Gerçekten de soğuyor, diye düşündü Maomao. Omuzlarına hafif bir şal almıştı ama yine de titriyordu. Keşke bir kadeh daha şarap içseydim, diye hayıflanıyordu şimdi.
Binanın içinde kalmak daha sıcak olurdu ama açıkçası, içeride fazlasıyla dert vardı. Aslanın burnu kırıldığına göre şimdi ona ne olacağını merak ediyordu, ama sırf zavallı bir hayvan diye kendi hayatını riske atıp yardım edecek kadar merhametli hissetmiyordu kendini. Evet, aslan kafese kapatılmış ve sergilenen zavallı bir mahluktu, ama sonuçta birine saldırmıştı. Yine de Lahan, o hayvanın da “sayısal” güzelliğinin bozulmaması gerektiğini düşünerek ona müdahale etmeyi boşa harcanacak bir fırsat olarak görmemişti—ve Maomao’yu onu iyileştirmesi için ikna etmeye çalışmıştı. Dağınık tüylü o yaratığı da başka bir “güzel sayı dizisi” olarak görmüş olacak ki, kırılan burun kemiklerinin “simetriyi” nasıl bozduğundan uzun uzun bahsetmişti. İşte o noktada Maomao sessizce dışarı kaçmıştı.
Gökyüzü ne kadar da geniş görünüyordu. Ay yoktu; bu da yıldızların daha parlak görünmesini sağlıyordu. Üç tanesi diğerlerinden daha parlaktı ve gökyüzünde bir üçgen oluşturuyordu. Belki de onlar ayrılık nehriyle birbirinden koparılmış iki âşıktı.
Keşke içerideki işleri de bir an önce toparlasalar, diye geçirdi içinden Maomao. Gyokuen’in köşküne gizlice dönmenin bir yolunu aramaya niyetlenmişti ki, arkasında ayak sesleri duydu.
“Şerefli kuzeniniz sizi arıyor.”
“Hiç ilgilenmemek gayet yerinde bir karar olur,” dedi Maomao. Demek sadece o değilmiş karmaşadan kaçan. “Senin daha yapacak işin yok mu?” diye sordu. Pekâlâ, aslan saldırdığında sahneyi Basen kapmıştı ama bu adamın da azıcık faydası dokunabilirdi hâlâ.
“Çok çalışmaktan ölüp gitmemi mi umuyorsun?”
“Estağfurullah,” dedi Maomao.
Ama Jinshi—ki o da görevlerinden sıvışmıştı—onun bu cevabına pek samimi bir yanıt gibi bakmadı. Tahta bank hafifçe gıcırdadı otururken. Ardından ikisinin arasına bir şey koydu. Metal bir parça gibi görünüyordu. “Basen haklıymış,” dedi Jinshi. “Zayıftı. Kaliteli demir olsa dayanırdı.” Demir dökümünün birçok yöntemi vardı; yanlış yapılırsa, içi boş kalabilir ve yapı zayıflardı. “Neredeyse biri kasten kırılmasını istemiş gibi.”
“Rahatsız edici bir ihtimal.”
Maomao’nun da kafasını kurcalayan bir şey vardı: Aslanın doğruca Cariye Lishu’ya yönelmesi. Sanki özellikle onu hedef almış gibiydi. Maomao’yu görmezden gelmiş, onun yerine doğrudan cariyeye saldırmıştı.
Açlıktan mıydı acaba? diye düşündü. Mümkündü. Belki de Maomao’nun et tuttuğunu sanmıştı. Bu da ihtimaldi. Ama aklından çıkaramadığı şey, cariyenin üstüne boca edilen o keskin parfümdü. Böylesine keskin bir koku, vahşi bir hayvanın burnundan kaçmazdı. Ya dikkatini çeken şey o kokuysa?
Maomao sessizce oturup düşündü.
“Hey, öylece susup kalma,” dedi Jinshi birkaç saniye sonra.
