Dağ geçidine giden yolu takip edip, katliamın yaşandığı yerden gece bastırmadan önce olabildiğince uzaklaşmayı planlıyorlardı. Ancak… yol artık yoktu.
Son zamanlarda ya da belki de bir gün önce, büyük bir kaya düşmüş ve yolun büyük bir kısmını mahvetmiş, geri kalan kısımlarda geçilmez hâlde görünüyordu. Sunny uçurumun kenarında, dipsiz boşluğa ifadesizce bakıyordu.
“Şimdi ne yapacağız?”
Bilge’nin sesi, bulduğu kürk pelerinin yakasından boğuk biçimde çıktı. Onun peşinde duran Kurnaz, öfkeyle etrafına baktı. Gözleri sonunda Sunny’ye kilitlendi — sinirini çıkarmak için uygun bir hedefti.
“Ne mi yapacağız? Şu işe yaramazdan kurtulacağız!”
Sunny’nin sağlam botlarını gözüne kestirmişti, sonra Kahraman’a döndü:
“Dinleyin efendim, bu çocuk çok zayıf. Bizi yavaşlatıyor! Hem biraz garip de… size de tuhaf gelmiyor mu?”
Genç asker, ona yargılayıcı bir kaş çatışıyla baktı ama Kurnaz susmadı.
“Bakın! Bana nasıl bakıyor, görüyorsunuz değil mi? Tanrılar şahidim olsun, bu çocuk kafileye katıldığından beri her şey ters gitti. Belki de ihtiyar haklıydı — bu çocuk Gölge Tanrısı tarafından lanetlenmiş!”
Sunny gözlerini devirmemek için kendini zor tuttu. Evet, talihsiz olduğu doğruydu… ama Kurnaz’ın ima ettiği gibi değil. Uğursuzluğu o getirmemişti — zaten lanetli olan kafile, onu da beraberinde sürüklemişti.
Bilge boğazını temizledi.
“Ama ben öyle bir şey demedim ki…”
“Ne fark eder! Yine de ondan kurtulsak iyi olur! Zaten pek dayanamaz!”
Bilge, Sunny’ye tuhaf bir bakış attı. Belki Sunny paranoyaktı ama yaşlı kölenin gözlerinde bir parça hesapçılık vardı. Sonunda Bilge başını salladı.
“Acele etme dostum. Belki çocuk ileride işimize yarar.”
“Ama—”
Kahraman sonunda konuştu, tartışmayı bitirerek:
“Kimseyi geride bırakmayacağız. Ne kadar dayanacağı konusundaysa… sen önce kendine bak.”
Kurnaz dişlerini sıktı ama sonra elini sallayıp sustu.
“Peki. O zaman ne yapacağız?”
Dördü de yıkılmış yola baktı, sonra dağın aşağısına, ardından yukarıya — orada, dev kaya düşmesinin parçaladığı sarp bir kaya duvarı vardı. Bir süre sessizlikten sonra Bilge konuştu:
“Aslında, eski zamanlarda dağın zirvesine çıkan bir patika vardı. Hacılar ara sıra kullanırdı. Sonra İmparatorluk o patikanın bazı bölümlerini genişletip bugünkü yola dönüştürdü — zirveye değil de geçide çıkan bir yola.”
Yukarıya baktı.
“O eski patikanın kalıntıları hâlâ bir yerlerde olmalı. Oraya ulaşabilirsek, yolun sağlam kısmına ulaşabiliriz.”
Herkes bakışlarını yukarıya çevirdi. Bu sarp yamaç, tırmanmak için hiç de davetkâr görünmüyordu. Tabii Kahraman hariç; o hâlâ bir aziz gibi sakindi.
Kaya düşmesi sayesinde eğim biraz azalmıştı ama hâlâ oldukça dikti.
Kurnaz ilk konuşan oldu:
“Oraya mı tırmanacağız? Delirdin mi sen?”
Bilge çaresizce omuz silkti.
“Daha iyi bir fikrin var mı?”
Hiç kimsenin yoktu. Biraz hazırlıktan sonra tırmanış başladı. Kurnaz ile Bilge, ölü askerlerin cesetlerinden aldıkları silahları inatla taşıyordu, ama Sunny — istemeyerek de olsa — yeni bulduğu kısa kılıcı geride bırakmaya karar verdi.
Bu tırmanış dayanma sınırlarını zorlayacaktı. Şu anda o kadar ağır görünmese de, kısa süre içinde her gram demir bir ton gibi gelecekti. Grubun en zayıf halkası olarak zaten geride kalmamak için mücadele ediyordu; fazla seçeneği yoktu. Birkaç kilo demiri feda etmek en mantıklısıydı.
Zaten yolda ilerlemek bile zordu, ama dağa tırmanmak… işkence gibiydi. Yarım saat geçmeden kasları yanmaya başladı, ciğerleri patlayacak gibiydi.
