Diplomasi tam anlamıyla baş belasıydı: Mesela, bir yere gitmek yirmi günü geçiyor, sonra orada yalnızca beş gün kalınıyordu. O beş gün boyunca da toplantılar, selamlaşmalar ve yemekli buluşmalar hiç eksik olmuyordu; önemli şahıslar sürekli bir işle meşguldü. Maomao’nun ise böyle bir görevi yoktu. Dışarı çıkıp gezip tozacak da hali yoktu, o yüzden belki bahçedeki bitkileri inceleyeyim diyordu ki, kapısı çalındı.
Kim şimdi bu saatte?
Kapıyı açtığında, karşısında gülümseyen bir kadın buldu. Adını bilmiyordu ama kim olduğunu tanıyordu: Cariye Lishu’nun üvey kız kardeşi. Gerekli olan maiyeti iki yanında duruyordu.
“Size nasıl yardımcı olabilirim, hanımefendi?” diye sordu Maomao kibarca, ama içinden, Cariye Lishu’nun odası bir sonraki kapı—karıştırmasan mı artık? diye geçirdi. Yine de bu düşüncesini kendine saklayacak kadar yetişkindi.
Üvey kız kardeş Maomao’ya bakıp ardından gayet kasıtlı bir şekilde “Pöf!” diye güldü. Ne olmuştu da bu denli küçümseyici bir kahkaha atmıştı, bilinmez ama belli ki Maomao hakkındaki genel kanaatini ifade ediyordu.
“Sadece kendimi tanıtmak istedim,” dedi kadın. “Sonuçta isimli klanlara mensup kişileriz. Gelecekte yine karşılaşabiliriz diye düşündüm.”
İsimli klanlar lafını duyunca Maomao’nun yüzü hafifçe ekşidi. Aileden biriymiş gibi muamele görmekten hiç hazzetmezdi, bu bir sefere mahsus bile olsa.
Üvey kız kardeş bu esnada Maomao’nun başına göz gezdiriyordu. “Dün gece taktığınız saç tokası gerçekten harikuladeydi,” dedi.
“Gerçekten mi? Ne yazık ki, nesnelerin değerinden pek anlayan biri değilimdir.”
Demek gözü oradaydı ha? Bu saraylı prenses bozuntularının gözleri gerçekten de fena kesiyordu. Maomao o an fark etti: Eğer bu tokayı satmaya kalkarsa, kimin sattığı çok geçmeden anlaşılırdı., “Bu geceki ziyafete ne giyeceğini görmek için sabırsızlanıyorum,” dedi üvey kardeş, sonra da tavus kuşu tüylerinden bir yelpazeyle ağzını zarifçe gizleyip uzaklaştı.
Bu tanışma değil, daha çok gözlem ziyaretiydi, diye düşündü Maomao. Batıya yapılan bu seferde genç kadın olarak gelen az sayıdaki kişiden biriydi; ama dünkü akşam yemeğine bakılırsa, gelenlerin çoğu Jinshi-sama’nın ilgisini çekmeye çalışıyordu.
Kadının yürürken kalçalarını nasıl salladığına bakarak Maomao, bu üvey kardeşin Cariye Lishu’ya pek benzemediği sonucuna vardı. Öyle olsaydı, belki de Lishu soyuna dair bu kadar şüphe duymazdı. Yine de, İmparator gerçekten Lishu’nun babasıysa, ondan daha verimli bir şekilde yararlanmanın yolunu bulamaz mıydı? Bu düşünce biraz acımasızdı belki ama Maomao, Lishu’nun daha farklı şekillerde kullanılabileceğini düşünmeden edemedi.
Sabah sabah böyle aşağılandıktan sonra Maomao moralini düzeltmek için bahçeye yöneldi. Bu kurak diyarda, hayat kaynağı olan vahayla beslenen bir bahçeye sahip olmak başlı başına bir güç gösterisiydi. Ancak Maomao, bunun tamamen gösteriş amaçlı olmadığını düşünüyordu—Dul İmparatoriçe Gyokuyou’nun babası, zevk için lükse para harcayacak biri gibi görünmüyordu. Ve Maomao, bu dersin kızına da geçtiğini fark etti; özellikle Yeşim Köşkü’ndeki hizmetkârların hem sayısı hem de kalitesi düşünüldüğünde.
Bahçede ne mi vardı? Bir köşede Maomao’nun daha önce hiç görmediği tuhaf bir bitki yetişiyordu. Ne yaprakları vardı ne de sapı. Geniş gözlerle incelediğinde, yüzeyinde mumumsu bir tabaka olduğunu, adeta bir mum gibi göründüğünü ve dar dikenlerle kaplı olduğunu fark etti. Aloeveraya benziyordu ama yelpaze şeklindeydi. Oldukça ilgisini çekmişti; Maomao elini uzatıp dokunmak üzereydi ki...