Bu kadar zamandır onu tanıdıktan sonra, Maomao’nun kolay kolay laf başlatmadığını biliyor olması gerekirdi. Ne işi vardı gelip yanına oturmanın? Gitse ya işinin başına.
“Sanırım içinden ’keşke geri gidip işine baksan’ diyorsundur,” dedi Jinshi.
“Ben mi, efendim? Asla.”
Bazen aklından geçenleri bu kadar iyi bilmesi sinir bozucuydu. Maomao yüzünün asılmak üzere olan halini bastırmak için kendini zor tuttu.
“Eğer geri dönersem, iki şey olur: Ya çalışmak zorunda kalırım, ya da kadınlar etrafımı sarar.”
“Dünya üzerindeki pek popüler olmayan adamlar seni duysa kafanı isterlerdi doğrusu.”
Hem parası hem statüsü hem de yüzü olan erkekler... bambaşka bir türdü. Böyle aysız bir gecede bile biraz daha dikkatli olması gerekirdi.
“Aslında peşinde oldukları şey İmparatorluk kanı, sence de öyle değil mi?” dedi Jinshi. Herhâlde çocuklarını kast ediyordu. Ya da hayatını.
“En azından yarısı da görünüşünüzdür, efendim.”
“Bunu söyleme.” Jinshi, sanki ağzına çok kötü bir böcek kaçmış gibi suratını buruşturdu. Görünüşü neredeyse herkesinkinden güzel olmasına rağmen, buna karşı garip bir aşağılık kompleksi taşıyor gibiydi. Parmakları yanağındaki yara izine dokundu. Güzelliğindeki bu lekeyi herkes acıyla anmıştı, ama… bu sadece Maomao’nun hayali miydi, yoksa Jinshi bu izden neredeyse hoşnut gibi mi duruyordu?
Maomao, dürüst olmak gerekirse, bu yara izinden hiç rahatsızlık duymuyordu. Hiçbir insan kusursuz değildi. Jinshi’nin görünüşü öylesine kusursuzdu ki, iç yüzünü olduğundan farklı yansıtır olmuştu. Doğuştan gelen bu çehresinde böylesine küçük bir değişiklik olmasında ne sakınca vardı ki? Hem neticede bu bir yara izi olabilir ama onu diken kişi Maomao’nun babasıydı—ve tabii ki işini kusursuz yapmıştı. Jinshi’nin yanağına merhem sürdüğü ya da makyaj yaptığı her seferde—ki bu hiç de az olmamıştı—parmaklarının altında o yaranın her geçen gün biraz daha silikleştiğini hissetmişti.
“Yüzümün yanmış olduğunu söylemeyi, o makyajı sürmeye devam etmeye tercih ederim,” dedi Jinshi.
“Bir süre sonra renk çıkmamaya başlar, efendim. Ama yanık istiyorsanız, memnuniyetle yardımcı olurum.” Yanık ilaçlarını denemek için harika bir denek olurdu.
“Kes şunu.” Jinshi yirmi gün boyunca o makyajı kullanmıştı ve hâlâ yanağında hafif bir kırmızı leke görünüyordu; onu örtmek için üzerine biraz beyaz pudra sürmüştü. “Gerçekten yanmış olsaydım, Gaoshun bayılabilirdi. Ama itiraf etmeliyim, öyle olması daha kolay olurdu. Makyaj biraz zahmetli. Gerçi bu seyahatte oldukça rahat hissettim kendimi.”
Sanırım bununla şunu kastediyordu: Yüzünde yanık izi olan kasvetli bir adamla hiçbir şehirli kız ilgilenmeyecek, o da masabaşı işlerinden uzak, biraz olsun rahatlayacaktı. Öte yandan, Maomao için tüm seyahat, sadece arabanın penceresinden manzarayı izlemekten ve her geçen gün biraz daha fazla kuyruk kemiğinin sızlamasından ibaretti. Eve dönüş yolunu düşünmek bile insanın içini karartmaya yeterdi.
