Yukarı Çık




3.2   Önceki Bölüm 

           
◆ Düello Günü ◆

O gün, sabahın ilk saatlerinden itibaren derslik binasının tamamını elektrikli bir gerilim sarmıştı.

Bu, birinci sınıflar arasında ilk kez uygulanacak olan <-Düello-> sistemiydi.

Ancak öğrencilerin merakını asıl ateşleyen, karşı karşıya gelecek iki ismin beklenmedik tezatlığıydı:

Nina Stingray, psikik yetenekleriyle ün salmış köklü bir aileden gelen ve “Felaket Kraliçesi“ olarak anılan bir soylu; diğeriyse sıradan, silik, hatta giriş sınavındaki düşük performansı nedeniyle elemeye tabi tutulan isimsiz bir öğrenciydi.

Tribünleri dolduranların çoğu, küstahça meydan okuyan bu “zayıf“ın acımasızca ezilişini izleme arzusuyla gelmişti.

Nihayet okulun bitiş zili çaldı ve ikili, sınıftan birlikte ayrıldı.

<-Düello->, derslik binasından kısa bir mesafe ötedeki ormanlık alanda gerçekleşecekti. Bu yüzden öğrenciler, birkaç dürbünle donatılmış küçük bir balkondan maçı izlemek zorundaydı.

Nina’nın uyarısı açıktı: “Çok yaklaşırsanız, siz de hedef olabilirsiniz.“

Merak ve heyecanla dolu balkondaki kalabalıkta, Emma Licorice tek başına farklı bir duyguya kapılmıştı.

İkisinin nasıl bu çatışmaya sürüklendiğini anlamıyordu.

Ama bu gerçekten kaçınılmaz mıydı?

Bir saatten kısa bir süre içinde, ikisinden birinin akademiden ayrılmak zorunda kalacağı düşüncesi... ona hâlâ inanılması zor geliyordu.

“Vay canına... Gerçekten de ilginç şeyler dönüyor, öyle değil mi?“

Aniden duyulan bir ses, Emma’nın irkilerek arkasını dönmesine sebep oldu. Karşısında, uzun boylu ve yakışıklı bir genç ona gülümseyerek bakıyordu.

Ortadan ayrılmış siyah saçları, olgun duruşu ve her hareketine sinen zarafetiyle dikkat çekiyordu.

Nina gibi, o da giriş sınavından muaf tutulmuş bir öğrenciydi. Adı…

“Ah, bu ani girişim için özür dilerim.”

Bennett Lohr, zarif bir el hareketiyle selam verdi. “Adım Bennett Lohr. Arkadaşım Nina’nın bir meseleye karıştığını duydum… Durumunu görmek istedim.”

<-Düello->’nun yeri, sınıfın dışındakilere açıklanmaması konusunda sessiz bir anlaşma vardı. Ancak Bennett, beşinci sınıf’tan bir öğrenciydi. Komşu sınıftan biri olduğuna göre, bilginin sızmış olması hiç de şaşırtıcı değildi.

Kendini kusursuz bir nezaketle tanıtan Bennett, ders kitaplarının ilk sayfasından fırlamışçasına “mükemmel” bir gülümsemeyle sözlerini tamamladı.

“Tanıştığımıza memnun oldum, Emma... Ama Nina’ya düello’da meydan okuyacak kadar cüretkâr biri gerçektende varmış. Yoksa kazanabileceğini mi sanıyor?”

“Hmm... Bilmem.”

Bennett’in sesindeki kayıtsız küçümseme tonu, Emma’nın içini burktu.

Cidden, neden Jin ona meydan okudu ki?

<-Eleme->’yi atlatırken halbuki mantıklı ve temkinli davranmıştı...

“Hey, bakın! Geliyorlar!”

Birinin çığlığıyla balkondaki herkes nefesini tuttu. Dürbün sırası henüz kendisine gelmemiş olan Emma, ormanda ancak bezelye tanesi kadar hareket eden iki silueti zar zor seçebiliyordu.

Dürbünle bakma sırası kendisine gelen kız öğrenci, şüphe dolu bir sesle sordu:

“Ne oluyor? İkisi de karşılıklı durup hiç kıpırdamıyorlar...”

Bu soru, öğrenciler arasında spontane bir tartışma başlattı:

“Birbirlerini mi ölçüyorlar?”

