Yukarı Çık




110   Önceki Bölüm 

           
Çeviri: Animeci_Reyiz

Bölüm 1: Batı Başkenti — Dördüncü Gün

Perdelerin arasından süzülen gün ışığı, Maomao’nun ağırlaşmış göz kapaklarını usulca araladı. Gösterişli tül cibinlikli yatak, berrak ve ferah hava, abartılı döşeme... Bunların her biri, onun başkentteki evinde olmadığını bir kez daha hatırlatıyordu.

Uyumak... istiyorum... daha fazla...

Gözlerini ovuşturarak doğruldu. Geceler öylesine soğuktu ki, birkaç kalın battaniye ve bir tür kürk altında yatıyordu; ancak güneş doğar doğmaz içeri bir sıcaklık çöküyordu. Çoktan bir kat battaniye yere düşmüştü ve Maomao’nun ayakları örtülerin dışına fırlamıştı.

Gece yarısı bir bağırış duyduğunu sanıyordu; sesiyle uyanmış, sonrasında da hafif bir uykuya dalmıştı. Kim böyle bir saatte bağırırdı ki? Ne kadar da rahatsız edici komşular.

Kahvaltının birazdan geleceğini tahmin ediyordu. Neyse ki herkesin birlikte yemek zorunda olmaması iyi bir düşünceydi—muhtemelen sarhoş konuklara gösterilen bir nezaket. Hizmetçi gelmeden önce üstünü değiştirmeye karar veren Maomao, geceliğinden sıyrılarak askılıktaki kıyafetlerden rastgele birini seçip üzerine geçirdi.

Bugün giydiği şey, sade bir etekle kısa kollu bir üstten oluşuyordu; üzerine de serin tutan ince bir örtü almıştı. En iyi yanı, kumaşın hava geçirgenliğiydi. Yaka ve etek ucundaki nakış detayları ise kıyafete batılı bir hava katıyordu. Gümüş saç çubuğu, hâlâ masanın üzerindeydi.

Hımm...

Maomao onu başına takmadı; bunun yerine saçını sade bir bağla topladı. Yine de çubuğu kaybetmemek için kıyafetinin kıvrımları arasına gizlemeyi ihmal etmedi. Yanında her zaman taşıdığı küçük ilaç paketinin içinde merhem, bandaj gibi şeyler olurdu; saç çubuğunu da oraya ekledi.

Tam üzerini değiştirmeyi bitirmişti ki, kapı çalındı.
“Girebilirsin,” dedi Maomao, ve içeriye bir kahvaltı arabasıyla hizmetçi girdi.
Mönü, dünkü görkemli şölen düşünülerek olsa gerek, her zamankinden biraz daha sadeydi.

Maomao sade pirinç lapasından birkaç kaşık aldı, sonra da içinden, biraz siyah sirke olsa fena olmazdı diye geçirdi—ki o sırada kapı bu kez şiddetle çalındı.

Maomao lapanın içine biraz siyah sirke döktü, bir lokma aldı ve ardından can sıkıntısını gizleme gereği duymadan,
“Girin,” dedi.

“Cevap vermen normalden bir tık uzun sürdü, yemin edebilirim,” diyerek içeri girdi Basen. Yanında bir adam vardı ama bu kişi Jinshi değildi. Maomao, bundan ne hissetmesi gerektiğini pek bilemedi; yemeğini yutarken Basen’in ne dediğini duymamış gibi davrandı.

“Herhalde öyle gelmiştir sana,” dedi umursamazca.

“Kahvaltı mı ediyorsun?” diye sordu Basen. Ama bu gözlemi onu dışarı çıkmaya sevk etmedi. Maomao, belli ki bir şey olduğunu sezdi.

Yemek çubuklarını kenara bırakarak gözlerini Basen’e dikti.
“Ne oldu?”

Sağ eli hâlâ bandajlıydı; dün gece Maomao’nun sardığı şekilde. O denli adrenalin yüklüydü ki, kemiği kırık olmasına ve elinin şişmesine rağmen umurunda bile olmamıştı. Aptallık başka şeydi, bu başka bir boyuttu.

