Kül rengi kumların ve dökülmüş yaprakların arasından dev bir yaratık tepeden aşağı doğru iniyordu.
Sunny yutkundu, yüzünden kan çekilmişti.
Yaratık yürüyen bir bina gibiydi, sekiz eklemli bacağı dev sütunlara benziyordu. Görünüşte, alt gövdesi yengece, üst gövdesi ise kısmen insana benzerdi. Tıpkı Kıskaçlı Avcılar ve Muhafızlar gibi. Ancak benzerlik bu kadardı.
Dev yaratığın kabuğu diğerlerinki gibi kitinle kaplı kalın kabuktan oluşmamıştı, daha çok cilalanmış ve ışıl ışıl parlayan metal plakadan oluşmuş gibiydi. Sanki yaratığı erimiş çelikle dolu bir kazana batırmışlarda, kusursuz bir zırhla kaplı şekilde çıkmıştı.
Güneş ışınları, krom gibi berrak zırhından yansıyordu, Sunny’nin daha önce gördüğü o ayna gibi güneşi yansıtan parıltının ne olduğunu anlamıştı. Devasa ama garip bir biçimde zarif olan bu çelik canavar, devasa başsız şövalyeyi de andırıyordu, bir bakıma. Sunny biraz daha dikkatli bakarsa, belki de göğsüne oyulmuş yedi yıldız motifi de görebilirim diye düşünüyordu.
Ama ne yazık ki bu şövalye yozlaşmış ve uğursuzdu. Aurası bu dünyaya sadece öldürmeye ve yıkama gelmiş bir iblisinki kadar dehşet vericiydi. Parlayan zırhı, yer yer uzun ve keskin dikenlerle kaplıydı. Yukarı doğru yükselen insansı gövdesinde ise dört güçlü uzvu vardı, ikisi dev kıskaçlarla, diğer ikisi ise keskin, ölümcül oraklarla bitiyordu.
İblisin başı, bir Kıskaçlı Avcı’nınkine göre daha belirgin ve biçimliydi, birkaç uzun, sivri boynuzla taçlanmıştı. Metalden oluşan yüzü ne kadar insanımsı görünse de daha çok tiksinç, korkunç bir hayvana aitmiş gibiydi. Yalnızca bakması bile Sunny’nin tüylerini diken diken etmeye yetiyordu.
‘Bu şey… çok korkunç.’
Bu şey, bırakın bir avcıyı — Muhafızlar’ın bile çok ötesinde bir seviyede. Evrimlerinin bir sonraki basamağına ulaşmış. Acaba Lanetli lejyonda rütbesi neydi? Belki bir komutan yada daha iyisi belkide bir general. Ne diyorlardı onlara… Legat mıydı yoksa Praetoran mı?
Nefesi kesilmişti. Kıskaçlı İblis, Kül Tepesi’nden ağır adımlarla iniyordu. Önünde duran Üstün Ruh Parçacığı’nın önünde durdu ve diz çöken Muhafız’a bir bakış attı.
Ölümcül Muhafız, Gruplarının saklandığı yerden geçerken Sunny öyle korkmuştu ki tümseğe sinmiş hata nefes almaya bile çekinmişti. Şimdi aynı ölümcül canavar, daha büyük olan Kâbus Yaratığı’nın bakışları altında öylesine küçülmüştü ki, korkudan olduğu yere büzüşmüş kalmıştı. Sunny’e hissettirdiği şeyi şu an kendisi hissediyor olmalıydı.
Kıskaçlı İblis, Muhafız’a aldırmadan parlayan kristali yerden aldı ve ağır ama sakin adımlarla dev ağacın gölgesine geri döndü.
Sunny yavaşça nefesini bıraktı.
“Sunny? Ne oluyor?”
Cassie’nin endişe dolu yüzüne baktı. Kızın sesinde merakla karışık bir korku vardı. Sunny kısa bir tereddütten sonra, sessizce,
“Yeni bir tehdit var,” dedi. “Sessiz ol, birazdan anlatacağım.”