“Nina’nın <-Felaket Kraliçesi-> unvanıyla onu anında yok etmesi gerekirdi. Bu kadar temkinli olması için bir sebep yok ki!”

“Yine de... Jin denen adam da oldukça gizemli biri…”

“Hayır, hayır! O sadece elemeye tabi tutulan biri, anlamıyor musun?”

“Ama o aynı zamanda tanınmış bir rakibi yenerek puan toplamıştı,öyle değil mi?”

“İtinayla elenenlerin dövüşünün ne değeri var ki…”

Kayıt olmadan önce bile yetenekleriyle ün salmış Nina’nın aksine, Jin hakkında neredeyse hiç bilgi yoktu.

Emma dışında sınıf arkadaşlarıyla ilişkisi de oldukça yüzeyseldi. Çoğu, sonucun o kadar belli olduğunu düşünüyordu ki bahse girmeye bile değmezdi.

Bu arada, o kız nerede?

Dün arkadaş olduğu, kendine Kate diyen o tuhaf öğrenci, bütün gün birlikte derslere girdikleri halde, bu olaya hiç ilgi göstermeden yurduna çekilmişti.

“Sorun ne... Emma?”

Bennett, dalgınlığını fark edip yüzüne bakınca, Emma belirsiz bir gülümsemeyle karşılık verdi.

Onların hayal edebileceğinden çok daha fazlası dönüyor olmalıydı.

Bu his, bir önseziden mi yoksa başka bir şeyden mi kaynaklanıyordu? Emma emin değildi.

Tam bu şüpheler zihnini kemirirken, bir patlama sesi her şeyi susturdu.

Nihayet başlayan çarpışma, gözlerini onlardan ayıramayan kalabalığı büyülemişti.

Aralıklarla yankılanan patlamalar ve ormanlık alanı saran beyaz dumanlar...

Ancak ikisi hâlâ karşılıklı, tek bir hareket bile etmeden öylece duruyorlardı.

“Bu... psişik güçlerinin çarpışması olmalı...”

“B-Burası güvenli... değil mi?”

“Bakın! Nina broşunu çıkardı! Bu, güçlerini serbest bırakma işareti!”

Emma Psişik yeteneği olan kişiler arasında görünmez güçlerin bu şekilde çarpıştığına dair bir hiçbir şey duymamıştı.

Belki de bu bilmediği bir gerçekti. Şüphelerini dile getiremeden, öğrenciler panikle sınıfa doğru kaçışmaya başladı.

Yalnızca Bennett, yüzünde anlamı çözülemeyen bir gülümsemeyle, ormanın derinliklerinde karşılıklı duran iki silueti izliyordu.



Beyaz duman ve barut kokusunun sardığı ormanlık alanda, Nina ve Jin karşılıklı duruyorlardı.

Talimat gereği, göğsündeki broşu çıkaran Nina’nın aksine, Jin ise yere çömelmiş, acı dolu çığlıklar atmaya başlamıştı.

Nina sağ elini ona doğru uzattığında, yerde terler içinde kıvranan Jin’in çığlıklarını iyice yükseltti.

Rol yapma becerisi fazlasıyla teatraldi ve kaba saba detaylarla doluydu. Ancak dürbünlerle uzaktan izleyen öğrenciler için bu fazlasıyla yeterliydi.

Tabii ki, ikilinin hiçbir yazılı taahhüt imzalamadığından habersizlerdi...

Ya da yerdeki “Jake“ görünümlü nesnenin, düelloya tanık olması gereken kişi değil, sıradan bir teneke bebek olduğundan...

“Bak, sınıf panik içinde içeri kaçıyor!”

“Sanırım… işe yaradı.”

“Yaydığın söylentiler tutmuş gibi. Büyük bir düzenbazdan da bu beklenirdi zaten.”

“Bunu senden duymak istemezdim…”

Plan iyi gidiyordu, ancak rahatlamak için hâlâ çok erkendi. En azından üç dakika daha, senaryodaki gibi ölümüne bir dövüşü oynamaya devam etmeleri gerekiyordu.

Nina, endişe, yorgunluk ve uykusuzluğun sınırlarına zorladığı bedeninden dikkatini dağıtmak için dün geceyi düşünmeye başladı.



◆ Düello’dan 16 Saat Önce ◆


Avluda yollarını ayırdıklarında, Jin ona şöyle demişti: “Gece 1’de, düellonun yapılacağı ormanlık alana gelmeni istiyorum.”

