Yukarı Çık




111   Önceki Bölüm 

           
Çeviri: Animeci_Reyiz

Bölüm 2: Yüzen Gelin (Birinci Kısım)

Maomao gözlerini tekrar açtığında, gün çoktan akşama dönmüştü. Bugün şehirde alışverişe gitmeyi planlamıştı—ona, bir korumayla birlikte olduğu sürece konaktan çıkmasının kabul edilebilir olduğu söylenmişti. Ama dün gece yaşananlardan sonra, pazara gitme havasında olmak oldukça zordu. Uyuyabildiği kadar uyudu ve uyandığında, üzerinden bir türlü atamadığı bir uyuşukluk hissiyle baş başa kaldı.

Ah! Kırışmış kıyafetlerine göz gezdirdi, hafif bir hayal kırıklığıyla. Belki de yatmadan önce geceliğini giymeliydi. Ama önce yapması gereken bir şey vardı: Kurumuş bedenini biraz olsun canlandırmak için su içti. Sürahideki su ılıktı ama içine damlatılmış bir parça narenciye onu ferahlatmaya yetmişti.

Bu akşam yemek ne olacak acaba? diye düşündü. Dışarı çıkıp neler olup bittiğine baksa mı, karar veremedi. Eteklerinin kırışıklıklarını elleriyle düzeltmeye çalıştı; en azından dışarı çıkacak kadar düzgün görünmesini sağladıktan sonra odasından çıktı. Tam o sırada, Jinshi ile Basen’in koridordan kendisine doğru geldiklerini gördü.

Bazılarına göre Maomao’nun yer yer arsızlığa varan bir özgüveni vardı; ama şu an tam tersine, oldukça sıkılmış hissediyordu. Dün gece Jinshi’ye yaptığı şeyden sonra, Lahan’ın kendisini çağırdığını bahane edip hızla uzaklaşmıştı. Ama bu, şimdi onu görmezden gelerek tekrar odasına kaçabileceği anlamına gelmiyordu.

Jinshi’nin yaklaşan yüzü normalden daha solgundu; alnındaki çizgi neredeyse Gaoshun’unkine yakındı ve bakışları—görünüşe göre—doğrudan Maomao’ya çevrilmişti. Bu bakış sadece bir an sürdü, sonra her zamanki soğukkanlı ifadesi geri döndü. Basen ise Jinshi’ye endişeyle bakıyordu—bu da ortada sıradan bir şey olmadığını gösteriyordu.

Jinshi’nin adımları olduğundan daha tok bir şekilde yankılanıyordu.

Ne yapacağım şimdi? diye düşündü Maomao. Ama düşünmesine fırsat yoktu. Yapabileceği tek şey, ona her zamanki gibi davranmaktı. Hafifçe başını eğerek kibarca sordu:
“Bir sorun mu var, efendim?”

Normal şartlarda, bir hizmetkâr Jinshi konuşmadan önce ona hitap etmemeliydi—ama Maomao, bu sefer ilk konuşan taraf olmanın daha yerinde olacağına karar vermişti. Jinshi’nin dudakları kıvrıldı, yüzünde çelişkili bir ifade belirdi—ama bunu başka biri fark etmiş miydi, kestirmek zordu.

“Biliyorum, biraz ani olacak ama üstünü değiştirmeni ve benimle gelmeni istiyorum,” dedi yalnızca. Ardından Maomao’nun yanından geçip gitti. Hemen arkasından, ellerinde giysi dolu bir sandık taşıyan ve derin saygıyla başlarını eğen birkaç hizmetçi kız geldi.

“Emredersiniz, efendim,” dedi Maomao. Durum göz önüne alındığında söyleyebileceği başka bir şey yoktu.
Maomao üstünü değiştirdikten sonra apar topar bir arabaya bindirildi. Jinshi ve Basen de, yeni kıyafetleriyle içerideydi.