Tepenin altında, Kıskaçlı Muhafız nihayet ayağa kalktı. Sunny bir ikilemdeydi. Canavarı izleyip kendilerini fark etmediğinden emin olmalıydı ama öte yandan, Kıskaçlı İblis’in Kül Tepesi’ndeki ininde ne yaptığını da merak ediyordu.
Düşünecek zaman yoktu.
Hızlı bir karar verip gölgesine ilerleme emri verdi. Gölge ustaca süzülerek Muhafız’ın bakışlarından sıyrıldı ve birkaç saniye sonra tepenin yamacına tırmanıyordu.
‘Sadece bir bakacağım. Tek bir bakış.’
Gölge, kızıl yapraklı görkemli ağacın koyu gölgesinde gizlenerek tepeye ulaştı ve ağacın gövdesine doğru ilerledi.
Etraf bir sürü dökülmüş yaprakla kaplıydı. Kül Tepesi, şimdiye dek gördükleri her doğal oluşumdan daha büyük ve daha genişti, neredeyse bir ada gibiydi. Ancak dev yaratığın izleri toprağın üzerinde açıkça seçiliyordu.
İzleri takip eden gölge, sonunda obsidyen gibi siyah renkteki dev ağacın gövdesine ulaştı. Ağacın kalın kökleri her yöne dağılıyordu.
Kıskaçlı İblis ağacın altında duruyor, başını kaldırmış ağacın dallarını izliyordu. Üstün Ruh Parçacığı kıskacının arasında sıkıca kavranmış bir şekilde duruyordu.
‘Neye bakıyor ki?’
Sunny gölgesiyle yaratığın baktığı yöne döndü ve kızıl yaprakların arasında asılı duran birkaç yuvarlak, iştah açıcı meyve gördü. İçlerinden biri oldukça olgundu.
Birden, İblis ruh parçacığını kuma düşürdü, önemsiz bir taş gibi. Yukarı uzandı, kıskacını kaldırıp meyveyi tuttu ve dalından nazikçe kopardı.
Meyve, hemen dalından koptu. Dev yaratık, meyveyi büyük bir dikkatle kavradı. Ardından yavaşça yere çöktü ve oturarak meyveden küçük bir ısırık aldı.
‘Meyve mi yiyor o?.. Bu dehşet verici yaratık… vejetaryen miymiş?!’
Sunny neye uğradığını şaşırmıştı. Hiç bir şeye anlam verememişti — gölgesine dönmesini emretti. Oyalanacak zaman yoktu, Muhafız’a yetişmek istiyorsa acele etmeliydi.
Gölge, dökülmüş yaprakların üzerinde süzülerek Kül Tepesi’nden indi ve labirente doğru hızla ilerledi. Çok geçmeden ağır ağır ilerleyen canavara yetişti.
‘Oh be…’
Sunny derin bir nefes aldı, rahatlamıştı. Muhafız’ın gittiği yönün saklandıkları yerden geçmediğine emin olduktan sonra, biraz olsun gevşedi.
Oraklı canavar tamamen gözden kaybolduğunda yavaşça ayağa kalktı.
“Tamamdır, gitti.”
Nephis ve Cassie canavardan dolayı, kendilerini sıkmaktan kaskatı kesilmişlerdi. Kızlar gerinip vücutlarını ovalarken, Sunny’nin aklına birbirlerine sokuldukları sahne gelmişti.
‘Bu tamamen… şey… önlem amaçlı bir yakınlık, evet!’
Neredeyse Kıskaçlı İblis’e minnettardı, gelmişti de Sunny’nin dikkati dağılmıştı. Yoksa utanç verici bir şey olabilirdi.
Sunny, çok da uzakta olmayan Kül Tepesi’ne baktı ve tüyleri ürperdi.
“Orada büyük bir tehlike var,” dedi. “Kemik Sırtı’na dönmeliyiz. Kampa gidince her şeyi anlatırım.”
Nephis bir şey söyleyecek gibi oldu ama belli ki vazgeçti. Başıyla onayladı. En azından birbirlerine bu kadar güveniyorlardı.
