“Şanslı günümde değilim.” diye iç çekerek mırıldandı Makoto Naegi en yakın markete giderken. Makoto, tamamen sıradan bir liseye giden tamamen sıradan bir liseli çocuktu ve bu durumun ne yazık ki farkındaydı. Ailesi ve arkadaşları da bunu ona sık sık hatırlatırdı. Bir yere kadar morali bozuluyor olsa da bunu değiştirmek için yapabileceği hiçbir şey olmadığını da gayet iyi biliyordu. Sıradanlığı hakkında böyle düşünüyor olması da sıradanlığını kuvvetlendirmişti zaten. Ancak o gün farklıydı. O gün Makoto kesinlikle normal değildi. Belirli bir konuda sıradan olmaktan dağlar kadar uzaktı. Basitçe anlatmak gerekirse, o gün son derece şanssızdı. Bunu okul bittikten sonra fark etmeye başlamıştı.
Uzun zamandır ilk defa hava açıktı ve Makoto’nun keyfi alışılmadık bir biçimde yerindeydi. Başına iyi bir şeyler gelecekmiş gibi hissederek her zamankinden farklı bir yoldan evine dönmeye, yürüyüşe çıkmaya karar verdi. “Arada bir dolambaçlı yoldan gitmek güzel olabilir.” diye düşündü. Her zamankinden yalnızca biraz daha farklı bir yol izliyordu ve rutinindeki bu ufacık değişim tüm talihsizliğinin başlangıcı olmuştu. Kısa bir süre sonra Makoto büyük bir parkın önünden geçti. Orada tesadüfen bir sınıf arkadaşına rastladı. Arkadaşı, çoğunu Makoto’nun tanımadığı bir grup arkadaşıyla birlikteydi ve kimin abur cubur alacağını belirlemek için taş-kâğıt-makas oynamaya hazırlanıyorlardı. Arkadaşı Makoto’yu da onlara katılmaya davet etti. Daveti anlık bir hevesle yaptığı yüzündeki ifadeden ve hareketlerinden belli oluyordu. Normalde Makoto teklifi reddeder ve mutlu mesut yoluna devam ederdi ama bu sefer katılmaya karar verdi. Belki bugün her zamankinden farklı şeyler yaparsa işleri yolunda gidebilirdi. Gariptir ki kaybetmeyeceğinden neredeyse emindi. Sadece oynayan yaklaşık on kişi olmasından dolayı değil, hava da muazzamdı. Hiçbir şey ters gidemezdi. Oyun tek turda bitti. Makoto kaybetti. O makas, diğer herkes ise taş seçmişti. Yüzlerdeki şaşkınlık ifadesi oyunun hileli olmadığını anlaması için yetmişti. “Kanka,” dedi arkadaşı hayretle, “bu bayağı etkileyiciydi. Kötü şansın daniskası.” “Etkileyici bir kötü şansa sahip olmak moralimi düzeltmiyor.” dedi Makoto omuzlarını çökerek. “Sıkma canını.” dedi arkadaşı Makoto’nun omzunu sıvazlayarak. Ona küçük bir tomar para verdi. “Bir kutu kola ve kızarmış tavuk istiyorum!” “Tamamdır.” dedi Makoto acının tatlı tebessümü ile. “Sanırım senden alacağım teselli bu kadar, değil mi?” Talihsizliğine söverek bir kâğıt parçası çıkardı, aceleyle herkesin siparişlerini yazdı ve paralarını aldı.