“Binicilik üzerine biraz çalışmak ister misiniz? Araba seyahatinden bıktığınızı fark ettim,” dedi Jinshi.
“İsterim ama... düzgün bir yatak tercihim olur.” Yolculuk boyunca kendi yatağını geliştirmişti. Sorun şuydu: Yatağı o kadar beğenilmişti ki, çoğu zaman kendisi kullanamadan başkaları gelip yatıyordu üzerine.
“Ah! Öyleyse, döndüğümüzde daha da konforlu bir hale getireceğinizi umuyorum.” Maomao’nun içinden bir öfke dalgası geçti. Jinshi, onun yatma alanını gasp etme konusunda en büyük suçluydu. Canı ne zaman isterse ata biner, yorulduğu an gelir, kendini Maomao’nun yatağına sererdi. Seyahati rahat geçirmesinin sebebi çok açıktı!
“Majesteleri, bu seyahatte keyfimi çıkarmamı söyledi,” dedi Jinshi, hafifçe eğrilmiş bir gülümsemeyle. “Ve iyi bir seçim yapmamı.”
Hangi seçimden söz ettiği açıkça belirtilmese de, ne kastettiği belliydi: Gelin seçimi. Burada toplanan kadınların çoğu, zaten bu amaçla çağrılmıştı. Jinshi’nin hangi kadını seçeceği, siyasi bir meseleye dönüşebilirdi. Belki bu seçimle komşu bir ülkeyle ilişkiler kuvvetlendirilecekti; belki de içerdeki bir hizbin desteği kazanılacaktı. Hatta bu karar, Jinshi’nin kendi statüsünü bile değiştirebilirdi. Sei-i-shu’nun bu ziyafetin düzenlenmesine ön ayak olması da zaten yeterince açık bir mesaj içeriyordu: Batıyla bağlarını kuvvetlendir. Uryuu’nun diğer kızını da bu yüzden getirdiğine şüphe yoktu.
Acaba kimi seçecek? diye düşündü Maomao. Gerçi bu onu ne kadar ilgilendiriyordu, orası tartışılırdı. O sadece sıradan bir eczacıydı. En azından, kendisi böyle düşünüyordu...
Parmaklarının bir şeye değdiğini fark etmesiyle birlikte bileği aniden yakalandı. Karşısındaki el, onun elini kendi avucuna alarak parmaklarını birbirine kenetledi. Diğer el, Maomao’nunkinden epeyce büyük ve daha pürtüklüydü. Uzun parmaklar, onun elini kaçamayacak şekilde kavradı.
“Lütfen beni bırakır mısınız, efendim?”
“Bırakırsam, kaçmaz mısın?”
“Kaçmama sebep olacak bir şey mi yapacaksınız?”
“Bazen seni gerçekten yumruklamak istiyorum.” Jinshi’nin bakışları, avını gözüne kestirmiş vahşi bir hayvanı andırıyordu. Açlıktan deliye dönmüş bir sokak köpeğini. Bu, ne hadım Jinshi’nin yüzüydü, ne de İmparator’un küçük kardeşinin. Bu, bambaşka bir kişiydi.
“Yüzüme değil. Çok belli olur.”
“Gerçekten vurmaya niyetim yoktu.”
“Biliyorum, efendim.” Jinshi, öyle kolay kolay bir kadına el kaldıracak biri değildi. Yani... Gerçi elini kadına uzatırdı—zehir içtiğinde onu kusturmak için. “Bana daha fazlasını yapmayacağınızı biliyorum. En fazla beni yere yatırır, midemi boşaltmaya zorlarsınız.”
“Onu sen kendin istedin! Kim durduk yere zehir içer ki?!” “Sebebini sorsan bile, ben de bilemem.”