Sunny Yankı’yı çağırdı, altın halatı doladı, Cassie’nin derme çatma eyerini yeniden yerine yerleştirdi ve kör kıza oturması için yardım etti. Eyer çantalarını toplayıp yerine sabitledi, ardından birkaç adım geri çekildi. İyi görünüyor, artık yola çıkmaya hazırdılar.
Ancak gitmeden önce Sunny saklandıkları tepeciğe yaklaşarak, elleriyle yüzeyini biraz kazdı.
Kısa sürede, obsidyen siyahı bir yüzey göründü — tıpkı Kül Tepesi’nin ortasındaki dev ağacın rengindeydi.
Buradaki tepeceği ve muhtemelen diğer tümsekleri oluşturan şey aslında o dev ağaçtı. Ağacın köklerinin uzantıları kıvrıldıkça böyle tümsekler oluşmuştu, tepecik de diğer kısımlara göre biraz fazla kıvrıldığı için böyleydi.
Sunny etrafına bakındı, kül rengindeki bu kum denizinin boyutlarını hesaplamaya çalışıyordu. En azından, kızıl labirentin koca bir bölümünü neyin bu hale getirdiğini anlamaya başlamıştı.
***
Kemik Sırtı’na döndüklerinde, ateşin etrafında oturuyorlardı. Kızaran etin kokusu havayı doldurmuş, Sunny’nin midesi gürültülü sesler çıkarıyordu. Ama yemek vakti daha gelmemişti — çünkü önce gördüklerini anlatmalıydı.
“…Muhafız diz çöktükten sonra, Kül Tepesi’nden başka bir kıskaçlı yaratık geldi. Ama bu, daha önce gördüklerimizden farklı bir seviyedeydi. En az iki kat daha büyüktü, altı ya da yedi metre boyunda olabilir. Ne kadar ağır olabileceğini hayal bile edemiyorum… yürüyen bir bina gibiydi.”
Nephis’in yüzü karardı, yollarını böyle bir devin tıkaması hiç hoşuna gitmemişti.
“Üstelik kabuğu diğerlerinki gibi değil,” diye devam etti Sunny. “Bir tür metal alaşım gibi görünüyor. Bence onu kesmek mümkün değil. Canavarın zırhına da baktım ve tek bir açıklık bile göremedim, eklem yerlerinde bile.”
Cassie yutkundu, başını arkadaşına çevirdi. Değişen Yıldız ise sessizliğini korudu.
Sunny iç çekti.
“Daha bir de o şeyin iki değil dört kolu var. Bir çifti kıskaçlı, diğer çiftiyse oraklıydı. Orakları da Muhafız’ınkinden bile büyük. Zırhı dikenlerle dolu, başında uzun boynuzları var. Ve… bir tık insana benziyor. Rahatsız edici vahşi bir yüzü var. Gözlerine bakınca… bence bu yaratık şimdiye dek karşılaştıklarımızdan çok daha zeki.”
Nephis düşünceli bir ifadeyle başını eğdi. Bir süre sonra konuştu:
“Muhtemelen Uyanmış bir İblis.”
Kâbus Yaratıkları arasında, bir Ruh Çekirdeği’ne sahip olanlara “Yaratık”, iki çekirdeklilere “Canavar”, üç çekirdeklilere “İblis”, dört çekirdeklilere ise “Şeytan” denirdi.
Sunny başını sallayarak onunla hemfikir olduğunu gösterdi.
“Belki de bir Şeytan’dır,” dedi. “Ama ne olursa olsun, o şeyden kesinlikle uzak durmalıyız.”
Değişen Yıldız başını yana eğdi, sessizce ona baktı. Bir süre boyunca herkes sessizdi.
Sunny dişlerini sıktı, iç çekti, ofladı, pufladı. Sonunda zayıf bir sırıtışla, kaderine razı olmuş gibi konuştu:
“Dur tahmin edeyim… onu öldürmek istiyorsun, ha?”
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.