“Ben olsam ona dokunmazdım. O dikenler battı mı kolay kolay çıkmaz,” dedi biri. Sesi ne kadınsı ne erkeksi sayılırdı. Maomao başını kaldırdığında, erkek giysileri giymiş zarif birini gördü. Bitkiyi çömelmiş halde inceliyordu. Suirei’ydi bu. Yanında genç bir adam vardı. İlk bakışta bir uşak gibi görünse de Maomao onun bir gözetmen olduğunu biliyordu. Buraya gelmesine izin verilmiş olması bile şaşırtıcıydı; demek ki gözetimi pek sıkı sayılmazdı.
Suirei de tıpkı Maomao gibi bir eczacıydı. Aynı şekilde düşünüyorlardı, ve karşılarına çıkan alışılmadık bitki ya da çiçekleri öğrenmek konusunda ikisi de kendini tutamıyordu. “Peki, nedir bu ve nasıl kullanılıyor?” diye sordu Maomao.
“Buna kaktüs deniyormuş. Uzak batıda keşfedilmiş, kurak iklimlere dayanıklı olduğu için buraya deneysel amaçla getirilmiş. Meyvesi ve gövdesi yenilebiliyor.”
Maomao başını sallayarak etkilendiğini gösterdi. Anlaşılan Suirei, buraya geldiğinden beri bu bitkiyle ciddi anlamda ilgileniyordu. Elinde bir defter vardı ve kaktüsün resmini özenle çiziyordu.
“Peki, tıbbi olarak kullanılabilen bir yeri var mı?” diye sordu Maomao.
“Orasını pek bilmiyorum. Aloeveraya benzediğini düşünürsek, birtakım faydaları olabilir. Zaten burada ondan da yetiştiriyorlar.”
Yanındaki görevli sessizce konuşmalarını dinliyordu; muhtemelen her kelimeyi zihnine kazıyor ve sonra üstlerine rapor edecekti.
Gerçi ortada suç teşkil edecek bir şey konuştuğumuz da yok. Konu sadece şifalı bitkilerdi.
“Burada aloe varsa, belki biraz vermelerini sağlayabilirim,” dedi Maomao.
“Yanık ilacın mı bitti?” diye sordu Suirei.
“Hayır, sürekli kuru yiyeceklerle beslenmek sindirimimi alt üst etti.”
“Anladım.”
Suirei dış görünüş olarak yakışıklı bir delikanlıyı andırsa da aslında Maomao’yla yaşıt bir kadındı. “Kadın karnı” meselesini gayet iyi anlardı. Sağlık açısından ilgisini çeken konular söz konusu olduğunda gereksiz utanıp sıkılmazdı ve bu da onunla konuşmayı kolaylaştırıyordu. Bu yönüyle Maomao’yla çok benzerlerdi.
“O zaman Cariye Lishu’ya da biraz aloe vermeliyim belki,” dedi Suirei.
Maomao onaylayan bir ses çıkardı. Evet, bu doğruydu. Maomao bile bu diyetin etkilerini hissediyorsa, korunaklı yaşam süren o prensesin hali kim bilir nasıldı. O kadar düşünceliydi ki, tuvalete gitmesi gerektiğinde bile çoğu zaman kendini tutardı. Neyse ki sağlık durumu büyük ölçüde gözetim altındaydı; Ah-Duo’nun daima yanında olması bu konuda işe yarıyordu.
“Burada bulunan malzemelerden yola çıkarsak, yoğurtla karıştırılması işe yarayabilir,” dedi Suirei. Fermente süt ürünleri, sindirimi düzene sokma konusunda gerçekten de etkilidir.
“Ee... Emin değilim iyi bir fikir olduğundan.”
“Nedenmiş?” Çünkü Lishu’nun yiyemediği çok fazla yiyecek vardı. Beyaz balık cildinde döküntü yapabiliyor, bal ise ona dokunuyordu. Burada, alışık olmadığı bir şeyi yedikleri takdirde, sindirimini düzene sokmak bir yana, işleri daha da kötüleştirme ihtimali vardı. Maomao, malikaneye geldikleri gece düzenlenen yemekte Lishu’nun yabancı yiyeceklerden özellikle uzak durduğunu fark etmişti zaten.
Suirei, Maomao’nun söylediklerini dinlerken kaşlarını çattı. Maomao tüm bunların ne kadar zahmetli olduğunu çok iyi biliyordu. Lishu sıradan bir ailenin çocuğu olarak doğmuş olsaydı, muhtemelen yedi yaşına bile gelemezdi. Yine de, böylesine uzun bir yolculuğa katlanabilmiş olması takdiri hak ediyordu belki—bir aferin ve başını okşamak fena olmazdı. Ama hayır—bu, Maomao’nun tarzı değildi.