Maomao etrafına baktı. Burada geçirdiği zamanın çoğunu Lahan’la geçirmişti—Jinshi ve Basen’le baş başa hareket etmesinde bir sakınca var mıydı?

“Bunu sana benim çağırttığımı bilmeni isterim,” dedi Jinshi. “Programlarımız zaten bunun için ayarlanmıştı, o yüzden gitmemek olmazdı.” Onun hakkında ne hissediyor olursa olsun, Jinshi en azından onunla normal şekilde konuşabiliyordu. Bu kadarı bile yetişkin biri olduğunun göstergesiydi ve Maomao bundan memnundu. Yine de, “Ben çağırttım” derken arkasında bir şeyler gizlediği hissi peşini bırakmıyordu.

“Peki nereye gidiyoruz, efendim?”

“Belli bir hanedanın düğün ziyafetine.” Bir başka ziyafet. Eh, işin bir parçası bu anlaşılan. “Aslında katılmayı düşünmüyordum, fakat ev sahibi çok ısrar etti. Sonuçta neşeli bir vesileymiş. Ayrıca…”

“Evet, efendim?”

Jinshi, Basen’e manalı bir bakış attı. Basen de, daha önce Maomao’ya gösterdiği arananlar posterini çıkardı.

“Evlenen genç kadının ailesi aslında kuzeyliymiş. Yi klanı yok edildikten sonra bu bölgenin idaresi için görevlendirilen hanelerden biriymiş.”

Yi klanı bir zamanlar bu toprakları yönetmişti, ta ki hükümdar naibe dönemi sırasında tamamen ortadan kaldırılana kadar. Yani bu aile, birkaç on yıl önce buraya taşınmış demekti.

“Genç hanımın ayakları bağlıymış,” dedi Jinshi. Maomao’nun tahmin ettiği gibi.

“Peki ya o genç kadından başka kimse yok muymuş?” Maomao’nun en çok emin olmak istediği şey buydu—sadece bir varsayıma dayanarak kimseyi suçlayamazdı.

“Birkaç kişi daha var,” dedi Jinshi. “Mesela genç kadının nedimelerinden biri. Fakat asıl mesele kiminle evlendiği—damadın Shaoh’dan biri olduğu söyleniyor.”

“Anlıyorum.”

Aslanı getiren heyet Shaoh’dan gelmişti—ve belki de kafesin tuzağını hazırlayanlar da onlardı.

“En önemlisi de, genç kadın yarın yolculuğa çıkacak.” Yani bugün düğün yemeği verilecek, ardından ertesi gün kocasının ülkesine doğru yola çıkacaktı.

“Biraz aceleye getirilmiş gibi,” dedi Maomao.

“Daha çok bilinçli bir hız bu.”

Demek Maomao’dan bir çeşit suç delili bulması bekleniyordu. “Peki ya hiçbir şey bulamazsam?”

“O zaman başka bir çözüm yolu düşünmemiz gerekecek. Kalışım biraz daha uzayabilir.” Jinshi’nin yüzünden bu ihtimali pek istemediği açıkça okunuyordu. Başkentten uzakta geçirdiği süre bir aya yaklaşmıştı ve İmparator’un küçük kardeşi olarak onun üstlendiği işler bu süre zarfında birikmiş olmalıydı. Ama bu suçluyu da bulmak gerekiyordu. “Bu mesele U klanını da olumsuz etkileyebilir, bunu da istemem.”

“Bir şey bulacağımdan pek emin değilim,” dedi Maomao. En azından bunu açıkça söylemek istiyordu.

“Anlıyorum.” Jinshi başını pencereye çevirdi ve yol boyunca bir daha ona bakmadı.

Kafile, bir başka konağa geldiğinde arabadan indiler. Konak, bir vahaya kurulmuştu. Empress Gyokuyou’nun ailesinin eviyle kıyaslandığında tarzı oldukça farklıydı; burası doğuda rastlanabilecek türden bir mimariye sahipti. Hem bina, hem de bahçesi, başkentteki yapılarla yarışacak düzeydeydi.