Bir şeyi dinlemektense tecrübe ederek öğrenmek daha kolaydı. Maomao’nun ilgi alanları sıradan insanlardan farklıydı ve bu konulardaki bilgisi, onu daha zekiymiş gibi gösteriyordu.
Fakat Maomao’nun eksikliği bilgide değil, duygulardaydı. Sevinç, öfke, hüzün ve mutluluk gibi hisleri zaman zaman yaşasa da, insanların normalde doğal olarak hissettiği bazı duygular hâlâ ona tümüyle yabancıydı.
Jinshi’nin nabzı, terle nemlenmiş avuçlarının birleştiği yerden, Maomao’nun eline kadar titreşim gibi yayılıyordu. Başını kaldırdığında, uzun kirpiklerinin gölgesinde duran obsidyen karası gözlerin doğrudan kendisine baktığını gördü. Yüzü o kadar yakındı ki, Maomao kendi yansımasını Jinshi’nin gözlerinde seçebiliyordu.
Saray fahişeleri şöyle derdi: “Bir kez tattın mı, sonrası cehennem olur.”
Erkeklerse şöyle derdi: “Biz zaten onu bulmak için geliriz.” Üç harfli, A harfiyle başlayan o kelime… Kimine göre bayağı, kimine göre bir oyundu. Ama onsuz yaşayamayanlar da vardı. Jinshi’nin boşta kalan eli, Maomao’nun başına uzandı. Parmaklarını saçlarının arasından geçirip ensesinde durdu.
“Gerçekten de takmışsın.”
Söz ettiği şey, Maomao’nun saçlarını topladığı tokaydı. Gümüş ay ve haşhaş çiçeği motifli bir toka. Maomao bunun Lahan’ın hediyesi olduğunu sanmıştı ama belli ki öyle değilmiş.
Demek bu yüzden herkes tokayla ilgileniyordu.
“Bu sizden miydi, Jinshi-sama? Ay figürü güzel ama… haşhaş çiçeği... Emin değilim.”
Maomao’nun aklına o beyaz hanımefendi geldi. Haşhaş çiçeği, sıradan gelincik çiçeğinin büyük ve gösterişli bir türüydü, ama ondan afyon yapılırdı.
“Öyle deme. Bu yolculuktan önce, eskisinin yerine diye özel olarak yaptırdım.”
Jinshi’nin sesi doğrudan yukarıdan geldi. Çenesi Maomao’nun başına dayanmıştı. Parmakları, Maomao’nun saçlarını oynayarak doluyordu; nefesi öylesine yakındı ki, teninde hissediliyordu. Bu hâliyle geçen biri onları samimi bir çift sanabilirdi.
“Jinshi-sama, lütfen bırakır mısınız?”
“Neden?”
“Ya biri görürse?”
Tıpkı Maomao gibi, şölen alanından uzaklaşan başkaları da olabilirdi. Etraf ağaçlarla çevrili, görünmeyen bir nokta olsa da, birinin geçme ihtimali vardı. Jinshi’nin bu ziyafetin asıl amacını bilmediğini düşünmek mümkün değildi.
“Jinshi-sama, Cariye Lishu sizin yeğeniniz değil. Kan bağı var diye endişelenmenize gerek yok.”
Maomao bunu bir gerçekmiş gibi ifade etti. Jinshi’nin yüzü, o sözleri duyar duymaz gerildi.
“Bütün adaylar arasında... o en güvenli seçenek değil mi?”
Lishu ile Basen’in birbirlerine bakarken yüzlerinde beliren o ifadeyi unutalım. Sanki hiç olmamış gibi. Zaten bir şey olsaydı bile anlamı olmazdı. Hiç olmamış olsa daha iyiydi.
“Güvenli derken ne demek istiyorsunuz?”
Jinshi’nin sesi, Maomao’nun kulağında buz gibi bir bıçak gibi yankılandı. Saçlarıyla oynayan parmaklar, şimdi Maomao’nun boynuna indi. Uzun parmaklar, boğazını kavradı.