On dakika sonra Makoto marketten ayrıldı ve kaldırıma çıktı. İki elinde de aşırı dolu iki poşet taşıyordu. “Off… çok ağır.” Liseli akranlarına kıyasla Makoto pek yapılı veya atletik değildi. Neredeyse on kişinin içecek ve abur cuburlarını marketten parka tek başına taşımak kolay olmayacaktı. “Güzel bir şeyler düşün.” dedi kendi kendine aklını dağıtmak için. Aklına gelen ilk şey o gece yayınlanacak bir televizyon programı oldu. Çok iyi tanıdığı fakat kendisini tanımayan eski okulundan biri, o akşam yayınlanacak bir müzik programına çıkacaktı. Son birkaç gündür o programı izlemek için dört gözle bekliyordu. “Ah, sabırsızlanıyorum.” diye geçirdi içinden ve tam o anda bir çat sesi duydu. Neredeyse dengesini kaybediyordu. “Aah!” diye çığlık attı. Ayakları düşmemek için refleks olarak betona sertçe bastırıyordu. Makoto yeniden dengesini kurduğunda ellerinin hafifleştiğini, tökezlemesine sebep olan şeyin zaten ani ağırlık değişimi olduğunu fark etti. “Ha?” Ellerine baktı ve nihayet ne olduğunu anladı. Her iki poşet de yırtılmış ve içlerindeki her şey kaldırıma saçılmıştı. “Olamaz…” İyi havanın ille de iyi şeylerin olacağı anlamına gelmemesi yeterince mantıklı bir sebep olsa da Makoto işlerin kendisi için fazla kötü gittiğini düşünmeden edemedi. Market poşetleri durduk yere yırtılmazdı. Tabii kasiyer poşetleri açarken yanlışlıkla her birini maket bıçağıyla kesmediği sürece. Her şeye rağmen yine de bu olay başına gelmişti. O anda Makoto’yu gören herhangi birisi, talih kuşuyla arasının ne kadar bozuk olduğunu anında anlayabilirdi. “Of yaa…” diye mırıldandı. Her yöne saçılmış abur cubur, plastik şişe ve kutu içecekleri toplamak için umutsuzca çabalıyordu. “Neden bu başıma geldi ki?” Eğer kaderin bir cilvesiyle bir kız oraya gelip ona yardım etmek isteseydi o ana dek yaşadığı bütün talihsizlikleri memnuniyetle bir kenara atıp unuturdu. Ama bırakın nazik ve yardımsever kızları, o kaldırımda yürüyen hiç kimse yoktu. Kaldırımın inşa edildiği yol epey genişti ama o sırada tren istasyonuna oldukça uzak mesafedeki bir parkın yakınındaki bir yerleşim yerindeydi. Bu yüzden yaya trafiğinin olmaması pek şaşırtıcı değildi ancak Makoto suçun kendi kötü şansında olduğunu düşünmeden edemedi. Kısa bir süre sonra Makoto dağılmış eşyaları toplamayı bitirdi. İçeceklerin bazıları kaldırımdan yuvarlanıp yola bile düşmüştü ve bu da işini epey zorlaştırmıştı ama sonunda başarmıştı. En azından öyle düşünüyordu. Makoto kaldırıma dizdiği eşyalara bakarken başını eğdi. “Hepsi… bu kadar mıydı?” Nedense aldıklarının hepsinin orada olmadığını hissetti. Makoto gözden kaçırdığı bir şeyler olduğunu düşünüp bölgeyi baştan sona inceledi. O sırada marketin hemen dışındaki bir bankta oturan uzun sakallı yaşlı bir adam gördü. “Orada birinin olduğunu fark etmemiştim.” diye geçirdi içinden. Yaşlı adam bakışlarını Makoto’dan uzaklaştırdı ve kendi ayaklarına yöneltti. Sonra yerdeki bir kutu kahveyi almak üzere eğildi. Makoto’nun gözleri önünde kutunun kapağını açtı ve hiç tereddüt etmeden dudaklarına götürdü. “Hey, yoksa o–“ “Hayır, imkânı yok.” diye geçirdi içinden Makoto yaşlı adama yaklaşırken. “A-Af edersiniz,” dedi çekinerek. “Hmm?” diye homurdandı yaşlı adam ve Makoto’ya bakarak bir yudum daha aldı. “Iı, yanlışsam özür dilerim ama o kahve acaba…” diye adamın ağzını yokladı. “Hmm? Bu senin miydi delikanlı?” dedi