Kapıya vardıklarında ve taş döşeli yoldan içeri girdiklerinde, yolun iki yanından su akıyordu. Salkım söğütler nazikçe salınıyor, mekâna ferah bir hava katıyordu. Kırmızı sütunlu, sarı çatılı açık hava pavyonları mülkün çeşitli yerlerine serpiştirilmişti. Devasa bir havuzda nilüfer yaprakları yüzüyordu. Su yüzeyi ara ara dalgalanıyor, her bir çakıl taşı kanala düştüğünde balıklar sıçrayarak suyu şaklatıyordu.

Sazan balıkları mı?

Sazanlar dayanıklı balıklardı ama Maomao, bu kurak ortamda bile onların burada tutulabiliyor olmasından etkilenmişti.

“Bu konak Yi klanından mı kalma acaba?” diye mırıldandı Jinshi. Lüks içinde yaşayan bir klanın yerine gönderilen aile, haliyle mevcut konağa yerleşmiş olabilirdi. Gerçekten ihtişamlı bir yerdi, ama içinde garip bir hüzün de vardı İmparatoriçe Gyokuyou’nun evi—Gyokuen’in köşkü—hareketli ve cıvıl cıvıldı...; burası ise sessiz ve içe kapanıktı.
Gölün üzerindeki köprüden geçerken, karşıdan saygıyla eğilerek yaklaşan birini gördüler. “Geç kaldığım için özür dilerim,” dedi adam. Muhtemelen buranın ev sahibiydi. Tıknaz bir yapısı vardı, saç çizgisi ise belirgin şekilde gerilemişti. Ardında, muhtemelen karısı olan bir kadın duruyordu. Kadının ayakları küçüktü ve ayakkabılarının şekli tuhaftı.

“Kızım, Gece Prensi’nin tebriklerini almaktan büyük mutluluk duyacaktır.”

Gece Prensi mi? diye düşündü Maomao. Bu ifadenin Jinshi’yi kastettiğini varsaydı. Bu topraklarda onun gerçek adını kullanabilecek kişi sayısı azdı, ancak görünüşe göre içinde “ay” karakteri geçen bir isimden ötürü böyle bir lakap takılmıştı.

“İzninizle sizi içeri alayım,” diye devam etti adam, onları yapıya doğru yönlendirdi. Köşkte halılar serilmişti, gölde ise küçük bir kayıkla birkaç fener yüzüyordu. Şu an henüz alacakaranlıktı ama gece çöktüğünde ortam biraz tüyler ürpertici olabilirdi.

“Hey, buradan,” diye seslendi Basen Maomao’ya.

Jinshi ev sahibinin yanına oturmuştu. Onun hemen yanında ise, davetliler arasında yer alan Gyokuen bulunuyordu.
“O koltuğu sana ayarlamak için biraz ısrar ettik,” dedi Basen, oturma düzenini kastederek. “Aslında orası Cariye Lishu için ayrılmıştı. Bu yüzden sen biraz uzağa düştün. Sana bir nedime tahsis edeceğiz—bir şeye ihtiyacın olursa onu kullan.”

Demek bu yüzden Maomao’ya ayrılan yer biraz aceleye gelmiş gibiydi. Gerçekten de bir nedimeye benzeyen bir kadın, sanki her şey doğal bir şekilde gelişmiş gibi Basen’in arkasından çıkageldi.

Maomao dışında birkaç kadın daha oradaydı ama hepsinin ayakları büyük ve sağlıklıydı. Şeref koltuklarından birinde, saçları neredeyse parlayan, yüz hatları keskin ve köşeli bir orta yaşlı adam oturuyordu. Bir yabancıydı. Diğer koltukta ise başında duvak olan genç bir kadın vardı. Baştan aşağıya beyazlara bürünmüş, bir oyuncak bebek gibi kıpırtısız oturuyordu.