Varlığını gizlemede iyi olduğu için, gece yarısı yurttan sızmak kolaydı.

Nina, yağmurun ardından çamurlanan yolda ayaklarının kaymaması için gece vakti dikkatlice ilerledi.

Ormanlık alanın yakınında sokak lambası yoktu ve el feneri getirmek de yasaktı. Tek güvenebileceği şey, gece gökyüzündeki ay ışığıydı.

İpek’ten yapılmış gece elbisesiyle dışarıda yürümek tuhaf hissettiriyordu.

Üstelik gece yarısı, özellikle karşı tarafın anlaşılmaz bir düzenbaz olduğu düşünüldüğünde, bir erkek öğrenciyle tek başına buluşma fikri içini kemiriyordu.

Hedefine vardığında ise Nina, neye uğradığını şaşırdı.

“Bir bakalım… Hı? Bu da ne anlama geliyor?”

Karanlığa alışmış gözleri, sessizce bir tür işle meşgul olan dört adamı fark etti. Neredeyse hepsi yetişkindi: koyu renkli iş tulumları giymiş, ustaca karanlığa karışıyorlardı.

Kimi toprağı kazıyor, kimi ağaç gövdelerine ne işe yaradığını çözemediği garip cihazlar yerleştiriyordu.

Nina, donup kalmışken, dörtlüden biri işini bırakıp ona yöneldi.

“Neden pijamalarla geldin? Böyle giysilerle çalışılmaz ki.”

En genç görünen adam, aslında iş tulumu giymiş Jin Kirihara’ydı. Normalde alnına dökülen saçları, terini silen bir havluyla yukarı toplanmıştı.

Telaşlı bir ifadeyle elindeki küreği Nina’ya uzattı.

“Durma öyle, işimiz var. Şimdilik, belirlenen yere bir çukur kazabilir misin?”

“Bir saniye, hiçbir şey anlamıyorum! Bu saatte neden altyapı çalışması yapıyoruz? Hem ben ne zaman bir müteahhide satıldım?”

“Abartma be… Tek yapman gereken çukur kazıp içini barutla doldurmak.”

“B-Barut mu!? Yoksa beni bir terör eylemine mi ortak ediyorsun…!?”

“Sakin ol, kimseyi öldürmeyeceğiz. Sadece bol gürültü ve duman çıkaran bir oyuncak bu.”

“Beni tuzağa düşürüp ana suçlu ilan edeceksin, değil mi!?”

“……Ben bu kadar güvenilmez miyim ya?”

“Tam tersi, sana nasıl güvenebileceğimi söylesen keşke…”

Nina, derin bir iç çekişle yeni bir soru sordu:

“…… Peki, bu insanlar da kim?”

“Uzun süredir çalıştığım peyzaj ekibi. Pahalılar ama son dakikada bile işi sıkı tutarlar. Şu sert görünümlü adam, başları Gasta Bey.”

“…… Artık bu şakalara cevap veremeyeceğim. ‘Uzun süredir çalışıyorum’ diyorsun… Sen öğrenci değil miydin?”

“Hah, söylememiş miydim? Hiç okula gitmedim ben.”

“Ha!? Anlamsız yeni detayları peş peşe sıralamayı kes!”

“Yaşlı bir düzenbazın işlerine yardım ederek ülkeyi dolaşıyordum.”

“Yine saçma bir yalan…”

“Sana yalan borcum mu var!? Şimdiye kadar yaklaşık 300 milyon els kazandım herhalde.”

“Böyle uydurma hikayeler anlatma! Peki bunun şu insanlarla ne ilgisi var?”

Heiberg Akademisi, okuldan ayrılan öğrencilere hafıza mühürleme önlemleri uygulanacak kadar sıkı bir gizlilik politikasına sahipti.

Doğal olarak, güvenlik sistemi şüpheli bir müteahhidin kolayca sızabileceği kadar gevşek değildi. Tek giriş kapısı, nöbetçiler tarafından korunuyor; çevre çitlerinde bile dikenli tel vardı.

“Çünkü Gasta ve ekibi bu işin profesyonelleridir.”

“Bu hiçbir şey açıklamıyor…”

“Daha önce izole bir adadaki hapishaneye bile sızdılar. Bu güvenlik seviyesi onlar için tırt.”