Maomao’nun da yanında defteri ve kalemi vardı, Suirei’ninkine benzer şekilde. Suirei, ansiklopedilerde yer almayan her bitkinin detaylı çizimini yapıyordu. Maomao da ona katıldı, ve bir süre sessizce birlikte çalıştılar. Suirei’nin gözcüsü tek bir kez bile esnemedi, sadece onları ifadesiz bir tebessümle izlemeyi sürdürdü.
Şu küçük velet burada olsaydı iyi olurdu aslında, diye geçirdi içinden Maomao—yani Chou-u’yu kastediyordu. Çocuk gerçekten yetenekli bir ressamdı, bu kesin, ama Maomao resim çizmenin tek başına bir geçim yolu olmayacağına emindi. Şu an insanlar, yaşına göre böyle iyi çizen bir çocuk fikrini ilginç buldukları için onun portrelerine rağbet gösteriyorlardı. Ama yakında bu ilgi de tükenirdi.
Erotik çizimler mi yaptırsak ona acaba? Modellerimiz bol nasılsa...
Maomao’nun bu hafif müstehcen düşünceleri, uzaktan gelen bir kükremeye benzer sesle bölündü. “Ne dersin, neydi o az önceki?” diye sordu. Sanki bir tür vahşi hayvanmış gibi bir ses çıkmıştı ve bu, Maomao’nun derisinde tüylerin diken diken olmasına neden olmuştu. Ağaçlardaki kuşlar panikle kanat çırparak havalandı.
“Batıdan gelen heyet, oldukça ilginç bir hediye vadetmiş. Geçmişte bir keresinde fil getirmişler.” Bu açıklama, Suirei’nin gözcüsünden gelmişti.
“Fil mi?” diye sordu Maomao. Resimli parşömenlerde görmüştü onları. Uzun burunlu, kocaman hayvanlardı. Fildişinden oyulmuş süs eşyalarını görmüştü, ama canlısını hiç görmemişti. Söylendiğine göre bir zamanlar hükümdar imparatoriçeye bir fil armağan etmişti, ama o olay Maomao’nun doğumundan öncesine denk geliyordu.
“Az önce duyduğumuz ses bir fil miydi yani?”
“Hayır—belki bir kaplandır.” Adamın kesin bir bilgisi yok gibiydi. Ama canlı bir kaplan getirmek... Maomao şimdiye kadar kaplanlarla sadece post ve ilaç şeklinde karşılaşmıştı. Derisinden harika desenli halılar yapılıyordu ve cinsel organlarından oldukça etkili bir afrodizyak elde ediliyordu. Ne kadar etkiliydi derseniz... şöyle söyleyelim: ertesi sabah Pairin bile tatmin olmuştu. İlaç, adamın o kadar uzun süre dayanmasını sağlamıştı.
“Sanırım bu geceki ziyafette hayvanı göreceğiz,” dedi gözcü.
“Bu kulağa oldukça ilginç geliyor,” dedi Maomao, yalnızca nezaketten değil—gerçekten de öyle düşünüyordu. Müzikmiş, dansmış, pek umurunda değildi; ama canlı bir hayvan görmek... işte bu ilgisini çekmişti. Kalbinin biraz daha hızlı attığını hissetti ve defterine bir kaplan karaladı. Gözcü onu izleyip gülümsedi.
“Hizmetkârlar kaktüs suyu hazırlamış,” dedi. “Tatmak ister misiniz?”
Eh! Neden olmasın?
Maomao kaktüs suyunu içerken ve Suirei’yle sohbet ederken zaman su gibi aktı, derken öğleden sonra olmuştu. Konuşmaları sırasında Maomao’nun aklı zaman zaman Shisui’ye kaydı. İki üvey kız kardeş, anneleri arasındaki gerginliğe rağmen iyi anlaşıyor gibiydi. Ya da en azından Shisui, Suirei’ye karşı özel bir yumuşaklık besliyor gibi görünüyordu. Kendi klanı yok olurken bile çocukları—ve ablasını—kurtarmak için çabalamıştı.
Yok yok, bu kadar geçmişe dalmak yeter. Geçmişe fazla kapılırsan, çıkışı bulamayabilirsin.
Maomao odasına döndüğünde, kendisini Lahan’ın gönderdiğini tahmin ettiği birkaç kişi bekliyordu. Ellerinde yeni takılar ve tekrar elden geçirilmiş giysiler vardı. Gösterişli makyajlı bir kadın, sade ve süssüz Maomao’ya şöyle bir baktı ve alaycı bir şekilde sırıttı. Maomao istemsizce bir adım geri attı.
