Sunny sendeledi, az kalsın yere kapaklanıyordu. Cassie omuzlarından tutup, dengesini koruyabilsin diye kendini refleksle geriye attı. Ayaklarının altından kuru yapraklar savrulurken Sunny kendini son anda toparlamayı başardı.
‘Hayır!’
Öfke ve pişmanlık zihnini kapladı. Ama artık yapabileceği hiçbir şey kalmamıştı. Sadık Yankısı ölmüştü — devasa varlık onu paramparça etmişti. Kıskaçlı İblis’in o zavallı, cesur yaratığı böylesine kolay ve vahşice yok edişi… korkunç olduğu kadar aşağılayıcıydı da. Her şey bir saniyede olup bitmişti.
Yankı artık yoktu. Sunny sadece gölgesinin gözleriyle o trajik sonu görmekle kalmamış, aralarındaki o ince bağın kopuşunu da hissetmişti. Ruh Denizinde, ışık kürelerinden biri titredi ve dağılarak söndü. Dingin suyun yüzeyi biraz daha karardı. En değerli varlığını kaybetmişti.
Ama Sunny’nin hissettiği acı sadece işe yarar bir yankıyı kaybetmek ya da gerçek dünyada kazanabileceği parayı yitirmek değildi. O akılsız yaratığı gerçekten sevmişti. Kocamandı, sadıktı, güvenilirdi. Hatta tuhaf bir şekilde inatçı, sevimsiz bir kişiliğe dahi sahip gibiydi. Ve şimdi ölmüştü.
Dişlerini sıkan Sunny delirmiş gibi koşmaya başladı. O sadık yankının yasını tutacak zaman sonra gelecekti. Şu an çok daha büyük bir sıkıntıları vardı.
“Sunny? Ne oldu?”
Cassie’nin fısıltısı endişeyle ve gerginlikle doluydu. Onun ruh halindeki değişimi, vücudunun duruşundan ve hareketlerinden anlamış olmalıydı. Ama dürüst olmak gerekirse, Sunny konuşacak halde değildi. Kör kızı sırtında taşırken tepeye doğru var gücüyle tırmanmak — üstelik gölgesinin desteği de yoktu — onu neredeyse tüketmişti. Nefesi kesilmişti ama büyük ağaca daha mesafe vardı. Yine de konuşmak zorunda hissetti, sesi kısık ve hırıltılı çıktı:
“Yankıyı öldürdü.”
Bundan sonra, kelimelere de zaman kalmadı. Çünkü işler kötüden daha beter bir hale dönüyordu.
Tepenin altında, Kıskaçlı İblis parça parça olmuş Kıskaçlı Avcı’nın cesedinin üzerinde dikiliyordu. Küçümseyerek cesede bakıyordu. Kollarından azar azar mavi kan damlaları akıyordu.
Birden, Yankı’nın bedeni yumuşak bir ışıkla parlamaya başladı. Ardından bu ışık yüzlerce kıvılcım halinde etrafa dağılıp havaya karıştı ve tamamen yok oldu. Geride kıskaçlı yaratığın en ufak bir izi bile kalmamıştı. Hatta iblisin üzerine ve kıskaçlarına bulaşan kan bile yok olmuştu.
Sonuçta, Yankı bir Kâbus Yaratığı’nın yansımasından ibaretti — gerçeği değildi. Hiçlikten gelmişti ve şimdi de ona geri dönmüştü.
Ancak Kıskaçlı İblis ışığın kaybolduğu yere bakmaya devam ediyordu. Orada, yerde yalnız bir insan gölgesi kalmıştı — şaşkın, ne yapacağını bilemez halde. Yankı’nın bedeni — ve dolayısıyla geniş gölgesi — yok olunca, gizlenebileceği hiçbir yer kalmamıştı.
‘Lanet olsun!’
İblis başını yana eğdi, sonra kollarından birini yıldırım gibi hareket ettirip gölgeyi oraklarından biriyle delip geçti.
Sunny irkildi, keskin bir acı bekliyordu… Ama hiçbir şey olmadı. Korkudan ellerini kaldırmış gölge, göğsünden geçen devasa bıçağa baktı, sonra kafasını kaşıdı. Gayet iyiydi.
Elbette… sonuçta o sadece bir gölgeydi. Cismin yoksa, bu bıçak sana ne yapabilirdi ki?
‘Herhalde *mk… başka ne olacaktı ki zaten?’
Bu sırada iblis, hala orada duran gölgeye bakıyordu. Kızıl gözlerindeki tehditkar parlaklık daha da şiddetlendi.
Sunny adrenalinle beslenerek ağacın gövdesine doğru var gücüyle koşuyordu. Yoksa neredeyse bayılacak haldeydi.
‘Az kaldı… biraz daha!’
Ulaşmak üzerelerdi. Gölgenin o dev canavarı biraz daha oyalaması yeterdi…
Ama bugün şansı hiç yolunda gitmiyordu. Aşağıda, Kıskaçlı İblis orağını geri çekti. Gölgeye bir kez daha saldırmak yerine, başını çevirip tepedeki devasa ağaca doğru döndü.
Demek ki o kadar da aptal değilmiş.
‘Lanet yaratık!’
Gölgeyi bırakıp bir anda harekete geçti, tepeyi tırmanan bir kasırga gibi yukarı doğru fırladı. Her saniyede onlarca metre kat ediyordu.
Sunny, ağacın gövdesine ulaşmıştı, bir yandan da gölgesine bağırıyordu.
‘Buraya gel!’
Cassie’yi sırtından indirip, Nephis’in bıraktığı sırt çantasını aldı ve kıza uzattı.