“Hey, bu suçlularla ne yapmayı planlıyorsun? Gerçekten geri dönmek istiyorum!”

“Her neyse… Bu arada, sınıftayken takındığın kişilikten epey farklısın, değil mi?”

Ağzı açık kalmış bir halde Jin, içinde bulundukları çıkmazı aşmak için planını anlatmaya başladı.

Anlatılan plan, ilk duyduğunda Nina için çocuk oyuncağı gibi gelmişti.

Ormana patlama ve duman üreten cihazlar yerleştirip, bunun Nina’nın yeteneği sanılmasını sağlayacaklardı. Kimsenin yaklaşmasına izin verilmeyeceği için de büyük sorun çıkmayacaktı.

Tabii, tek başına bu yeterli değildi.

“Bu planın başarısı, senin rol yapma becerilerine bağlı.”

Etrafı saran karanlıktan bile daha derin olan o gözler, Nina’ya dikilmişti.

“Yarın, tüm gününü Kate falan denen o kızı taklit edip sınıfa söylentiler yayarak geçireceksin.”

“İki güçlü psişik yetenek çarpıştığında patlama oluyormuş, ben yeteneklerimi giriş sınavında gizlemişim, broşunu çıkarmak güçlerini serbest bırakma şartıymış… gibi şeyler anlatacaksın.”

“Haa? Bu kadar apaçık yalanları yaymak güvenli mi?”

“İçeriğin doğruluğu umurumda değil. Önemli olan, asılsız söylentilerle konuşulan iki ‘varlık’ imajı yaratmak.”

“Ne demek istiyorsun? Bunun amacı tam olarak ne?”

“Dikkat çeken söylentiler yayarsan, bilgi kendi kendine harmanlanır ve hızla yayılır. Böylece, aramızda bir patlama olduğunda, birileri inandırıcı bir teori uydurur.”

“Bu da ne? Neredeyse kışkırtmaya benziyor! Sen gerçekten bir alçaksın öyle değil mi?”

“Vay be, bunu şimdi mi fark ettin?”

Bulutların arkasına saklanmayan ayın ışığına rağmen, karşısındaki gencin yüzü bir anda görüşünden siliniverdi.

İki gözü görüntüleri sorunsuz yakalıyordu ama beyni, o yüzde hangi ifadenin olduğunu işleyemiyordu.

Düşününce… Nina, Jin’in geçmişi hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyordu.

Nasıl bir hayat, böyle bir canavar yaratmıştı?

“Burada durabilirsin. Pijaman pislenirse şüphe çeker. Odana dönüp biraz dinlenmelisin.”

“Ne kadar da bencil bir insansın…”

Jin işine dönmek için başını çevirdiğinde, Nina’nın zihninde küçük bir isyan kıvılcımı tutuştu.

Bu düzenbazın hep öne geçmesine izin veremezdim.

“Dinle! Benim de bir adım var, biliyorsun.”

“Biliyorum. Mahalledeki her köpeğin bir adı var. Teneke bebeklerin bile.”

“Bana Nina diyebilirsin.”

“Ha?”

“Dediğim gibi, bundan sonra bana Nina diyebilirsin. Ben de senin adını kullanacağım. Bana ‘sen’ diye hitap edersen, sinirlenirim.”

“…… Anladım, Nina. Bu kabul edilebilir mi?”

“Söyleyişin biraz tuhaf… Yoksa pijamalı bir kız karşısında utandın mı?”

Nina, baştan çıkarıcı bir ses tonuyla Jin’e yaklaştı. Bu, kendisi için bile etkileyici bir performanstı. Bu oyunculukla, yüksek bütçeli bir aşk dramasının başrolündeki oyuncuyla rahatlıkla yarışabilirdi.

Jin’in, kendinden emin tavırlarını bir kenara bırakıp yaşıtı bir çocuk gibi kızarmasını görmek istemişti. Onu böyle sevimli ve çekingen bir halde görseydi, bu gece üstünlük duygusuyla mışıl mışıl uyuyabilirdi.

Ancak Jin’in tepkisi, beklediğinden çok daha kayıtsızdı.

……Biraz fazla yaklaşmıyor musun? Yoksa beni baştan çıkarmaya mı çalışıyorsun?”

“H-Haaa!?”