Her zamanki gibi, güzelleştirme süreci insanı fazlasıyla yoruyordu.
Ziyafet, önemli görünümlü insanlarla tıka basa doluydu. Batı usulünce, herkes ayakta yemek yiyordu; uzun bir masaya envaiçeşit yemek dizilmişti, eline tabağını alıp istediğini alıp geçiyordun.
Resmen “gelin, ne var ne yok zehirleyin” daveti gibi bu... Maomao için her şey açıkçası epey yeniydi—ama bu durum, bir bakıma işini de kolaylaştırıyordu.
Dikkatini çeken şeylerden biri, burada erkeklerin ve kadınların genellikle çift olarak görünmesiydi. Genelde bir adam yanında karısını ya da sevgilisini getiriyordu, ama öyle biri yoksa kız kardeşi ya da başka bir kadın akrabasını da getirmiş olabiliyordu. Lahan, Maomao’yu herkese “küçük kız kardeşi” olarak tanıtmayı planlıyordu, ama parmakları güzelce ezildikten sonra bu fikirden vazgeçmiş, onun yerine sadece “akraba” demekle yetinmişti.
Bu ziyafette herhangi bir yemeği zehirlemek ne kadar kolay olabilirse, bir o kadar da zordu. Çünkü kimin hangi yemekten yiyeceğini kestirmek imkânsızdı—dolayısıyla belirli bir kişiyi hedef almak çok zor olurdu. Tabii hedefiniz belli değilse ve sadece rastgele öldürme peşindeyseniz, o başka.
Ve son bir gözlem: bu durum, Maomao’nun yemek tadıcılığı görevini aslında pek de zorlaştırmıyordu. Yapması gereken tek şey, koruması altındaki kişiyi takip edip onun tabağından örnekler almaktı. Sadece... bu durum biraz fazla göze batıyordu. Ama Lahan buna da bir bahane uydurmuştu: Maomao’nun yaşını on beş diye göstermiş, bir de “büyüme çağında” olduğunu söylemişti. Maomao ise yüz ifadesini hiç bozmadan, Lahan’ın kalan ayak parmaklarını da ezmişti.
Kısacası, isteyen yer, istemeyen yemezdi—ama konuklar için yemeğin keyifli olması gerekiyordu.
“Gerçekten bir şey olacak mı acaba?” dedi Maomao kendi kendine.
“Bu sadece bir önlem,” dedi Lahan.
“Hımm.” Maomao hafifçe eğlenen bir yüzle baktı, ama hiç de ilgili görünmüyordu.
“Ne diyeyim,” dedi Lahan, onu süzerek. “Hani derler ya, ‘insanı kıyafet yapar’ diye... Ama demek ki bu söz kadınlar için her zaman geçerli değil. En azından bazıları için.”
“Kes sesini.”
Maomao’nun ardından ağır bir etek sürükleniyordu. Tıpkı ziyafet gibi, kıyafeti de batı tarzındaydı, az çok. Birebir aynı değildi elbette—öyle bir şeyi bu kadar kısa sürede hazırlamak mümkün değildi. Ama genel silüet, duruş, bel çevresine takılan kemikli çember sayesinde kabartılan etek yapısı batı kıyafetlerine benziyordu. Bu tarzda genellikle bel daraltılıp göğüs dekoltesi öne çıkarılırdı—ama ne yazık ki Maomao’nun sergileyecek pek bir şeyi yoktu. Kendini rezil etmemek adına uzun kollu bir üst giymeyi tercih etmişti; yalnızca beli kuşakla sımsıkı bağlanmıştı. Saçını da biraz yapmışlardı; oldukça gösterişli bir biçimde toplanmıştı, ama en nihayetinde ellerindeki malzeme belli bir yere kadardı. Öncekine kıyasla belki daha iyiydi, ama ziyafetteki gerçekten göz alıcı örneklerle karşılaştırıldığında epey sönük kalıyordu. Gül ve şakayıklarla dolu bir tarlanın ortasında tek başına bir çobançantası gibi hissediyordu kendini. Tüm bu yabancı ve kendisine hiç de uymayan kıyafetler içinde onu rahatlatan tek bir şey vardı: ince işçilikle yapılmış zarif bir gümüş saç tokası.
“Çok da kafana takma. En azından bir karahindiba sayılırsın.”
Kuzeninin nasıl olup da böyle anlarda aklını okuyabildiğini Maomao bir türlü anlayamıyordu. Karşılık vermedi, sadece ona sert bir bakış attı ve ardından birlikte ziyafet salonuna doğru yürüdüler.