Bu mu acaba? diye düşündü Maomao. Uysal görünüyordu—ama bu bir oyun da olabilirdi.

İçkiden uzak durmaya çalışarak biraz meyve suyu içti. Böyle bir ziyafetin gece vakti, açık havada düzenlenmesi biraz sıra dışıydı, ama yemekler ve müzik genel anlamda tanıdıktı. Maomao artık ziyafetlerden gına getirmişti; bu yüzden her ayrıntıyı didik didik etmek gibi bir niyeti yoktu. Lezzetli yemeklerin tadını çıkaracak ve gelini dikkatle gözlemleyecekti.
Ugh, burada neler oluyor böyle?

Maomao’yu yanlarında getirmişlerdi, dolayısıyla onlara bir faydası dokunsun istiyordu—ama şu ana dek tek bir adım bile atma fırsatı bulamamıştı. Az önce biri ona kısa bir şey söyledikten sonra âdeta baraj kapakları açılmıştı; insanlar üstüne üstüne konuşuyordu. Neden? Büyük ihtimalle Jinshi’nin refakatçisi olduğu içindi. Herkes gülümsüyor, şarap yudumluyordu ama gözlerinin derinliklerinde duygular yanıp tutuşuyordu—erkeklerde ihtiras, kadınlarda ise kıskançlık.

Maomao, Jinshi’nin onu bu yüzden getirmiş olabileceğini gayet iyi anlıyordu: İmparator’un küçük kardeşiyle birlikte bir davete katılmanın ne anlama geldiğini ona göstermek için. Üstelik bu sefer onun hizmetkârı olarak değil.

Of. Hayır, hayır!

Jinshi’nin dünkü geceden sonra ona karşı tavrını değiştirmemesini dilemek… çok mu bencillikti? Aralarındaki ilişkinin her zamanki gibi profesyonel kalmasını istiyordu; karşılıklı çıkarla şekillenen, kullanılan ve kullanan kişi olarak. Şu an için Maomao açısından en doğrusu bu olurdu.

“Ne kadar da mütevazı bir genç hanımefendisiniz,” dedi biri.

Maomao buna doğrudan bir yanıt vermedi. Yüzünün büyük kısmını bir peçe örtüyordu—üstelik son zamanlarda genelev dili tekrar diline dolandığı için, uygunsuz bir şey söylemesin diye yanında özel olarak görevlendirilmiş bir nedime aracılığıyla konuşuyordu.

Madem size öyle gelmiş, öyle olsun, diye geçirdi içinden. Bakışlarını ziyafetin merkezine kaydırınca, gelinin ne zaman kaybolduğunu fark etti. Onun dikkat kesildiğini hisseden nedimesi hafifçe eğilip kulağına fısıldadı:

“Duyduğuma göre makyajını tazelemeye gitmiş.”

Maomao da tuvalete gitmeyi düşündü ama etrafı, laf anlamaz insanlarla sarılmıştı. Jinshi ve Basen’e göz attı—onlar da benzer bir durumdaydı. Basen’in yüzü, çeşitli kadınlar tarafından durmaksızın doldurulan içki kadehleriyle kızarmıştı—gerçi bu kızarıklığın gerçekten içkiden mi, yoksa başka bir şeyden mi kaynaklandığını sormak pek kibar olmazdı.

Maomao tam bir kaçış bahanesi düşünmekle meşguldü ki, büyük bir gümleme duyuldu. Herkes gibi o da refleksle sesin geldiği yöne döndü.

Gölde süzülen fenerli sandal şimdi her zamankinden daha parlaktı. Suyun üzerinde havai fişekler patlıyordu—belli ki bu sesin kaynağı da onlardı. Demek geceye havai fişek gösterisi de eklenmişti.
“Ha! Muhteşem! Bayıldım!” diye haykırdı sarhoş bir adam, çadırdan sendeleyerek çıkarken. Gölete doğru ilerledi (ne düşünüyordu acaba?) ve iki eliyle bir sazanı yakaladı. “Muhteşem! Bayıldım! Keşke bu bir levrek olsaydı ama... mızmızlanmayacağım!”