“Acıtıyorsunuz, efendim.”
“Öyle mi, acıyor mu?”
Sürekli söylüyorum zaten. Ama Jinshi’nin parmakları daha da sıkılaştı. Diğer eli hâlâ Maomao’nun eliyle kenetliydi; onu arkaya büktü. Bu aptal kolumu yerinden çıkaracak! Maomao acıyla kaşlarını çattı. Boğuluyor, omzu çıkmak üzereydi. Başını kaldırdı, ağzı aralanmış bir balık gibi havayı yutmaya çalışıyordu. Jinshi yukarıdan o saçma yüz ifadesine baktı ve—
“……”
Maomao, kendisine bahşedilen havayı neredeyse açgözlülükle içine çekti. Burun deliklerine çiçek kokusu doldu. Cennet Perisi’nin nefesi şeftali kokar sanmıştı, ama bu yasemindi. Jinshi’nin dudakları sıcaktı ve hafifçe kuruydu. Biraz önce onu boğan el, şimdi başını nazikçe tutuyordu. Diğer eliyse Maomao’nun belini kendine doğru çekmişti.
Ne kadar süre öyle kaldıklarını anlayamadı. Sanki nefesini Maomao’nun bedenine aktararak dolaştırıyordu. Sonra aşağıdan, neredeyse zafer kazanmış bir ifadeyle ona baktı. Maomao’nun gözyaşlarını silerken yüzündeki tatmin belliydi.
Maomao’nun yüzünde sinirle karışık bir kıpırtı belirdi.
Jinshi, Maomao’nun dudaklarını parmağıyla çizerken yanıtladı. “Seçilen adaylardan biri olduğunu fark etmediğini numara yapma. Numara yapmaya çalıştığını anlayabiliyorum.”
Jinshi devam etti.
“O adam da kimdi? Sen dans etmezsin.”
Demek... izlemişti.
“Ucuz bir içkinin bedeliydi.”
Maomao yüzünü çevirmeye çalıştı ama Jinshi başını tutarak izin vermedi. Kaçmanın yolları zihninde dönüp duruyordu.
“Ben size ne fayda sağlayabilirim ki?”
“Herkes Lahan’ın seninle birlikte geldiğini sanıyor.”
Maomao, Jinshi’nin ne ima ettiğini anlamıştı. Belki de Lahan en baştan bunu planlamıştı. Sinir bozucu adam. Ayağına basacağım bir ara kesinlikle.
La klanının kan bağı, isimli klanlar arasında benzersizdi. Hiçbir hizbe bağlı değillerdi. Bu da [onun] güvenli bir seçenek olmasını sağlıyordu. Rikuson’un dediği gibiydi, bir istisna dışında.
“O adam senin düşmanın olur.”
Bahsettiği kişi, tek gözlü garip tipti. Eğer bugün burada olsaydı ne olurdu? Emin olmak gerekirse, bir aslanın kafesinden kaçması bile onun yaratacağı karmaşanın yanında hafif kalırdı. Jinshi’nin yüzü, sadece bir an için bile olsa, gözle görülür biçimde seyirdi.
“... Bu meseleyi sonra konuşacağız demiştim.”
Maomao bir kez daha yere bastırıldı. Jinshi onu bankoya doğru eğdiğinde saçları darmadağın oldu. Dudaklarına, nefesinden farklı bir şey daha temas etti. Yakın mesafeden baktığında Jinshi’nin gözleri... gerçekten vahşiydi.
Yıldızlardan bile parlak ama aynı zamanda karanlık. Bolluk içinde yaşaması gereken bu adamın içinde hâlâ doymayan bir açlık vardı.
Başka birini seçmeli.
Jinshi’nin aradığı şeyi verebilecek pek çok kadın vardı. Onu bir duygudan yoksun bir canlıda aramasına gerek yoktu.
