Nephis hala adanın batı kıyısındaydı. Gözleri, yavaşça çekilen siyah suların üzerinde dalgınca geziniyordu. Sunny’nin onu son gördüğünden beri neredeyse hiç hareket etmemiş gibiydi.
Sunny büyülenmiş olmanın ağır etkilerinden kurtulmuştu ve şimdi berrak gözlerle ona bakarken daha önce fark etmediği şeyleri fark ediyordu.
Neph’in saçları gerçekten uzamıştı. Akademi’deyken kısaydı ve genellikle yana tarardı. Şimdi ise gümüş teller kulaklarını kapatacak kadar uzamış, ışıltısını yitirmiş, dağınık bir halde omuzlarına kadar dökülüyordu.
Değişen Yıldız’ın yüzü incelmişti, gözlerinin altında koyu halkalar vardı, ifadesi solgun ve donuktu. Her zamanki o güven dolu, canlı hali kaybolmuş yerini yorgun, bitkin bir durgunluk almıştı.
Sanki içten içe onu kemiren bir hastalığı vardı. Bir zamanlar ışıldayan o kızı yavaş yavaş solgun bir gölgeye dönüştürüyordu.
Sunny, bu hastalığın ne olduğunu tahmin edebiliyordu.
Nephis’in gizli bir amacı olduğunu uzun zamandır biliyordu. Hedefe ulaşma konusundaki kararlılığı, bazen korkutucu bir şekilde davranmasına sebep oluyordu. Görünüşe göre, yanıp tutuşan iradesi, Ruh Yiyen Ağaç’ın büyüsüne bile direnebilecek kadar güçlüydü.
Değişen Yıldız’ın duyguları, hisleri aynıydı ama hatıraları yok olmuştu. Böylece neye özlem duyduğunu bilmeden, duygularının doğasını anlayamadan, onları bastıramadan içten içe yanıyordu. Böyle olmasının da bu hale gelmesinin de sebebi buydu.
Sunny yaklaşıp yanına oturdu ve Neph’in gözlerine baktı. Onun çelik grisi gözlerinin yeniden sarsılmaz bir kararlılıkla parlamasını istiyordu.
“Merhaba, Neph.”
Kız başını çevirdi, ama bir şey söylemedi. Sunny dişlerini sıktı, kalbinin derinliklerinde yoğun bir öfke kabarıyordu.
‘Kahrolası ağaç…’
“Seninle konuşmam gereken bir şey var.”
Kendini zorlayarak sakin kaldı, hiçbir ayrıntıyı atlamadan Nephis’e her şeyi anlattı — Ruh Ağacı’na tırmanışını, bulduğu devasa yuvayı, öldürdüğü Sinsi Hırsız Kuş’un Yavrusunu, derecesi ve türü olmayan garip Hatıra’yı, kazandığı yeni Niteliğini ve yanlışlıkla fark ettiği gizli Niteliğini.
Sonra, o gizli Niteliğin ne olduğunu, Ruh Yiyen Ağaç’ın asıl doğasını, adada geçirdikleri sürenin gerçek uzunluğunu ve unuttukları her şeyi anlattı.
Sözleri bittiğinde, Değişen Yıldız’ın yüz ifadesi tek bir an bile değişmedi. Gözlerini kaçırdı ve yalnızca şunu söyledi,
“Anlıyorum.”
Sunny gözlerini kırpıştırdı.
“Anlıyorsun demek?! Bu kadar mı yani?!”
Nephis ona dönüp kasvetli bir tebessümle gülümsedi.
“Ne söylememi isterdin?”
Sunny şaşkınlıkla ağzını açtı, sonra yumruklarını sıktı.
“Ne bileyim, ‘Ay çok korkunç! Ya öylemi oldu!’ falan diyeydin bari! Senden bir tepki bekledim! İnsan gibi bir tepki!”
Nephis yüzünü çevirdi, yanıt vermedi. Sunny birkaç saniye boyunca ona baktı, sonra yorgun ve çaresiz bir sesle konuştu.
“Ne yapacağımı bilmiyorum. Söyle bana, Neph… Nasıl kurtulacağız buradan?”
Uzun süre sessiz kaldı. Sunny, Değişen Yıldız’ın anlattığı her şeyi çoktan unuttuğunu düşünmeye başlamıştı ki, kızın gözlerinde beyaz ışık kıvılcımlarının dans ettiğini fark etti.
Nephis, zihnini açık tutmak, kendine gelmek için kendi Yönelim Yeteneğini kullanıyordu, yani acıyı…
Bir süre sonra, karanlık denize baktı ve dedi ki.
“Bir tekne yapmamız gerekiyor.”
Sunny gözlerini kırpıştırdı.
“Ne dedin?”
Değişen Yıldız derin bir nefes alıp ona döndü.