Berbat bir espriydi, ama ne olursa olsun balığı bir arkadaşına verdi ve “Şunu benim için pişirtir misin?” dedi.

Hizmetkâr, böyle bir isteğe nasıl yanıt vereceğini bilemez gibiydi. Neyse ki, gelinin babası olan ev sahibi imdadına yetişti. “Hey, sen!” dedi. “Biliyorum, yeğenin için sevinçli bir gün ama bu rezilce davranmana bahane değil. Herkes bakıyor.”

“Ha ha ha! Selam, Kayınbirader! Yok yok, her şey yolunda.”

“Gecenin Prensi bu manzaraya iç geçiriyordur herhalde.”

Aniden adı anılan kişi olan Jinshi, gülümsüyordu. Muhtemelen sadece nezaketen bir tebessümdü bu ama yine de çevresindekileri büyülemeye yetmişti. Yaralı olmasına rağmen hâlâ bir Cennet Perisi’ni andırdığını düşünenler vardı.

“Şu zavallı balık için üzülüyorum. Neden geri bırakmıyorsun?” dedi. İmparator’un küçük kardeşinin varlığına rağmen ziyafet adeta başıboş bir karnavala dönüşmüştü. Başkentte böyle bir sahne hayal bile edilemezdi.

Oradakiler bu karşılıklı atışmaya kahkahalarla gülüyordu. Sazan gölete geri bırakıldı ve o gece pişirilmekten mucize eseri kurtuldu. Yine de balık için kolay olmamıştı; önce başlarının hemen üstünde havai fişekler patlamış, ardından sarhoş misafirlerin eline düşmüştü. Maomao karanlık suya baktı. Biraz ekmek kırıntısı attı ama hiçbir balık ortaya çıkmadı. Tüm o kargaşa onları korkutup kaçırmış olmalıydı.

Alkol arttıkça partinin havası iyice gevşedi; fakat hâlâ gelin ortada yoktu. Jinshi de artık bunu fark etmişti; hem o hem de damat, hâlâ boş olan gelin koltuğuna göz gezdiriyorlardı.

“Belki de gecenin yıldızı kendini daha da parlatmaya gitmiştir?” dedi Jinshi. Gelinin amcası, kızın makyajını tazelemeye gittiğini söylememiş miydi? Ancak kalabalıktaki kadınların çoğu buna pek inanmıyor gibiydi; nedimeler de büyük ölçüde ziyafet alanını terk etmişti.

Çok geçmeden, onlardan biri telaşla geri döndü. Yüzü bembeyazdı, konuşamıyordu bile; yalnızca göletin karşı kıyısını işaret ediyordu.

Ve sonra...

Maomao yanık bir koku aldı, ardından da bağırışlar duyuldu. Sesin geldiği yöne döndü ve oradaki davetlilerden birinin, nedimenin işaret ettiği tarafa baktığını gördü. Adamın ağzı sazan gibi açılıp kapanıyor, titreyen parmağıyla gökyüzünü işaret ediyordu. Hayır—gökyüzünü değil, malikanenin bir köşesindeki dört katlı bir pagodayı. En üst katta belli belirsiz bir şey görünüyordu.

“Y-y-yan genç hanım... a-asılı...” dedi sonunda nedime. O güne kadar ziyafetin tadını çıkaran herkes bir anda beti benzi atmış hâlde dona kaldı.

Siluet, pagodanın çatısından aşağı sarkıyordu. Ayakları rüzgârda hafifçe sallanıyordu. Beyaz gelinlik bir bulut gibi kabarıyordu.

