Albay Ferid, metal sandığın arkasında derin bir nefes alarak kalp atışlarını yavaşlattı. Yılların tecrübesi, paniği bir kenara itip soğuk mantığı devreye sokmasını emrediyordu. “Sessizce geri çekil,“ dedi kendine. “Bu kata inmek bir hataydı. Şimdi sessizce yukarı çık ve bu delikten kurtul.“
Ferid saklandığı yerden çıkıp, geldiği devasa hidrolik kapıya doğru parmak uçlarında ilerledi. Kapı aralıktı. Özgürlük sadece birkaç adım ötedeydi.
Tam eşiğe adımını atmak üzereydi ki...
GÜM!
Açık duran hidrolik kapı, sanki görünmez bir el tarafından itilmiş gibi, tonlarca ağırlıkla ve kulakları sağır eden bir gürültüyle kapandı.
Ses, o devasa laboratuvarda bir top patlaması gibi yankılandı. Havada asılı duran doktor cesetleri sarsıldı, ipleri gıcırdadı.
Ferid, kapalı kapının önünde donakaldı. Bu bir kaza değildi. Bu, bir mekanik arıza değildi. Sığınağın kapıları sensörlüydü; önünde biri varken kapanmazdı.
Biri onu içeri hapsetmişti.
Ve o ses, aşağıda gezinen açlığın dikkatini çekmişti.
Laboratuvarın zeminindeki o insanlıktan çıkmış yüzlerce yaratık, aynı anda başlarını yukarı, sesin geldiği kapıya, yani Ferid’e çevirdi. Kör göz çukurları, avın kokusunu almıştı. Boğuk hırıltılar, vahşi çığlıklara dönüştü.
“Kahretsin...“
İlk yaratık, insanüstü bir hızla tırmanmaya başladı. Onu diğerleri izledi. Bir et ve diş seli gibi üzerine geliyorlardı.
Ferid kılıcını çekti. “Gelin bakalım!“
Rüzgâr yeteneğini serbest bıraktı. Kılıcını savurduğu anda, keskin bir hava akımı koridoru yardı. Üzerine atlayan ilk üç yaratık, havada parçalara ayrılarak geriye savruldu. Ferid, bir fırtına gibi dans ediyordu. Rüzgârı, etrafında dönen görünmez bir kıyma makinesine dönüşmüştü. Yaklaşan her pençe, her diş, rüzgârın keskinliğiyle buluşup kopuyordu. Siyah kanlar duvarlara sıçrıyordu.
Ama sayıları çok fazlaydı. On tanesini kesiyor, yerine yirmi tanesi geliyordu. Kılıcı ağırlaşmaya, nefesi tükenmeye başlamıştı.
“Burada duramam!“
Ferid, rüzgârıyla yaratıkları geriye iten güçlü bir patlama yarattı ve koridorun solundaki, güçlendirilmiş çelikten yapılmış bir gözlem odasına doğru koştu. Yaratıklar arkasından uluyarak geliyordu.
Odaya daldı, ağır demir kapıyı var gücüyle itti ve sürgüleri kilitledi.
Saniyeler sonra, yaratıkların bedenleri kapıya çarpmaya başladı. Tırmalama ve yumruklama sesleri, metalin üzerinde korkunç bir senfoni oluşturuyordu.
“Neden?“ diye sordu karanlığa. “O kapı neden kapandı?“
Telefonunu çıkardı. Ekrandaki o lanet olası haritaya baktı. Beşinci katı gösteren o piramit şemasına...
Ve o an, kafasına bir gerçek, dışarıdaki yaratıklardan daha sert bir şekilde çarptı.
“Ben buraya tesadüfen gelmedim. O harita... Bana yardım etmek için gönderilmedi. Beni buraya çekmek, bu sırrı görmemi sağlamak ve sonra da bu canavarlara yem etmek için gönderildi.“
Ferid’in gözleri kısıldı. Zihni, bir dedektif gibi parçaları birleştirmeye başladı.
“Ama bu haritayı bana kim attı?“
Bu sorunun cevabı, imkânsızlıklarla doluydu.
Albay Ferid’in iletişim kanalı, sıradan bir telefon numarası değildi. Askeri protokol gereği, her üst düzey subayın kimliği 27 haneli, dinamik bir iletişim koduna bağlıydı. Bu kodu bilmeden, o frekansa bir “merhaba“ bile gönderemezdiniz.
Bu veriler nerede saklanırdı? Sadece tek bir yerde: Kuzey İletişim Hattı Merkezi.
“Oraya girdiler...“ diye mırıldandı Ferid. “Kuzey Merkezi düştü. Ama bu mümkün değil...“
Hükümet’in “Dağınık Veri Protokolü“nü hatırladı. Bu, dünyadaki en paranoyak güvenlik sistemiydi.