Basen derin bir nefes aldı ve cübbesinin kıvrımlarından bez bir paket çıkardı. Masaya koydu, ardından yağlı kağıda sarılmış başka bir paketi de açığa çıkardı. Daha içindekini tam açmadan Maomao’nun burnu sızladı ve istemsizce geri çekildi.

Keskin koku paketin içindeki seramik bir kaptan geliyordu.
“Bu... parfüm olabilir mi yoksa?” diye sordu Maomao. Bu kokuyu daha önce almıştı—dünkü ziyafette Cariye Lishu’nun üzerine boca edilen şeydi.
“Bunu nereden buldun?”

“Komik bir tesadüf,” dedi Basen. Yüzündeki ifade karışıktı; içinde tutmaya çalıştığı bir öfke belirginleşiyordu.
“Ah-Duo Hanım getirdi.”

“Peki, o nereden bulmuş?”

“Dediğine göre, cariye Lishu’nun üvey kız kardeşinin hizmetçilerinden biri taşıyormuş. Gece geç vakit dışarıdayken, nedense başıboş bir köpek ona saldırmış ve o sırada Ah-Duo’nun muhafızlarından biri yardım etmiş.”

Ne tesadüf ama.

Muhafızın orada bulunması gerçekten sadece bir rastlantı mıydı? Başkentten bu kadar uzak bir yerde bile bir hizmetçinin tek başına ortalıkta dolanması akıl alır gibi değildi. Mantıken, Ah-Duo’nun o hizmetçiden şüphelendiği ve adamını onun peşine taktığı sonucu çıkarılabilirdi. Ama bunu açıkça söylemeye gerek yoktu.

“O köpek olağandışı biçimde huzursuz görünüyormuş. Etrafta başka insanlar da olmasına rağmen onları tamamen görmezden gelmiş. Doğrudan o hizmetçiye saldırmış.”

“Demek ki bu parfüm, saldırının sebebiydi yani?”
Maomao burnunu bir bezle kapattı, ardından kavanozu eline aldı. Seramik kap pek de sıradışı sayılmazdı. Parfüm kabını sadece süs için seramikten yapmak kimsenin yapacağı bir şey değildi, dolayısıyla kabın menşeini izlemek zor olurdu.

“Bu durumda, dün gece Cariye Lishu’nun üstüne dökülen parfüm aslında üvey kardeşine ait, öyle mi? Ve bu kokunun belli ki vahşi hayvanları çileden çıkarma gibi bir yan etkisi var.”

“Bence bu neredeyse kesin,” dedi Basen.

Üvey kardeşi bu parfümü sadece bir şaka olsun diye mi almıştı? Maomao, onun böyle bir şey yapmasına şaşırmazdı. Ancak Lishu’dan o kadar nefret edecek kadar ileri gidip gitmeyeceğinden emin değildi. Diyelim ki sebebi vardı—yine de o ve hizmetkâr kadının birlikte aslan kafesinin parmaklıklarını sabote edecek beceriye sahip olduğunu düşünmüyordu.

Lishu’nun babası Uryuu’nun da işin içinde olabileceğini düşündü ama bu ihtimal de başka soruları beraberinde getiriyordu. Öncelikle, gerçekten Lishu’dan kurtulmaya çalışıyorlarsa, bu yöntem fazlasıyla dolambaçlıydı. Çok daha basit çözümler bulunabilirdi. En önemlisi de, bu işin riski fazlasıyla büyüktü. Yine de, Maomao’nun emin olmak istediği bir şey vardı.

“Yani cariyenin üvey kardeşini suçlu olarak mı görüyorsunuz?”

Basen duraksadı. “Kesin olarak söyleyemeyiz. Ama işler bu şekilde devam ederse, sonuçta vardığımız nokta orası olacak gibi.” Sözlerini oldukça muğlak ifade etmişti—Basen için alışılmadık bir durumdu. Normalde daha açıksözlü olurdu. Maomao ondan “Evet! Cezasını çekmeli!” gibi bir çıkış beklerdi.