“Buna dikkat et.”
Cassie başını salladı, içindekilerin ne olduğunu biliyordu. Çantayı dikkatlice omzuna astı.
O sırada Değişen Yıldız, ağacın alt dallarındaydı. Zaman kaybetmeden Sunny’nin hizasındaki bir dala tırmandı ve Altın Halatı çağırarak bir ucunu aşağıya fırlattı.
Sunny ipi yakaladı, bir halka yaptı ve Cassie’ye uzattı.
“Önce sen.”
Kız bir an tereddüt etti, sonra kabul etti. Tam ayağını halkaya koyacakken Sunny onu durdurdu.
“Bekle! Asanı çağır.”
Cassie’nin yürürken kullandığı tahta asa aslında güçlü rüzgarlar çağırabilen büyülü bir Hatıra’ydı. Yolculukları boyunca pek ihtiyaçları olmamıştı ama… şimdi işe yarayabilirdi.
Kız nedenini anlamasa da dediğini yaptı, Ruh Denizi’nden Hatıra’yı çağırdı. Tahta asa elinde belirdi.
Sunny, Cassie’nin arkasına geçip elini tuttu ve onu yönünü çevirdi. Sonra fısıldadı:
“Şimdi, rüzgarı çağır.”
Bir anda güçlü bir rüzgar fırtınası oldu. Etraftaki kuru yapraklar ve kül kaplı kumlar havaya savruldu, adanın yüzeyi soyulmuş gibiydi.
Altındaki berrak kül rengi kumlar ortaya çıkmıştı.
Bu sırada gölge, Kıskaçlı İblis’le yarışıyordu. Devasa yaratık tepenin yarısına gelmişti bile, bir tren gibi ilerliyordu. Ama gölge daha hızlıydı; onu geride bırakmış, efendisine dönmek için adeta uçuyordu.
“Güzel, şimdi çık!”
Sunny, Cassie’nin ayağını halkaya yerleştirmesine yardım etti ve geri çekildi. Nephis ipi hızla yukarı çekmeye başladı — bir insana göre inanılmaz bir hızdaydı. Ama yine de yeterli miydi?
Sunny ter içinde saniyeleri sayıyor, iblisin ulaşmasından önce ipin dönmesini bekliyordu. Her an sonsuzluk gibi geliyordu. Kıskaçlı İblis’in sekiz bacağının öfkeyle kumları ezip geçtiği ses, giderek yaklaşıyordu.
Sonunda Cassie, ağacın alt dallarına ulaştı. Nephis onu yukarı çekip geniş dalın üstüne aldı, ardından ipi tekrar aşağı fırlattı. İblis ağaca yaklaşıyordu ama gövdenin arkasında kaldığı için Sunny’i göremiyordu.
Gölge Sunny’nin ayaklarının altına süzüldü, vücuduna sarıldı. Sunny ipi yakaladı, ve içinde güç olarak ne kaldıysa sonuna kadar kullanarak ve tabii gölgenin de yardımıyla yukarı tırmandı. Kızların yanına ulaşır ulaşmaz ipi çekmeye başladı. O lanet yaratık ipin altın parıltısını görmemeliydi — yoksa her şey boşa gidecekti.
Ama zamanı kalmamıştı…
‘Ah, hayır olamaz!’
Sunny, kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Tam o anda, Nephis Hatıra’yı geri çağırdı — altın halat bir anda yok oldu.
Üçü de olduğu yere çöktü ve hemen nefeslerini tuttular.
… Ve bir an sonra, dikenlerle kaplı dev varlık ağacın altına, büyük gövdesinin yanına ulaştı. Durdu, etrafına bakındı. Kızıl gözleri kor alev gibi yanıyordu, kıskaçlarını açıp kapatıyordu, çat çat, sanki et koparmaya can atar gibiydi. Orak kolllarını havaya kaldırdı, keseceği şeyi arıyordu.
Ama doğrayacak kimse yoktu.
Bir süre bakındı, sonra başını kaldırıp yukarı doğru baktı. Neyse ki üç Uyuyan’ın üzerinde gizlendiği dal o kadar genişti ki yaratığın görüşünü engelliyordu. Kıpırdamadan öylece kaldılar, nefes alıp veremeye bile korkuyorlardı.
Bir süre sonra iblis başını eğerek, yeri taramaya başladı, dikkatle iz arıyordu.
Ama zemin tertemizdi — Sunny, Cassie’nin asasıyla tüm izleri çoktan silmişti. Hiçbir şey bulamayınca, yaratık başka bir yöne gitti. Adanın diğer kısımlarını araştırmaya karar vermişti.
Sunny sonunda derin bir nefes aldı.
Tepenin ucunda, rüzgarla savrulmuş bölgenin kenarında iki ayak izi vardı — biri Nephis’e, diğeri Sunny’ye aitti. İblis iki ayak izini fark etti ve metal yırtılıyormuşçasına çıkan öfkeli bir kükreme sesiyle, Kül Tepesi’nin yamacından aşağı doğru, izleri takip ederek çöle koştu.
Ama sönmüş kül gibi görünen çöl bomboştu. Tek bir yaşam bile kalmamıştı. Ufukta, batmakta olan güneş gökyüzünü kızıla boyamıştı.
O anda yer hafifçe sarsıldı. Labirentin içini dolduran uğultulu bir gürültü ve tuz kokulu soğuk bir rüzgar yükseldi.
Karanlık deniz geri dönüyordu.
Kıskaçlı İblis, çöle nefretle bakıyordu. Sonra ağır ağır döndü ve tahtına — Kül Tepesi’ne doğru yürümeye başladı.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.