Kaçmak istiyordu. Yaklaşan karmaşa ve sıkıntı seziliyordu. Kaçınmak istiyordu ama sokak köpeği gibi dik dik bakan gözleri onu bırakmıyordu. Jinshi, olmayan bir şeyi arayıp yutmaya çalışıyordu. Maomao ise sadece boş boş bakıyordu. Bu ifade, o sokak köpeğinin huzursuzluğunu daha da artırdı; üstüne daha çok bastırdı.
Ezileceğim.
Maomao’nun üzerine, onun iki katı ağırlığında bir adam çökmüştü. Saray fahişeleri zaman zaman, kendilerinin üç katı ağırlığındaki müşterilere hizmet ederdi. Acıtmaz mıydı? Bu hâlini Pairin görse ne derdi acaba? Sarayda en tecrübeli olan o kadim fahişe.
“İstedikleri kadar müşteri olsunlar, ipleri ellerine veremezsin.”
Maomao, Pairin’in bu sözü fısıltı tonuyla söylediği o günü hatırladı. O zamanlar bu numaraları öğreniyordu.
“……”
Doğrusunu söylemek gerekirse, bir bebek gibi hareketsiz kalıp bu anı yaşamak belki daha kolaydı. Belki de değildi. Ama tek gerçek vardı: Pairin’i hatırlamak, Maomao’ya öğrettiği numaraları da hatırlatıyordu. O odadan çıkmasına izin verilmeden önce, ağlamaya ramak kalana kadar eğitilmişti. Sonunda bu teknikler ona refleks olmuştu.
Yani, demek oluyor ki...
Maomao ağzında biriken salyayı yuttu. Dudaklarını araladı, sanki davet ediyormuş gibi—ve sonra...
Dilini Jinshi’nin ağzına doğru kaydırdı.
Jinshi’nin yüzü önce şaşkınlıkla, sonra bir nebze sevinçle aydınlandı. Ama o sevinç uzun sürmedi. Vücudu, istemsiz bir tepkiyle titredi. Maomao’nun üzerindeki baskısı azaldı.
Yine söylüyorum: Bu Maomao’nun suçu değildi. Kontrolü dışındaydı. O sadece kırmızı fener mahallesinin ustalıkla eğitilmiş sanatını, Jinshi’ye armağan etmişti. “Ne kadar süreyle, çocuklukta oyun niyetine verilen eskimiş bir söz bağlayıcı olabilirdi ki?”
Ah-Duo kendi kendine gülümsedi. Bahçede soğuk bir kayanın üzerinde oturuyordu; omuzlarına bir battaniye almıştı, elinde bir içki. Kumla kaplı başkentte gece havası insanın iliklerine işlerdi. Böylesi keskin bir soğukta, güçlü bir içki en iyi ilâçtı.
Cariye Lishu’yu—gerginlikten neredeyse ateşler içinde yanan o genç kadını—yatırmıştı çoktan. Şimdi, önceden tatmaya fırsat bulamadığı içkinin keyfini çıkarıyordu. “Benim gelinim olacak kişi sensen başka kimseyle ilgilenmem.”
Tutamayacağın sözler verme, dedi içinden. Böyle bir yetkin yok ki zaten. Ah-Duo gayet iyi biliyordu—çocuk sahibi olma yetisini kaybettiği günlerde, en yakın danışmanlarından bazıları onu evliliği sonlandırması için sıkıştırmıştı. Üstelik onun da elleri tertemiz sayılmazdı. Güzel ve iyi kalpli dostunu, eşine sadakatsizlik etmeye zorlamıştı.
Zavallı dostu, yalnızca soyu devam ettirmek adına seçilen biriyle evliliğe mahkûm edilmişti. Neden göz ardı etmeyelim ki bunu? diye düşünmüştü Ah-Duo. Neden ulusun zirvesinde açan bir çiçek olmayalım?