Onun yerine şöyle dedi: “Üvey kardeşi, bunun sadece bir şaka olduğunu söylüyor. Birkaç gün önce şehirde tanıştığı biri ona bu parfümü vermiş. Kötü böcekleri çektiğini, bunun da çok komik olacağını söylemişler. Üvey kardeş, işin içine bir aslan gireceğini asla tahmin etmediğini söylüyor…”

Yani Lishu’ya karşı bir garezi olduğunu kabul ediyordu. Sadece işin bu kadar büyüyeceğini tahmin etmemişti. Peki ya her şey gerçekten bu kadarsa, bu durum neyi değiştirirdi?

“Eğer aslanın kafesine tuzak kurulmasında da parmağı varsa, bu artık şakanın ötesine geçer,” dedi Maomao. O ziyafette yalnızca Lishu değil, başka birçok üst düzey davetli de vardı; onları da tehlikeye atmış olurdu. Sadece cariyeye zarar vermek istediyse, yine de sıyrılabilir. Neticede Lishu onun akrabasıydı ve üstelik ceza konusunda ne kadar ısrarcı olacağına karar verebilecek konumdaydı. Üvey kardeş cezasız kalmasa da, olay sadece bir azar ve hafif bir ceza ile kapanabilirdi.

“Doğru. Ve yalnızca üvey kardeş değil, Sir Uryuu ve Cariye Lishu da bu olaydan nasibini alabilir,” dedi Basen.

“Bu işten yalnızca biraz ‘nasiplenmekle’ mi kurtulacaklarını düşünüyorsun?” diye sordu Maomao. Onların resmen yanacaklarını düşünüyordu. Ziyafette yabancı bir ülkeden gelen birçok üst düzey isim bulunuyordu—bu olay uluslararası bir krize bile dönüşebilirdi. Suçlunun ceza almasıyla işin kapanacağını düşünmek fazla safçaydı.

Basen ona ekşi bir bakış attı. “Neden bu tür şeyler hep Cariye Lishu’nun başına geliyor?” dedi. Bunu kendine mi söylüyordu yoksa Maomao’ya mı, belli değildi. Maomao da ne diyeceğini bilemediği için sessiz kaldı. Ama içinden şöyle geçirdi: Belki de bu kaderiydi.

Her şeyi sadece “kader” deyip geçmekten nefret ederdi, ama bazı insanların gerçekten diğerlerinden daha şanssız olduğu izlenimine kapılıyordu. Özellikle de evlatlık babası Luomen’i düşününce. O, tanıdığı herkesin içinde en zeki ve en yetenekli olandı ama sanki talih ona sırtını dönmüştü. Şimdi yeniden sarayda çalışıyordu, fakat bu da tilki stratejistin ona sık sık uğramasıyla sonuçlanmıştı. Sürekli işi bölünüyordu. Luomen’in bile bunu mektuplarında dile getirmesi, durumun ne kadar kötü olduğunu gösteriyordu. Son yazdığına göre, tıbbi malzemelerini sakladığı dolaplardan biri altüst edilmişti. Maomao bunun nedenini hayal bile edemiyordu.

“Bunlar insanın yüreğini burkacak kadar acıklı değil mi sence de?” dedi Basen.

Lishu için gerçekten kaygılandığını fark etti Maomao, ama bunu yüksek sesle dile getirmemeye karar verdi. Görmezden gelinebilecek şeyleri dillendirmek, genellikle baş ağrısından başka bir şey getirmezdi.

Yine de, cariyenin kendince bazı dertleri olduğu ortadaydı. Temelde, hayatı boyunca hep birilerinin akışına kapılıp gitmişti. Maomao bunun kaçınılmaz olduğunu biliyordu—zaten Lishu böyle yetiştirilmiş, hayatı da hep böyle geçmişti. Yine de, bir zamanlar eğlence bölgesine fahişe olmak için gelen genç kadını düşünmeden edemiyordu.
O zamanlar, babasıyla tüm bağlarını koparmak, kız kardeşine yemek yedirebilmek ve çamurun içinden çıkabilmek için her şeyi göze almıştı. Böyle bir karaktere insan kolay kolay kızamıyordu.

Cariye, onun sahip olduğu azmin yarısına sahip olsaydı… Belki üvey kardeşinden bu kadar eziyet görmezdi. Belki arka sarayda bu kadar alay konusu olmazdı.