İlk düşündüğü şey şuydu: Şu tavana bak sen! Salon zaten başlı başına büyüktü, ama tavanları da öyle yüksekti ki, insan yukarı baktığında başı dönüyordu. Başkentte bile bu kadar ferah yapılar pek azdı.
Tavanın bir kısmı açıktı ve bu bölüme, bu bölgeye özgü bir zanaat olan dokuma sancaklar asılmıştı. Zeminde ise toprak zemin üzerine serilmiş ince tüylü halılar vardı—muhtemelen bu da buralara özgü bir şeydi. Üzerine toz bulaşacak diye insanın içi sızlıyordu. Burası, Gyokuen’in konağına pek de uzak olmayan bir saraydı; vakti zamanında “Yi” adıyla anılan bir klan tarafından inşa edilmişti ve son derece gösterişli bir şekilde tasarlanmıştı. Belki de bu, onlarca yıl önce klan adlarının ellerinden alınmasının ve köklerinin kazınmasının sebebine işaret ediyordu. Görünüşe göre, bir noktada tahtta oturan kadın hükümdarın gazabını üstlerine çekmişlerdi. O kadına dair anlatılan hikâyeler gerçekten dehşet vericiydi, diye düşündü Maomao. Demek ki şimdiki İmparator, öyle bir büyükanneyle baş etmek zorunda kalmıştı.
Ziyafet salonu şimdiden epey kalabalıktı. Pek çok önemli adam gelmişti ve onların yanında da abartılı şekilde giyinmiş genç hanımlar vardı—muhtemelen hepsi onların kızlarıydı. Gözleri ışıldıyordu... ya da belki, daha doğrusu, parlıyordu desek yeridir. Büyük gözde—yani Jinshi—henüz gelmemişti.
Ama Cariye Lishu gelmişti. Hâlâ yüzünü gizleyen örtüsünü taktığı için oldukça dikkat çekiyordu. Hem bu kadar ortada olup hem de sahneden bu kadar uzak olmak... demek ki henüz buraya geliş amacını yerine getirmemişti. Maomao onun yanındaki kişiye baktı ve hâlâ yanında Ah-Duo’nun dikildiğini gördü; her zamanki gibi erkek kıyafetleri içindeydi.
Hmm... Ah-Duo erkek kıyafetlerinin içinde öylesine inandırıcı görünüyordu ki, salondaki insanların büyük çoğunluğunun onun kadın olduğunu—hele hele hüküm süren İmparator’un eski cariyesi olduğunu—anlayamayacağına emindi Maomao. Dahası, insanlar onları baba-kız sanmıyor, daha çok abi-kardeş olarak görüyordu. Kadınlar ikisinin yanına gelip sohbet etmeye başlamıştı bile. Maomao, Ah-Duo’nun onca yıl arka sarayın kadınları arasında neden “idol” olarak görüldüğünü şimdi çok daha iyi anlıyordu.
Elbette Lahan, onların kim olduğunu gayet iyi bildiğinden hemen selam verdi, Maomao da ardından kibarca başını eğdi.
“Vay canına. Sizi görünce, biri güzel kızını getirmiş sandım,” dedi Ah-Duo.
“Şaka ediyorsunuz, efendim,” diye yanıtladı Maomao, ama Lahan’a kıyasla Ah-Duo’nun iltifat konusundaki becerisinin çok daha üstün olduğunu görmek onu pek şaşırtmadı. Bu sırada Cariye Lishu, Lahan’ın varlığı nedeniyle, Ah-Duo’nun arkasına gizlenmişti. Giydiği elbise, yaşına uygun düşecek şekilde ne fazla gösterişliydi ne de fazla sade; ayrıca renkler, Ah-Duo’nun kıyafetiyle uyumluydu. Muhtemelen kıyafetlerini birlikte seçmişlerdi.
Ama parfümü... Her zamanki gibi kokmuyordu. Belki de bulunduğu ortama kapılmamak için farklı bir koku tercih etmişti. Maomao, onlarla biraz daha sohbet etmeyi isterdi, ama belli ki yapılacak işler vardı. Hem Lahan’ın buradaki asıl amacı, kendi ülkesinden gelen cariyelerle muhabbet etmek değil, batılı temsilcilerle ilişkiler kurmaktı.
Kalabalıkta çoğunlukla siyah saçlar göze çarpıyordu ama arada altın sarısı, kahverengi, hatta kızıl saçlar da vardı. Göz renkleri genelde canlıydı ve beden yapıları Maomao’nun alışkın olduğu insanlara göre oldukça farklıydı. Sei-i-shuu’nun, batıyla epey karışmış bir kan yapısına sahip olduğu söylenirdi, ama buradaki birçok kişi muhtemelen doğrudan batıdan gelmiş elçilerdi. Kısa süre içinde kızıl kahverengi saçlı bir adam ve kadın, Lahan’ın yanına yaklaştı.