adam yüzünde bir şaşkınlıkla. Ardından da kahkahayı bastı. “Haha, üzgünüm öyleyse!” “Yani, öyleyse gerçekten–“ dedi Makoto şaşkına dönmüş bir şekilde. Yaşlı adam, yüzünde en ufak bir utanç belirtisi olmadan dedi ki: “Iı, nasıl desem? Yani, bilirsin, ayağıma geldi, kader işte. Ben de kendime engel olamadım.” “O-olabilirdiniz!” diye bağırdı Makoto, adamın saçma bahanesine refleks olarak itiraz etti. Ama adamın ışıltılı gülümsemesi ona boşa kürek çektiğini söylüyordu. O yüzden omuzlarını düşürdü, derin bir iç çekti ve pes etti. “Neyse, önemli değil.” Yaşlı adam, Makoto’nun keyifsizliğini görünce biraz da olsa kötü hissetmiş olacak ki sesinde bir gıdım endişeyle dedi ki: “Hey, delikanlı. Kahveni içmem cidden seni bu kadar şaşırttı mı?” “Sadece o değil,” diye mırıldandı Makoto içini çekerek. “Bugün şanslı günümde değilim. Yaklaşık, ıı, yarım saattir başıma sürekli kötü şeyler geliyor. Neden ben? Neden şimdi? Karma falan mı bu?” Bunun üzerine yaşlı adam Makoto’nun hiç beklemediği bir şey yaptı, kıkırdadı. “Ha?” dedi Makoto şaşkınlıkla bakarak. “Karmanın bununla hiç alakası yok delikanlı. İyi bir insan olduğun için başına iyi şeylerin geleceğine inanmak çok saçma.” “A-Ama–“ “İşin aslı,” diye devam etti Makoto’nun itiraz etmesine izin vermeden, “karmanın bir zerresine bile inanmıyorum. İyiysen ödüllendirilirsin veya kötü bir şey olursa kötü bir şey yaptığın içindir… Hepsi palavra. Bu düşünce tarzı beyhude bir umuttan başka bir şey değil. Kaderi ona bir sebep vererek kontrol etmeye çalışmaya yönelik nafile bir girişim sadece. Lâkin gerçek şu ki ister evliya ister günahkâr ol, eğer şanssızsan şanssızsındır. Aynı şey şanslıysan da geçerli. Feleğin çemberinden çok kez geçtim, o yüzden neden bahsettiğimi iyi biliyorum.” Makoto yeniden iç çekti. Yaşlı adamın neden ona bunları söylediği hakkında hiçbir fikri yoktu ama adam aldırış etmeden nutuk çekmeye devam etti. “Velhasıl, kimse talihini kontrol edemez. Ne kadar denersek deneyelim, ne kadar yetenekli olursak olalım kaderle savaşamayız. Sırtımızı şansa yaslamaktan da ona karşı çıkmaktan da hayır gelmez. Şansın iyi ya da kötü olsun yapabileceğin tek bir şey var: Olduğu gibi kabul et. Bunca yıl yaşadıktan sonra bu sonuca vardım.” dedi yaşlı adam kendi sözlerini onaylarcasına başını sallayarak. “Iı…” dedi Makoto, sonunda araya girecek cesareti bulmuştu. “Ne oldu delikanlı?” dedi yaşlı adam muzip bir gülümsemeyle. “Bana katılmıyor musun?” “Yok, katılmadığımdan değil…” dedi tereddütle. “B-Beni dininize davet etmeye… falan mı çalışıyorsunuz?” Kısa bir süreliğine adamın ağzı açık kaldı ve ardından bir kahkaha patlattı. “Galiba çocuklar böyle şeyleri duymaya hazır olmuyor, değil mi?” “Ben artık çocuk değilim.” “Hayır, hâlâ çocuksun.” dedi adam başını sallayarak. “Çocuklar kendilerini, yetişkinler ise başkalarını düşünür. Aralarındaki fark bu. Sen hangisisin delikanlı? Kendinden başkasını düşünmeyen bir çocuk değil misin? Normal bir şey bu. O yaşta