“Pagodaya!” dedi Jinshi; ilk hareket eden o ve Basen oldu. Damat, gelinin babası ve amcası biraz gecikmeli de olsa peşlerinden gitti. Maomao da onlara katılıp koşarak ilerledi. Yemyeşil bahçeyi geçtiler, havai fişeklerin dumanı kanalda yüzen fenerlerin ışığını bulanıklaştırıyor, yayılıyordu. Sazanların sıçrama sesleri işitiliyordu.

Pagoda açıktı, fakat düz bir yol yoktu. Araya ağaçlar ve başka yapılar giriyor, geçmelerini zorlaştırıyordu. Neyse ki fenerlerin ışığı yollarını aydınlatıyordu, böylece bir yere takılıp düşme riskleri yoktu.

Maomao, diğerlerinin birkaç adım gerisinde pagodaya girdi ve merdivenleri koşarak çıktı. Nefes nefese en üst kata vardığında, erkeklerin şaşkınlıkla tavana bakan gözleriyle karşılaştı: İp kopmuştu.

“Bulun onu! Pagodanın çevresini kontrol edin!” diye haykırdı Basen ve hızla merdivenlerden aşağı indi. Basit bir kişiliği olabilirdi ama böyle anlarda hiç tereddüt etmezdi.

Diğerleri de onunla birlikte aşağı koştu, ama Jinshi hâlâ dışarıya bakıyordu. Bulundukları yer yerden yaklaşık dört jō (yaklaşık on iki metre) yukarıdaydı. Kız ipte asılı kalıp boğulmuş ama sonra ip kopmuşsa, hayatta kalma ihtimali ne kadardı?
Hemen hemen hiç yok, diye düşündü Maomao. Boynu kırılmış ya da havasızlıktan boğulmuş olsun, o kadar uzun süre orada asılı kaldıysa kurtulması imkânsızdı. Sarkan ipin ucunda, yere bırakılmış işlemeli küçük bir ayakkabı çifti vardı—geline aitti.

“Ne düşünüyorsun?” diye sordu Jinshi, ipten yere, sonra tekrar ipe bakarak. İp saçakların altına bağlanmıştı, diğer ucuysa kopmuştu. Aşağıdan baktıklarında çatıların üst üste bindiğini görebiliyorlardı. Belki kız düşerken çatıların üzerinden yuvarlanmıştı.

“Bilmiyorum,” dedi Maomao dürüstçe. Jinshi ise gülümsedi.
“Gerçeği ondan zorla öğrendim,” diye mırıldandı Jinshi. “Yani, olanlar benim eserim mi şimdi?” Ziyafetteki başköşede oturuyordu ve gelinle konuşma fırsatı olmuştu. Başını eğdi; bir anlığına sanki ağzında kum çiğniyormuş gibi bir ifade belirdi. Küçük ayakkabılara arkasını döndü ama başını kaldırmadı. “Sence ben korkunç bir insan mıyım?”

Maomao kısa bir sessizlikten sonra, “Bilmiyorum, efendim,” dedi. Jinshi sadece görevini yapmıştı. Er ya da geç birinin bunu yapması gerekecekti, yoksa suçlu batıya kaçabilirdi. Buna izin veremezlerdi.

Söyleyecek başka bir şey bulamayınca Maomao sessiz kaldı.

Sonunda Jinshi, “Gidelim,” dedi; sesi buz gibiydi.

“Emredersiniz.” Maomao merdivenleri yavaşça inmeye başladı. Her adımda içini kemiren bir soruyu düşünüyordu.

Geline ulaşmaları uzun sürmedi, fakat tanınacak hâlde değildi. Beyaz giysisi yanmıştı; kolları ve bacakları insanın içine oturan bir şekilde bükülmüş ve kararmıştı; kafatası paramparça olmuştu. Ama boynuna dolanmış ip ve şekilsiz küçük ayakları sayesinde onu tanıdılar. Üzerine fener yağı dökülmüş ve ardından ateşe verilmişti. Bu manzara, sarhoş davetlilerin bir anda ayılmasına fazlasıyla yetmişti.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


111   Önceki Bölüm