Ne dediklerinden tek kelime anlamıyorum, diye düşündü Maomao. Batı dillerinden birine biraz aşinaydı, ama konuşacak kadar değil. Ayrıca, batı bölgelerinde birden fazla dil konuşuluyordu ve Maomao’nun az biraz bildiği dil, şu an bulundukları bölgeden daha batıda konuşuluyordu.
Lahan ise yılmadan uğraşıyor, kelime kelime, aksak aksak da olsa konuşmaya çalışıyordu. Eksantrik biri olsa da, yeteneksiz değildi. Adam ve kadın, Maomao’ya da kibarca selam verip birkaç şey söyledikten sonra uzaklaştılar.
“Ben bir şeyler yemeye başlayabilir miyim?” diye sordu Maomao. Şu anda yapabileceği pek fazla şey yoktu. Elinden gelen tek şey, eğlence mahallesinde ustalaştığı o kibar tebessümü yüzünde tutmaktı. “Buyur, git. Zaten seni buraya selam verip sohbet edesin diye getirmedim. Ama çok içme.”
Maomao, ortalıkta gezinen bir hizmetlinin taşıdığı içki tepsisine gözünü dikmişti doğrusu. Ama Lahan, salona girmeden önce özellikle sarhoş olmaması konusunda onu bir kez daha uyarmıştı. Gerçi Maomao, bu hafif, meyve bazlı içkilerle ne kadar tehlikeye girebileceğini pek kestiremiyordu.
“Sarhoş olmam ben.”
“Yolda gelirken bir fıçı içmişsin, öyle duydum.”
Kim ispiyonlamıştı ki? Kesin Jinshi ya da Basen. Maomao, şakaklarını tıklatıp iç geçirdi.
Evet evet, fazla dikkatli olmak gerekirdi—ama şu meşhur Beyaz Hanım bu işin neresindeydi, gerçekten şüpheliydi. Maomao, olası bir durumda işe yarayabilecek bazı ilaçlar getirmişti ama ne kadar faydası olacağını kendisi bile bilmiyordu.
Lahan’a gelince—tam da olması gereken yerdeydi sanki. Gözlüklerinin ardından tilkivari gözleri ışıl ışıldı. Shaoh halkının karışık kanı, belli ki olağanüstü güzellikte insanlar ortaya çıkarıyordu. Lahan’a göre (ki tam bir zamparaydı), bir kadını güzel yapan şey doğrudan güzelliği değil, “onu oluşturan sayılar”dı. Yani bir kadın doğrudan güzel sayılmazdı ama onu oluşturan “rakamlar” güzelse güzeldi, öyle mi? Maomao bu lafın anlamını pek çözememişti ama eksantrik stratejistin yeğeni, görünüşe göre kendisi kadar tuhaf biriydi. Muhtemelen, Maomao’nun göremediği bir dünyayı görüyordu.
Ama sonra, çenesini sıvazlayarak şöyle dedi: “Şuna bak... İmparator’un küçük kardeşi bundan daha güzel.”
Sanki ağzından bu sözler hiçbir ağırlığı yokmuşçasına dökülüverdi. O an Maomao, onun kadınların nasıl düşündüğüne dair en ufak bir fikri olmadığından emindi.
Lahan, Maomao’ya göz gezdirdi; bakışından anlaşılıyordu ki Maomao’yu oluşturan “sayılar”, ona pek cazip gelmemişti. “Ama biraz uğraşırsan... belki de güzel bir sonraki nesil doğurabilirsin...”
Ne demek istiyorsun sen şimdi?! Maomao’nun ayakkabısıyla Lahan’ın ayağını ezmesi kimsenin suçlayamayacağı bir refleks olsa gerekti.
Lahan acıyla irkilip ona bir bardak meyve suyu uzattı—alkolsüz elbette. Maomao, suratında sabitlenmiş bir hoşnutsuzluk ifadesiyle onu takip etti.
Ne kadar da uzunlar, diye düşündü. Karışık kan yapısı belli ki boy avantajı da sağlıyordu. Batılıların geneli zaten uzundu ama farklı soylardan gelen kanların birleşimi, sanki doğası gereği çocukları ebeveynlerinden daha iri yapıyordu. İnsanlar için kesin konuşamazdı ama bitkileri yakın türlerle çaprazladığında, genellikle tohumlardan daha iri örnekler çıktığı söylenirdi.
Maomao, bir gün memleketteki tarlasında bu çaprazlama fikrini denemeyi nasıl da istediğini düşüncelere dalmış halde kurcalıyordu ki... bir anda çevresinde bir duvarın oluştuğunu fark etti. Bir kadın ve iki adamdan oluşan bir duvar.