Her neyse, hazırlıklar yeterince uzamıştı. Artık Basen’in Maomao’dan ne istediğini öğrenme zamanı gelmişti. “Yapmamı istediğiniz bir şey var mı, efendim?” diye sordu.

“Evet… Var,” dedi Basen ve bir kağıt parçası çıkardı. Kağıt, bir tür arananlar ilanına benziyordu ama Maomao’yu şaşırtan bir şey vardı.

“Bu ne anlama geliyor?”

“Ben de onu öğrenmek istiyorum. Üvey kız kardeşin, parfümü kendisine verdiğini söylediği kadın bu.”
Kâğıttaki çizim gerçekten de bir kadını tasvir ediyordu, ama yüzü bir peçeyle örtülmüştü ve yalnızca gözleri görünüyordu. Bu eksikliği telafi etmek adına, çizimde tüm vücudu da yer alıyordu. Giysilerinin detayları özenle çizilmişti ama nihayetinde kadın farklı bir kıyafet giyerek kolaylıkla kılığı değiştirebilirdi.

“Bir tüccar mıymış?”

“Hayır, görünüşe göre sadece şehirde alışveriş yaparken cariyeyle konuşmaya başlamış.”

Şehirde, ha? Maomao, Basen’in anlattıklarını şüpheyle dinliyordu.

“Sözde bu kadın parfümlerle ilgileniyormuş ve cariyeye birkaç farklı koku önermiş. Bu da onlardan biriymiş.” Görünüşe göre “tüccar” ona bu parfümün erkekleri cezbettiğini ama dikkatli kullanması gerektiğini söylemiş. Eğer doğru şekilde seyreltilmezse kokusu fazla güçlü olurmuş—hatta bazı insanlar şaka amaçlı kullandıklarını bile anlatmış. Cariye de şaka fikrini buradan almıştı anlaşılan.

“Bu hikâye biraz muğlak,” dedi Maomao.

“Çok doğru. Tutarlı bir yanı yok. Bu parfüm satıcısını bulmak da pek kolay olmayacak.”

Maomao gözlerini kısıp resme dikkatle baktı. Kıyafet, batı başkentine özgüydü; kum ve toza karşı koruyacak şekilde tasarlanmıştı, bu da kişinin ayırt edici bedensel özelliklerini neredeyse tamamen saklıyordu. Ancak Maomao’nun keskin gözleri bir detayı özellikle fark etti. “Çizim bu kadar sade olmasına rağmen, ayakkabılardaki aksesuarların detayları dikkate değer.”

Basen resmi tekrar inceledi. “Şimdi söyleyince fark ettim. Aslında, ayakların boyutu vücuda oranla biraz tuhaf görünüyor.” Kadının vücudu aşağı yukarı normal ölçekte çizilmişti, ancak ayakları bükülmüş ve neredeyse stilize bir hâlde görünüyordu.

“Acaba ayakları sarılı olabilir mi?” diye sordu Maomao.

“Sarılı ayak mı?”

Ayak sarma, ayakları doğal boyutundan küçük hâle getirmek amacıyla yapılan zorlayıcı bir uygulamaydı. Arka saraydaki bazı kadınların ayakları böyleydi—kuzeyde oldukça yaygın bir gelenekti ama burada, batıda da geçerli miydi? Eğer cariye bunu pek umursamamışsa, bu durumun yaygın bir âdet olduğu sonucuna varılabilirdi.

“Bu çizimi tekrar kontrol edebilir misin?” diye sordu.

“Ederim,” dedi Basen ve resmi topladı. Tam gidecekken sanki bir şey hatırlamış gibi geri döndü. “Bu arada…”

“Evet?”

“Jinshi-sama... dünden beri bir tuhaf. Bununla ilgili bir bilgin var mı? Normalde bu tür bir işi bizzat üstlenirdi ama bu kez beni gönderdi.”

Maomao hiçbir şey söylemedi.

“Üzerinde bir baskı olduğunu ya da… herhangi bir şey duyduğun oldu mu?”

Maomao gözlerini kaçırdı. Basen haklıydı—normalde kendi başına Maomao’ya gelmezdi, ancak Jinshi onu özellikle görevlendirmiş olmalıydı.