Ama işler hayal ettiği gibi gitmemişti. O konuşma, dostunun Ah-Duo’nun yüzüne sertçe bir tokat indirip, gözyaşlarıyla, “Benimle alay etme!” diye bağırmasıyla sonlanmıştı.
Ah-Duo onu iyi bilirdi: nazik biriydi o. Güzeldi. Akıllıydı. Onun için çok daha iyi, çok daha layık bir konum hazırlamıştı—ama bu çaba, dostunu yalnızca öfkelendirmişti.
Kadın kalbinin nasıl işlediğini hiç anlamamıştı Ah-Duo. Belki artık bir kadın olmadığı için. Belki hiçbir zaman anlayamamıştı. Ama ne olursa olsun, arkadaşının gururunu fena hâlde incittiğini biliyordu.
Aşktan değil, dostluğun devamı adına cariye olmuştu. Ve sonra bir çocuk doğurmuştu. Ah-Duo, her zaman biraz eğri bir kadın olduğunu düşünürdü ama demek ki hâlâ içinden annelik denen o içgüdü çıkmamıştı. Rahmini kaybetme pahasına dünyaya getirdiği o çocuğu, her şeyden çok sevmişti. O buruşuk bebek, küçük ellerini oynatıyor, o narinliğiyle dokunulsa kırılacak gibi duruyordu ve süt istercesine ağlıyordu.
Bir sütanne vardı ama Ah-Duo çocuğunu kendi tutmakta ısrar etmişti. Emzirmeye çalışmıştı, ama süt yetmemişti. Çünkü Ah-Duo’nun bedeni artık bir kadının bedeni değildi.
Bebek sütanneye geri verildi.
Umutsuzlukla kıvranan Ah-Duo’nun zihni sadece çocuğuyla doluydu. Tek düşündüğü, o narin ve savunmasız bebeği nasıl yaşatabileceğiydi. Ve sonunda bir karar verdi.
“Ne kadar da benziyorlar.”
Kendi çocuğu ile kayınbiraderi neredeyse aynı gün doğmuşlardı. Kendi bebeği bir türlü kilo alamayınca, Ah-Duo yüreğini toplayıp kayınvalidesinin huzuruna çıkmıştı.
“Yerlerini değiştirsek, fark eden bile olmaz gibi geliyor bana.”
Yarı şaka, yarı ciddi söylemişti bunu—karşısındakinin nasıl tepki vereceğini ölçmek istercesine. Odaya hizmetçiler de sütanneler de alınmamıştı. Hepsi dışarı çıkarılmıştı.
“Haklı olabilirsin. Onunla ilgilenir misin?” diye yanıtladı kayınvalidesi ve Ah-Duo’nun çocuğunu kucağına alarak sargı bezlerini açmaya başladı. Altını değiştirecekti. Ah-Duo ise kayınbiraderini devraldı ve kendi getirdiği bezle onun altını değiştirdi.
İkisi de doğum yapmıştı. İkisi de içlerinde eksik bir parçayla yaşıyorlardı.
Anshi’nin gözleri bomboştu, çocuğuna bakarken. Yüzünden gülümsemesi hiç eksik olmazdı, bu yüzden kimse fark etmiyordu. Ama Ah-Duo’nun bebeğine bakarken—onda bir sıcaklık, bir şefkat vardı. Belki de oğlunun çocuğunu sevimli bulmuştu; oysa kocasınınkinden tiksinmişti. Belki de bu yüzdendi—Ah-Duo onun çocuğunu kucağında taşıyarak pavilyonuna dönerken, hiç sesini çıkarmadı. Sanki dünyanın en doğal şeyiymiş gibi, sağlıklı ve hayat dolu bebekleri birbirleriyle değiş tokuş ettiler.