Adamların biri çevirmen gibi duruyordu, ama diğeri efendiden ziyade bir uşak havasındaydı. Kadınsa—göğüslerini sergileyen elbisesi bölgeye özgü gelenekleri yansıtıyordu—üçü içinde en önemli kişi gibi görünüyordu. Parlak renkli saçları ve gökyüzü gibi mavi gözleri olan bu kadın gerçekten çok güzeldi. Zaten uzun boyluydu, bir de topuklu ayakkabılarla boyunu daha da uzatmıştı.
Maomao hiçbir şey demedi, ama Lahan’a göz ucuyla baktı.
Sözde batılı tüccarlarla bağ kurmaya geldik, değil mi? Bu kadının bir tüccara benzediği yoktu. Ama daha da önemlisi, Maomao onu hatırlıyordu. Altın rengi saçları, neredeyse yarı saydam gibi soluk teni... ve mavi saç süsü. Geçen yıl başkenti ziyaret eden özel elçilerden biriydi bu. Biri kırmızı, diğeri mavi saç tokası takmış iki kadından biri. Hâlâ aynı renk düzenine sadıklarsa, bu mavi tokalı olan, daha ağırbaşlı ve olgun olanıydı.
“Seninle daha fazla konuşmak isterim,” diyordu kadın. Göz kamaştıran bir gülümsemesi vardı ama Maomao bu gülüşten ürktü. Gülümsemenin ardında bir şeylerin gizlendiğini hissedebiliyordu. Yine de... o anda bu ürkütücülükten ziyade tanıdık bir şeyi anımsatmıştı ona.
Cariye Gyokuyou... Aynı türden bir gülümseme. İş değil siyaset kokan bir gülüş. Gerçek amaçları bu mu yani? Batılı tüccar diyorlar, sen kiminle alay ediyorsun? Maomao, eteğini hafifçe toplayıp Lahan’ı takip etti.
Ayla... adı buydu galiba? Bir keresinde duymuştu. Normalde ilgisini çekmeyen bir şeyi bu kadar süre hatırlamış olması bile başlı başına takdire şayandı. Ayla, görünüşe göre geçen yılki isyandan hemen önce Shi klanına feifa sattığı ortaya çıkan öteki elçiydi. Ve şimdi, onun ortağı böyle bir işe karışmışken, bu kadın çıkıp hiçbir şey olmamış gibi buraya gelme cüretini gösteriyordu. Gerçekten yüzsüzlük... Yi klanına ait saray, batılı mimari tarzın bir taklidi olarak inşa edilmişti—bu ziyafet salonu da dâhil. Salon geniş ve açıktı, etrafındaysa konukların tek başlarına dinlenebilecekleri ya da gözlerden uzak özel konuşmalar yapabilecekleri küçük odalar yer alıyordu. Ve “özel konuşma” demek, genelde bir şeylerin döndüğü anlamına gelirdi.
Arpa renginde tene sahip bir kız, Maomao’nun daha önce hiç duymadığı bir enstrümanın eşliğinde dans ediyordu. Kalabalıktan birkaç kişinin sessizce uzaklaşması kimsenin dikkatini çekmezdi—dikkat çeken olsa bile, kimin nereye gittiğini sormak kabalık sayılırdı.
Peki ama neden Lahan’a geldi ki? Küçük, dağınık saçlı adam ile uzun boylu, altın saçlı güzelliğin yan yana duruşu neredeyse komik denecek kadar uyumsuzdu. Maomao ve diğerlerinin varlığı, iki kişi arasında gizli bir buluşma olasılığını ortadan kaldırıyordu.
Belki de bu yüzden onu seçti. Kadın daha önce elçi olarak başkente gelmişti, ama belli ki aklında evlilik de vardı—ve Maomao, o planların suya düşmesinde bizzat rol oynamıştı. Bu düşünce içini biraz huzursuz etti: Kadının “Ay Ruhunu” hatırlamasından endişeliydi, şimdi her ne kadar erkek kıyafeti giyse ve yanağında bir yara izi taşısa da. Ama yine de Jinshi’yi fark etse bile bunu açıkça dile getirmesi mümkün görünmüyordu.
İnce porselen bir fincana siyah çay dolduruldu. Masanın bacakları kabarıktı, tıpkı sandalyeler gibi. Tavanda ise oldukça gösterişli bir avize asılıydı.
“Buralıların zevki biraz... batılıya kaçıyor sanki, değil mi?” dedi Lahan. Sözleri küçümseyici gibi gelebilirdi ama bu apaçık bir gerçekti. Yanındaki güzel kadının varlığı sayesinde keyfi yerindeydi ama zihninde, kadını muhtemelen Jinshi ile kıyaslıyor, ölçüp biçiyordu.