O merkezdeki ana sunucuda akan veriler, sıralı bir liste halinde değildi. Ekranda milyonlarca satır veri şelale gibi akardı. Ferid’in 27 haneli kodu bütün halde durmazdı.
Kodun ilk üç hanesi, 1. satırda, başka bir askerin kan grubu bilgisinin yanındaydı. Kodun ortadaki beş hanesi, 500.000’inci satırda, bir hava durumu raporunun içine gizlenmişti. Kodun son haneleri ise, 12.000.000’uncu satırda, bir lojistik kaydının dibindeydi.
Bu milyonlarca dağınık parçayı birleştirip, hangi parçanın kime ait olduğunu çözebilen tek bir şey vardı: İmparator’un elindeki özel “Anahtar Yazılım“.
Bu yazılım olmadan, o veri akışı sadece anlamsız bir harf ve sayı çorbasıydı.
Ferid, alnından süzülen soğuk teri sildi.
“Biri merkeze girdi,“ diye düşündü, nefesi hızlanarak. “Ama sadece girmek yetmez. O veriyi dışarı çıkaramazsın. Kopyalayamazsın, sistem kilitlenir. Fotoğrafını çekemezsin, anti-optik filtreler görüntüyü simsiyah yapar.“
Geriye tek bir ihtimal kalıyordu.
“Hafıza...“
Biri, o sunucunun karşısına geçmişti. Ekranda şelale gibi akan milyonlarca satır veriyi izlemişti.
Ve hepsini... hepsini ezberlemişti.
Sadece ezberlemekle kalmamıştı. Bu veriler hamdı. Onları işlemek gerekiyordu.
“O kişi...“ Ferid’in sesi titredi. “Zihninde İmparator’un yazılımını simüle etti. Milyonlarca satırın içinden, benim koduma ait olan o dağınık parçaları; birinci satırı, beş yüz bininci satırı, on milyonuncu satırı zihninde ayıkladı, birleştirdi ve o 27 haneli kodu oluşturdu. Ve bunu sadece benim için yapmadı... Tüm sığınağın haritasını, tüm askerlerin konumunu bilmek için herkesin verisini işledi.“
Ferid’in ilk düşüncesi şu oldu: “Bu kişi... Hem hain hem de dâhi.“
Ama sonra durdu. Hükümetin içinde böyle bir zekâya sahip kim vardı? Arşivciler? Stratejistler? Hayır. Hiçbir insan beyni, terabaytlarca veriyi saniyeler içinde işleyip, içinden anlamlı bir kod çıkaramazdı. Bu, biyolojik sınırların ötesindeydi. Bu işlem, bir süper bilgisayarın bile saatlerini alırdı.
Sonra, aklına çok daha karanlık, çok daha korkutucu bir düşünce sızdı.
“Ya...“ dedi Ferid, boşluğa bakarak. “Ya bu bir insan değilse?“
Dünya değişmişti. Büyü, yaratıklar, kadim ırklar... Her şey mümkündü.
“Ya Hükümet’ten ölümüne nefret eden bir hain, ruhunu bir şeye sattıysa? Bir iblise? Bir şeytana?“
Ferid’in zihninde korkunç bir senaryo canlandı. İntikam ateşiyle yanan bir hain (Scout), yasak bir ritüelle, bilgiye ve kaosa aç bir varlığı (Doktor) çağırmıştı. Ve o varlık, o iletişim merkezine girmiş, insan gözünün algılayamayacağı bir hızla tüm verileri emmiş, işlemiş ve hainin önüne sermişti.
“Evet...“ diye fısıldadı Ferid. Bu açıklama, bir insanın o verileri ezberlemesinden daha mantıklı geliyordu. “Bir insan beyni bunu yapamaz. Bu ancak... ancak bir şeytanın işi olabilir.“
Sırtını yasladığı kapı, dışarıdaki canavarların darbeleriyle sarsılıyordu. Ama Ferid artık o canavarları düşünmüyordu.
Onu asıl korkutan şey, görünmez düşmanının doğasıydı.
“Karşımda sadece bir hain yok,“ dedi Ferid, kılıcını sıkarken. “Karşımda, Hükümet’in en karmaşık şifrelerini çocuk oyuncağı gibi çözen, sığınağı bir oyun tahtası gibi kullanan, insanlık dışı bir zekâ var.“
Bu düşünce, midesine bir yumruk gibi oturdu. Sadece tuzağa düşürülmemişti; kendisinden çok daha üstün, kavrayışının ötesinde bir varlık tarafından izleniyordu.
Ve o varlık, şu an bu odada, Ferid’in korkusunu izleyip keyif alıyor olabilirdi.
“Buradan çıkmalıyım,“ dedi Ferid, sesi kararlı ama içi ürpertiyle dolu. “Çıkıp bu şeytanın kim olduğunu bulmalıyım. Yoksa sadece ben değil... bütün İmparatorluk çökecek.“
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.