Dişlerini sıkarak tırmanmaya devam etti. Her adımda dikkat etmesi gerekiyordu — bu kaygan, buzlu zeminde yapılacak tek bir hata, ölümcül bir düşüş demekti.
“Keyifli bir şeyler düşün, keyifli bir şey…”
Ama ne?
Aklına güzel bir şey gelmeyince, deneme sürecinin sonunda alacağı ödülü hayal etmeye başladı. İlk Kâbus’un bahşettiği nimet, Uyanmışlar için en önemli şeydi.
Elbette sonraki denemeler gücü artırabiliyordu, ama asıl yönü belirleyen bu ilkiydi — kim olacağını, ne kadar güçlü olabileceğini ve Rüya Diyarında kendini ne kadar geliştirebileceğini belirliyordu.
İlk Kâbus’un verdiği asıl armağan basitti ama hayatiydi: Denemeyi tamamlayan adaylara Ruh Çekirdeklerini görme ve etkileşim kurma yeteneği bahşedilirdi. Ruh Çekirdekleri, bir Uyanmış’ın gücünün temeliydi. Çekirdeğin ne kadar güçlü olursa, o kadar kudretli olurdun.
Aynısı Kâbus Yaratıkları için de geçerliydi — tek farkla: onlar birden fazla çekirdeğe sahip olabiliyordu. düşük rütbeli bir Yaratık’ın sadece bir tane varken, Dağ Kralı gibi bir Zalim’in beş tane vardı. Ve bu çekirdekleri güçlendirmenin tek yolu, diğer Yaratıklardan topladığın Ruh Parçalarını tüketmekti.
Bu yüzden Uyanmışlar, ölüm riskine rağmen güçlü Kâbus Yaratıkları’yla savaşırdı.
İkinci armağan, daha dolaylı ama aynı derecede önemliydi: İlk denemeyi tamamlayan Adaylar, Rüya Diyarına erişim kazanır ve “Uyuyan” — yani gerçek anlamda bir Rüyacı — olurlardı. İlk kış gündönümünde Rüya Diyarına girer ve oradan çıkış buluncaya kadar kalırlardı. Bu geçişten önceki süre, hazırlık için son şanstı.
Sunny’nin durumundaysa bu süre sadece bir aydı. Bu kadar kısa olması… oldukça kötüydü.
Ve sonra, her Aday’a özgü olan üçüncü armağan vardı: İlk Yönelim Yeteneği.
Bu, Uyanmışları sıradan insanlardan ayıran “büyü gücüydü”. Her biri benzersizdi; bazıları savaşta, bazıları büyüde, bazıları fayda olarak bazıları ise büsbütün garip şekillerde kendini gösterirdi. İşte bu Yetenekler sayesinde Uyanmışlar, Kâbus Yaratıkları’nın istilasından dünyayı kurtarabilmişti.
Ama o güç, bir bedelle gelirdi: her Yetenekle birlikte bir Kusur da doğardı. Kimi önemsiz, kimi sakatlayıcı, kimisi ise ölümcüldü.
’Bir tapınak kölesi ne tür bir Yetenek alır acaba?’ diye düşündü Sunny, pek de umudu yoktu. ’Ama Kusur kısmında seçenek çok. Umarım bu saçmalığın sonunda Yönelimim evrim geçirir. Hatta daha da iyisi, umarım tamamen değişir.’
Eğer Aday denemede olağanüstü başarı gösterirse, Yönelimi erkenden evrim geçirebilirdi.
Yönelimlerin güç sıralaması şöyleydi: Uyuyan, Uyanmış, Yükselmiş, Üstün, Yüce, Kutsal ve İlahi.
Tabii kimse sonuncusunu görmemişti.
’Bana yaşattığı tüm bu rezillikten sonra, o Büyü — eğer zerre kadar vicdanı varsa — en azından bana Uyanmış seviyesinde bir Yönelim vermeli. Hatta belki Yükselmiş bile olabilir!’
Bir de “Gerçek İsim” denen bir unvan vardı.
Sadece en seçkin Uyanmışlara bahşedilirdi; doğrudan bir faydası yoktu ama onur nişanı gibiydi. İlk Kâbus’ta bunu kazanan kişi sayısı o kadar azdı ki, Sunny o ihtimale düşünmeye bile değmez diyordu.
’Mükemmellikle falan işim yok. Bana güç ver yeter!’
Bir an sonra kendi haline güldü.
’Belki de hayal kurmaya alerjim vardır.’
Ne de olsa ömrünün yarısını Rüya Diyarında geçirmesi gerekiyordu — tabii o kadar yaşamayı başarabilirse.
Ama bu kendi kendine yaptığı gevezelik zamanı alıp götürmüştü. Ayağının altındaki kaygan taşlardan başını kaldırdığında, güneşin epey alçaldığını fark etti. Hava da belirgin biçimde soğumuştu.
’Hiç değilse zaman geçti.’ diye düşündü Sunny.
Artık gece yaklaşıyordu.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.