Aptala yatmaya karar verdi. “Kim bilir?” dedi. “Belki de yorgundur. Uzun bir yolculuktu.”
Basen’in raporu yarım saatten kısa sürede geri döndü. Lishu’nun üvey kız kardeşi, nedimesine durmadan “Benim bu işle bir alakam yok,” ve “Böyle olmasını asla istememiştim,” deyip duruyormuş. Ama Maomao’nun açıkçası umurunda bile değildi. Basen, öfkeyle homurdanarak geri dönmüştü.

“Dediğin gibiydi,” dedi. Kadının ayakları gerçekten bağlıydı ve bu yüzden özel yapılmış ayakkabılar giyiyordu—gözden kaçmayacak kadar belirgin bir ayrıntıydı bu. Üvey kız kardeş, kadını ressama tarif ederken ayaklarının bağlı olduğunu açıkça söylememiş olsa da, bu özelliği farkında olmadan tarifine yedirmişti. “Bayağı daralttı alanı.”

“Yalnızca birkaç kişiye kadar iner, derim ben, efendim,” diye karşılık verdi Maomao.

“Gerçekten mi?”

Li’de ayak bağlama geleneği esasen kuzey bölgelerde görülürdü; batıda ise neredeyse hiç yoktu. Dolayısıyla batı başkentinde ayakları bağlı birine rastlanırsa, bu kişinin kuzeyden geldiği—ya da en azından ailesinin birkaç kuşak önce oraya yerleştiği—varsayılabilirdi.

“Demek ki o evde bu gelenek zaten oturmuş olmalı.”

Basen şüpheyle kaşlarını çattı. “Yolculuk eden biri olamaz mı peki?”

Maomao başını iki yana salladı. “Eğer öyleyse, onu buraya gösterişli şekilde gönderebilecek bir evin kızı olmalıydı, mesela Cariye Lishu gibi.”

Batı başkentine yol uzundu ve ayak bağlama, ayakları bastığın zeminde yürümeye hiç de uygun olmayan bir biçime sokuyordu. Bu işlem, ayakların çocuk yaşta büyümesinin zorla engellenmesi ve bir ömür boyu bağlı tutulması anlamına gelirdi. Ayaklar birkaç günde bir dezenfekte edilmeliydi, bu yüzden Maomao, ayakları bağlı olan hayat kadınlarına alkol satardı.

Tüm bunlar gösteriyordu ki, eğer batı başkentinde doğmuş birinin ayakları bağlıysa, o kişi bu geleneği sürdürebilecek kadar büyük ya da zengin bir aileden gelmiş olmalıydı.

“Ve buna emin misin yani?”

“Ben hiçbir şeyin sorumluluğunu almam. Yalnızca elimdeki bilgiler ışığında en olası ihtimali sundum.”

Kimse ondan kusursuzluk beklememeliydi. Eğer sadece doğru cevaplara izin verilecekse, Maomao’nun yapacağı tek şey ağzını kapatıp hiçbir şey bilmediğine yemin etmek olurdu.

“Pekâlâ,” dedi Basen, bir süre sessiz kaldıktan sonra, Maomao’nun şartlarını kabul edercesine. Sonunda odadan çıktı.

Maomao esnedi ve yatağına oturup yeniden uzanmayı düşündü.

Kusursuzluk, ha... Mümkün değil. Onun bile kafasında hâlâ birkaç soru vardı. Lishu’nun o kibirli üvey kız kardeşi, yeni tanıdığı birine gerçekten laf etmiş miydi—hele ki ondan bir şey satın almış mıydı? Ya da şu gizemli satıcı, kadını nasıl tanıyordu? Tüm bu olanlar, sırf tesadüf diyerek geçilemeyecek kadar düzgündü.

Hmm...

Boş ver.

Maomao, artık iyice uyuşan zihnini daha fazla zorlamamaya karar vererek doğruca uyumaya geçti. O kadar yorgundu ki düşünmekte bile zorlanıyordu. Yatağına uzandı, ama göğsündeki saç tokası hafifçe ona battı. Onu çıkarıp bir yere koymayı düşündü ama gözüne görünecek bir yere bırakmak istemiyordu.

Hiçbir şey söylemeden sırtüstü dönüp diğer yanına uzandı ve hemen gözlerini kapadı.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


110   Önceki Bölüm