Bu tamamen tahmin edilemez bir karşı hamleydi. Planının suya düşmesinin yarattığı hayal kırıklığı ve utanç, yüzünü aniden kızartmıştı.

“ S-sen biraz fazla kibirli değil misin!? Ü-Ürkütücü bir tipsin, bir daha benimle konuşma!”

“Oysa bunu kendin başlatmıştın ama…”

“Yeter! Ben geri dönüyorum!”

“Bekle, bekle… Duygusal dengen de mi bozuk?”

Nina, her zamanki kendinden emin ve kayıtsız tavrıyla cevap veren Jin’e öfkeyle baktı.

İşe yaramıyor… Ona karşı ne konuşmak ne de rol yapmak etkili oluyor.

Onu romantik jestlerle etkilemek gibi kolay yolları bir an önce unutmalıydım.

“Bir gün mutlaka sana diz çöktüreceğim!” Nina, bir kötü adam edasıyla söylendi ve yurda dönmeye karar verdi.

Jin Kirihara ’güvenilmez bir düzenbaz’, diye düşündü.

Ama bir suç ortağı olarak, ondan daha güvenilir biri yoktu.

Üstelik ona bu kadar yakınken bile, ne kadar ötesini planladığını kestiremiyordu.





<-Düello-> sona ermesine rağmen sınıf hâlâ tuhaf bir sessizlikle çevrelenmişti. Sanki herkes tek kelime etmekten korkuyor gibiydi.

Ara sıra duyulan öksürük sesleri dışında derin bir durgunluk hâkimdi.

Gün batımına yaklaşırken, tüm sınıf dersliklerine çekilmişti. Ormanlık alanı saran dağılmakta olan dumanlar, olup biteni görmeyi neredeyse imkânsız kılıyordu.

İlk diz çöken Jin olmuştu. “Felaket Kraliçesi“ olarak nam salmış Nina’yla nispeten dengeli bir mücadele verdiği için, zaferin kime ait olduğu baştan belliydi.

Yine de pek çok öğrenci, bu “sıradan“ rakibin gösterdiği direnişe karşı onu saygı dolu bakışlarla süzüyordu.

Emma, etraftaki ağır havaya kapılmış, şaşkınlık içinde sürüklenirken, tam o sırada arka kapıdan sınıfa sessizce süzülen bir kızı fark etti.

“...... Nina. İyi misin?“

Onu çağırdığına pişman olduğu anda, sınıftaki herkesin bakışları, az önce Düello’dan dönen Nina’ya çevrilmişti.

Ancak Nina, bu ilgiden etkilenmemişti bile. Her zamanki zarif tavrıyla dudaklarını araladı:

“Elbette iyiyim. Onun gibi biri karşısında yenilgiyi kabul etmem mümkün değil.“

“Peki... Jin-kun’a ne oldu? Sakın okuldan atılmış olmasın?“

Nina, tereddüt dolu bu sese karşı hafifçe gülümsedi.

“Fikrimi değiştirdim. Bu sefer onun puanlarını almamaya karar verdim.“

Geçen günkü toplantıda ortaya çıkan bilgiye göre, Düello’nun galibi, yazılı taahhütteki anlaşmayı yerine getirip getirmeme hakkına da sahipti.

Eğer kazanan fikrini değiştirirse, başlangıçta bahse sürdüğü puanların transferi geçersiz sayılabilirdi.

“Yani onun yeteneğini kabullenmiş mi oluyorsun?“

Bennett aniden lafa girdi.

Nina, onun bu müdahalesi karşısında hafifçe irkildi ancak çabucak toparlandı. Etrafında hayranlık ve merakla kendisine bakan sınıf arkadaşlarını şöyle bir süzdükten sonra, hafiften eğlenmiş bir ses tonuyla mırıldandı:

“...İstediğin gibi yorumlayabilirsin. En azından, daha okula geleli iki gün olmuşken onu atmak adil olmazdı diye düşündüm.“

“Hıı.... Yani demek senin gibi psişik yeteneklere sahip birinin takdir edeceği seviyede, öyle mi?“

Nina bir an düşünür gibi oldu, ardından yüzünde muzip bir gülümsemeyle ekledi:

“Belki bir gün senin de dengini alt üst edebilir, kim bilir?“

Bennett, sanki müthiş bir espri duymuşçasına bu cevaba kıs kıs güldü.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


3.2   Önceki Bölüm