“Haftalardır bu adadayız. Ruh Ağacı zihnimizi yavaş yavaş silip bizi kendi kölelerine dönüştürüyor. Sonsuza dek. Ama süreç henüz tamamlanmadı.”
Sunny dikkatle dinledi.
“Ruh Ağacı’nın zihnimize yerleştirdiği bazı düşünceler var. Onun yüce ve kutsal olduğuna inanmak. Sürekli meyvelerini arzulamak. Ve adadan ayrılmamak, olabildiğince yakınında kalmak. İlk ikisi gayet mantıklı şeyler. Ama üçüncüsü…”
Nephis elini siyah denize doğru uzattı.
“Üçüncüsünün bir anlamı var. Ruh Ağacı’nın etkisi, mesafe arttıkça zayıflıyor. Yani yeterince uzaklaşırsak, büyü bozulacak.”
Sunny’nin yüzü aydınlandı.
Demek ki bir yol var! Yapmaları gereken tek şey Kül Tepesi’nden kaçmak ve Ruh Ağacı’nın izleri tamamen silinene kadar ardına bakmadan uzaklaşmaktı. Ancak…
“Peki neden tekne? Yürüyerek gitsek olmaz mı?”
Değişen Yıldız başını eğdi, sesi alçaldı.
“Yürüyerek kaleye asla ulaşamayız. Yolda kesin ölürüz. Eskiden çok kibirliydim, bunu düşünemedim… ama artık fark etmez. Labirentin içinde ilerleyerek boşluğun çevresini dolanmak aylar sürer. Üstelik Yankı’mız da yok. Orada geçirdiğimiz her gün ölümle burun buruna olmak demek.”
Derin bir iç çekti.
“Şu ana kadar hayatta kalmamız bile büyük bir şanstı. Ama sonunda tüm bu uğraşlarımıza, çabalarımıza rağmen Ruh Ağacı’yla karşılaştık. Bu bizim sonumuz olmalıydı. Düşünsene, bu konuşmayı yapma şansını bulmamız bile mucize!”
Sunny tereddütle başını salladı.
“Yaşadığımız olaylar zincirine bakarsak öncelikle, aramızda geleceği görebilen bir kâhin var. Cassie hafızası silinmeden önce kısa sürede dahice bir plan düşündü ve planı da beşinci kademe zırha sahip birine dayanıyordu… kaldı ki bu zırh son derece nadir bulunan ve zihin koruması sağlayan bir tılsımla büyülenmiş.
Kehanet Yönelimine sahip Uyanmışlar zaten çok çok azdır. Uyuyan birinin Kuklacı’nın Pelerini’yle eşdeğer bir Hatıraya sahip olması ise neredeyse imkansızdır.
...Sonra o kişi gidip bir Ulu Şeytan’ı öldürüyor. Daha da inanılmazı, ondan bir Soy Hatırası kazanıyor. Bu olaylar zincirinin gerçekleşme ihtimalinin ne kadar düşük olduğunu anlıyorsundur? Ve tüm bunların aynı anda gerçekleşmiş olması... daha anlatmama gerek var mı?”
Sunny başını yavaşça salladı.
Nephis gözlerini kapadı.
“Demek istediğim şu… Eğer labirente gidersek, er ya da geç bir sonraki Ruh Ağacı’yla yada aynı derecede korkutucu birşeyle karşılaşacağız. Bir mucize daha olsa ve hayatta kalsak bile,bir sonrakine, sonra bir sonrakine rastlayacağız. Er ya da geç öleceğiz.”
Gözlerini batıya dikti, karanlık denizin son çırpınışları ufkun ardında kayboluyordu.
“Ama eğer bir tekne yaparsak ve Cassie’nin asasını kullanarak yelkenini rüzgarla doldurabilirsek... belki denizdeki yaratıklar bizi yer, belki de hiç fark etmezler. Bu her halükarda bir ölüm oyunu olacak. Belki ölürüz - ki bu labirente dönmekle aynı şey demek - ama ya ölmezsek… bir gecede yüz, belki iki yüz kilometre yol alabiliriz. Bu şimdiye kadar yürüyerek katettiğimiz mesafeden çok daha fazla.”
Sunny o sayıyı duyunca afallamıştı.
Kıskaçlı İblis’le savaşmadan önceki haftalar boyunca, devasa şövalye heykelinden belki yüz, yüz elli kilometre kadar uzaklaşabilmişlerdi. Bu azımsanacak bir yol değildi, özellikle de kızıl labirentte atılan her adımın ne kadar zorlu olduğu düşünülürse.
Bir günde aynı mesafeyi, hatta daha fazlasını gitmek demek, inanılmaz bir şey olurdu.
Ama…
Karanlık denizde… yelken açmak mı?
Birden, Sunny’nin içini buz gibi bir ürperti kapladı. Kendisini küçük, önemsiz ve çaresiz hissetti.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.