“Kesinlikle öyle,” dedi kadın. “Ama bazı eşyalar... modası geçmiş sayılabilir.” Ortam tertemizdi ve mobilyalar iyi korunmuştu; fakat çoğu belli ki önceki sahiplerinden kalmaydı ve o kadar zaman geçmişti ki artık demode oldukları aşikârdı.
Odanın duvarları oldukça kalındı—kulak misafiri olmaya kalkacaklar varsa, bunu kolaylıkla başaramayacaklardı. Çevirmen dışarı çıktı, geriye yalnızca dört kişi kaldı; ikişerli gruplar halinde karşılıklı oturuyorlardı.
“Benimle konuşmak istemeniz büyük bir onur. Keşke yalnız başımıza görüşebilseydik,” dedi Lahan. Maomao’ya göre Lahan dış görünüş itibariyle erkek halinden farksızdı; bu tür sözleri nereden bulup da söyleyecek cesareti kendinde buluyordu, akıl sır ermezdi. “Konuşmak istediğiniz şeye bağlı... Ra-han-sama.” Kadın gayet akıcı konuşuyordu ama Lahan’ın adını tam olarak telaffuz edemiyordu. Eh, kolay bir isim sayılmazdı. Belki bu yüzden Lahan da süslü ya da dolambaçlı ifadelerden kaçınıyordu—anlaşılmasını kolaylaştırmak için. Maomao ise konuşmaları rahatça takip edebiliyordu; kadının hizmetkârıysa yüzüne yerleşmiş kararlı bir ifadeyle olup biteni anlamaya çalışıyordu.
“Evet. Herkesin ilgisini çekmesi gereken şeyler bunlar, doğrusu.”
Borcu ödemesi gerek. Lahan’ın evlatlık babasının genelevden yaptığı oldukça pahalı alışverişin üzerinden neredeyse bir yıl geçmişti. Maomao’nun bildiğine göre, paranın yarısı ödenmişti ama kalan yarısı hâlâ duruyordu ve teminat olarak ev gösterilmişti. Madam’ı tanıyorsa, vade dolduğu an kapıya dikilmesi işten bile değildi. Muhtemelen mobilyaları oracıkta açık artırmaya çıkarırdı.
“Heh heh! O hâlde çok iyi anlaşacağımızı düşünüyorum.” Kadın, dikkatle tabaklanmış bir parşömen çıkardı. Üzerinde rakamlar olduğunu düşündüren işaretler vardı. Lahan’ın yüzündeki gülümseme biraz daha genişledi.
“Oldukça ilginç bir teklif, ama bu işten ikimiz de kazançlı çıkacak mıyız?” dedi. “Fiyat açısından şikâyetim yok, ama bana şimdiye kadar böyle bir teklifle gelen olmamıştı. İtiraf etmeliyim, tahılı sizin ayağınıza götüreceksek bu işten kâr elde etmek zor olabilir.”
“Evet, belki. Ama bu işe boş düşüncelerle kalkışmadığıma emin olabilirsiniz. Deniz yolunu kullanırsak büyük miktarlarda taşıma yapabiliriz—ve daha da önemlisi, ülkemde tahıl ve pirincin değeri artacak.”
Kadın şimdi de bir harita çıkardı.
Tam siyaset konuşulacak sanıyorum...
Ama iş yine dönüp dolaşıp paraya gelmişti. Gerçi, bir parça siyaset kokusu da vardı belki ama Maomao kesin bir şey diyemiyordu. Açıkçası umursamıyordu da. Bir yandan kaktüsü nasıl kullanabileceğini düşünerek oturuyor, diğer yandan da her an esneyebilirmiş gibi görünüyordu.
Ta ki... duyduğu bir cümleyle irkildiği o ana dek.
Maomao, şokla neredeyse masaya vuruyordu ki son anda kendini tuttu. Ama elinin havada yaptığı o ani hareket bile ilgisini belli etmeye yetmişti.
Kuzey... Shaoh’un kuzeyinde Hokuaren yer alıyordu. Jinshi ve ekibinin son zamanlarda üzerinde bu kadar durduğu konunun, burada, bu kadının ağzından çıkması Maomao’yu sarsmıştı. Eski elçi kadın ona hafifçe sırıtıyordu. Ve ardından şunu söyledi: “Eğer bu teklif kabul edilmezse... sizden bir ricam olacak.” Kaşları ciddiyetle çatıldı. “Bize... ülkemizden kaçmamızda yardımcı olur musunuz?”
Sorunlar birikmeye meyillidir, diye düşündü Maomao bir kez daha. Hem de ne çok birikirler...
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.