Sonraları, Ah-Duo’nun büyüttüğü çocuk öldü. Belki de o değiş tokuş olmasaydı, yaşıyor olacaktı. Ah-Duo yas tuttu; çünkü o çocuğu gerçekten sevmişti. Ama aynı zamanda, kendi öz çocuğunun hâlâ hayatta olduğunu bilmekten ötürü rahatlamıştı. Anshi’nin çocuğuysa—kendi annesinin sevgisinden mahrum, gerçek yerini yeğenine kaptırmış, tüm bunları daha ağlayacak bilinci bile oluşmadan yaşamıştı.
Bu ölüm, hem Ah-Duo’yu hem de Anshi’yi derinden sarsmıştı. Hizmetkâr kadınlara hep baş ağrısı olmuş, haylaz ve başına buyruk o küçük çocuk artık büyümüştü. Bu kaybın ağırlığını hissedebilecek kadar olgundu ama acısıyla baş edemeyecek kadar da küçüktü. Bir şekilde tepki vermesi gerekiyordu. Bir hekim, arka saraydan sürgün edildi.
Ama kader dediğin garip bir şeydi: O sürgün edilen hekimin evlatlık kızı, şimdi oğlunun gözdesiydi.
Yabancı ülkelerden gelen prensesler... İmparatoriçe Gyokuyou’nun hane halkından bir kız... Cariye Lishu... Bahsi geçen o kız... Ve—tam olsun diye—Suirei de vardı.
Ah-Duo, Suirei’yi yanında keyfine getirmemişti. Bazı sorunları olsa da, söz konusu kan bağıysa, diğer adaylardan hiç de aşağı kalır yanı yoktu. Yalnız, eğer bu gerçek burada ortaya çıksaydı, büyük bir kargaşaya yol açardı.
Ah-Duo bir kez daha gülümsedi kendi kendine.
Bir zamanlar, yalnızca oyun oynayan çocuklar arasında edilen bir sözdü bu. Ama o aptal hâlâ tutmaya çalışıyordu o sözü.
Yine de, küçük ay—Yue—bir dilekte bulunduğunda onu geri çevirememişti. Sarayın arka bahçesinde açan nice çiçeğin arasından bir tanesini koparıp, Yue’ye küçük bir erkek kardeş armağan etmişti.
Yue’yi hadım bir saray görevlisi olarak arka saraya göndermesi... Bu, kırılan bir sözün kefareti miydi? Yoksa bir tür şefkat mi—Ah-Duo’yu daha sık görebilsin diye açılmış bir yol?
Her neyse, Ah-Duo bu durumu sonuna kadar değerlendirmişti. Her ziyaretinde, o güzelim hadımı kızdırmakla meşguldü. Bu onun için tarifsiz bir zevkti.
Nihayetinde, Dört Hanımefendi’den biri olarak görevine son verilmişti. Ama şimdi kendi villasındaydı, onu ziyarete gelen kişinin sızlanmalarını dinliyordu. Keşke o sakallı huysuz, yerine biraz daha genç birini gönderseydi. Yine de, çocukların artık onunla birlikte yaşıyor olması hoşuna gidiyordu. Gençlik, gerçekten harika bir şeydi. Ve Suirei’yle uğraşmak... çok eğlenceliydi.
Ama unutmaması gereken başka bir şey daha vardı: Bir ikinci çocukluk yeminî. Henüz kimin ne statüye sahip olup olamayacağının düşünülmediği zamanlarda verilen bir söz.
“Neden olmasın? Madem öyle, bırak beni ulusun annesi yap.”
Ve o aptal—hemen kabul etmişti. Gerçekten ne söylediğini anlamış mıydı acaba? Şimdi, batının büyük çiçeğini İmparatoriçe yapmışken, hâlâ hatırlıyor muydu o sözü?
“Bekleyip göreceğiz artık,” dedi Ah-Duo kendi kendine, içkisini çalkalayarak. Yue’ye göz kulak olmaya, onun hangi çiçeği seçeceğini izlemeye kararlıydı.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.