılar yüzünden soruşturma yarıda kesilmiş. Doğal olarak, gazetelere hiç yansımamış. Bunu bilmiyordun, değil mi?“
“Heiberg Okulu bir devlet kurumu. Polis ve gazeteciler üzerinde kullanılan yöntemleri burada nasıl uygulayabildiler?“
“Unuttun mu? O kız giriş sınavından muaf tutuldu. Bu bile Stingray’lerin okulla yakın bağları olduğunu kanıtlamıyor mu?“
Yağmur iyice şiddetlenmiş, ufukta gök gürültüsünün homurtuları duyulmaya başlamıştı.
İnsanüstü varlıkların öfkesini yansıtırcasına kararan gökyüzü altında, Kate yüzündeki ağır ifadeyle son sözlerini ekledi:
“Anlıyor musun? İşte bu yüzden o kıza dalaşmamalısın.“
“……Çok iyi anlıyorum. Bana anlattığın için teşekkürler.“
“Teşekküre gerek yok. Sadece yarın gidip özür dile, tamam mı?“
Jin belirsizce gülümsedi ve duvarın saçaklarına doğru yavaşça yürüdü.
“Burası bir avlu olduğuna göre yağmurdan korunmak için saçak altına sığınmasına gerek yoktu. Hemen koridora dönüp içeri girebilirdi.“
“Yine de Kate, onun bu hareketinin ardındaki niyetten şüphe duyamıyor gibiydi.“
“Jin’in yanına, binanın saçaklarının altına doğal bir tavırla yaklaştı.“
“Bu arada, sana bir şey sorabilir miyim?“
Jin, bıçak gibi keskin bakışlarını karşısındaki kıza dikerek son ve kararlı soruyu sordu:
“Nihayetinde amacın ne, Nina Stingray?“
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.