başkaları için endişelenmeye başlarsan benim yaşlarımı göremezsin zaten.” Yaşlı adam, yargısını tamamladıktan sonra ayağa kalktı, yarısı boş kahve kutusunu Makoto’ya verdi ve dedi ki: “Önünde uzun bir yol var. Daha pek çok sorunla karşılaşacaksın delikanlı, bol şans dilerim.” “Iı, teşekkürler.” dedi Makoto kafası allak bullak olmuş bir şekilde. Ardından da yaşlı adam yüzünde tatmin olmuş bir sırıtış ile yoluna koyuldu. Makoto şaşkın şaşkın dikilerek sakallı adamın gözden kaybolmasını izledi ama bütün bu durum ona anbean daha da tuhaf geliyordu. Neden o yaşlı adama teşekkür etmişti? Peki yarısı içilmiş bir kutu kahveyle ne yapacaktı? İşin aslını anladığına kanaat getirdi. Yaşlı adam onu ustaca başından savmıştı. Yine de adamın dediği bir şey Makoto’nun ilgisini çekmişti: “Olduğu gibi kabul et.” demişti aynı vaaz verir gibi. Haklıydı. Kendini şans gibi akıl ermez bir doğa olayı yüzünden üzmenin hiçbir faydası yoktu. Bu duruma öfkelenmek veya ağlamak da hiçbir şeyi değiştirmeyecekti. Bu yüzden pes etmek ve bunu hayatın bir parçası olarak kabul etmek muhtemelen en iyi seçenek olacaktı. Tatsız anıları geride bırakmalıydı. Onları kendine ayak bağı yapmak aptallıktan başka bir şey değildi. Bu düşünce Makoto’nun kendisi hakkında biraz daha iyi hissetmesini sağladı. “Aynen,” dedi, “böyle yapacağım.” Duygularını kolayca değiştirebilmesini sağlayan bu iyimserliği, Makoto Naegi’nin olumlu yönlerinden biriydi. Ne var ki gerçekten efkâr yapacak vakti yoktu. Hâlâ yapması gereken bir iş vardı. Arkadaşının grubu her an onu bekliyor olabilirdi. O yüzden bir an önce markete gitmesi, yırtılmayacak bir iki poşet alması ve parka geri dönmesi gerekiyordu. Makoto kafasında planlarını kesinleştirdikten sonra kahveyi yakınlardaki bir çöp kutusuna atmaya yeltendi ve o sırada bir şey gördü. “Ha?” Bankta, üstünde “güvenli sürüş” yazan bir tutacağı bulunan tuşlu bir telefon vardı. Makoto bunun az önceki yaşlı adama ait olduğunu düşündü. Bankın üzerindeki telefonu aldıktan sonra adamı aramak için etrafına bakındı ancak adam belli ki kısa sürede hatırı sayılır bir mesafe kat etmişti. “Hey, beyefendi!” diye seslendi Makoto ama yaşlı adam duymamış gibiydi. Hiç kuşkusuz yaşına göre bayağı bir hızlıydı. Makoto bir ikileme düşmüştü. Yaşlı adamın peşinden gitmeli miydi? Ya da umursamayıp kendi işine mi dönmeliydi? Elindeki telefona baktı, sonra da kaldırımdaki eşyalara… Telefon, kaldırım, telefon, kaldırım… “İyi, tamam!” diye homurdandı ve koşmaya başladı. Makoto hiçbir zaman elinde imkân varken doğru olanı yapmayan biri olmamıştı. “Beyefendi, bekleyin!” diye avazı çıktığı kadar bağırdı ama tam o sırada şans eseri -veya kötü şans eseri- yoldan bir otobüs geçti ve Makoto’nun sesini bastırdı. Yaşlı adam otobüsü fark eder etmez aniden otobüs durağına doğru koşmaya başladı. Otobüs ve adam neredeyse aynı anda durağa ulaşmıştı. Hemen bir saniye sonra otobüsten bir tıs sesi geldi ve kapıları açıldı. Adam otobüse bindi. “B-Bekleyin!” diye bağırdı Makoto ama yaşlı adam bir kez olsun ona bakmadan otobüsün içinde kayboldu. “Yok artık!” diye söylendi elinden geldiğince hızlı koşarken. O anda bedeni tamamen koşmaya odaklanmıştı dolayısıyla başka bir şey söyleyemedi. Dişlerini sıktı, nefesini tuttu, risk aldı ve umutsuzca bacaklarını ileri attı. Otobüsten ikinci bir tıs sesi daha geldi. Bu kapıların kapanmak üzere olduğu uyarısıydı. Makoto koşarken ve görüş alanı ciddi biçimde sarsılırken kapıların kapanıyor olduğunu gördü. Kapanmasına saniyeler kala boşluktan kendini içeriye attı ve otobüse bindi. Nefes nefese kalmıştı. Yere çöktü, elleri dizlerinin üzerine düşmüştü. Sanki kalbi kulaklarındaymış gibi küt küt atışlarını duyabiliyordu. “B-Başardım…” dedi nefeslerinin arasından. Gerçekten de başarmıştı. Derin bir oh çekti, daha sonra da soluklanmak için bir süre dinlendi. Nefes alış verişi kısmen normale döndüğünde kafasını kaldırdı ve otobüse bir göz attı. Birkaç yolcu ona garip garip bakıyordu. Aralarında az önceki sakallı adam da vardı. İrkilmiş bir surat ifadesiyle en arka koltuklarda oturuyordu. “Şükürler olsun.” dedi Makoto iç çekerek. “Beyefendi, bunu unutmuşsunuz.” dedi ve telefonu adama göstermek için kolunu uzattı. Yaşlı adamın koltuğuna doğru ilk adımını atarken tökezledi. “Aa!” Otobüs henüz harekete geçmemişti dolayısıyla otobüs yüzünden olmuş olamazdı. Ayağı bir şeye takılmamış veya kaymamıştı da. Büyük ihtimalle bir süredir bu kadar koşmamış olmasından kaynaklanıyordu. Veya belki de sadece kötü şansı yine boy göstermişti. “Uff!” diye geçirdi içinden bedeni yere düşerken. Tamamen refleks olarak kolunu uzattı ve bir şeye tutundu. Hemen ardından keskin bir yırtılma sesi duydu ve yere düştü. Tutunduğu şey her neyse düşüşünü epey hafifletmişti. Bu küçük şans eseri, talihsiz olabilecek bir durumu engellemişti. Ancak düşüşü tamamen hafiflememişti. Sağ tarafı ve omzu ağrıyordu. Aynı zamanda da başını çarpmış olmalıydı çünkü zar zor açabildiği gözleriyle yıldızlar görüyordu. Ya da en azından Makoto öyle düşünmüştü ama yanılıyordu. Gördüğü parıltı bir yanılsama değil, gerçekti. Otobüsün camından içeriye sızan ışık, zemine saçılmış mücevherlerden yansıyordu. “Ne?” diye mırıldandı Makoto. Gördüklerini idrak edemiyor, önündeki şeyden en ufak bir anlam bile çıkaramıyordu. “Neden otobüsün zemininde mücevherler var?” Ve sonra hâlen kafası karışmış bir biçimde yerde yatan Makoto’nun yanında bir gölge belirdi. Gölge, az önce ön koltuklardan birinden kalkmış olan çalışkan görünümlü bir iş adamına aitti. Adam sakin ve profesyonel bir ses tonuyla dedi ki: “Kıpırdamayın. Herkes olduğu yerde kalsın.” Yırtık torbasını koltuğa koydu, elini ceketinin cebine soktu ve aynı bir kartvizit çıkarıyormuş edasıyla bir çakı çıkardı. Makoto’nun düşerken o şeye tutunmuş olması kesinlikle bir şans eseriydi. Bir başka kötü şans eseri.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.
Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.