Yukarı Çık




2   Önceki Bölüm 

           
Çeviri: Animeci_Reyiz


“Lanet olsun, Twilight!“ diye homurdandı Franky. “Kaç kere söylemem gerekiyor, ben saha ajanı değilim, muhbirim! İşin sakatlık çıkan kısmına beni bulaştırmayı kes artık!“

İş ortağı Twilight—ya da bilinen adıyla Loid Forger—yüzünden Franky, gününü Berlint Genel Hastanesi’nde bir ortopedi cerrahına muayene olarak geçirmişti ve nihayet eve dönüyordu.
Loid Forger’ın adını küfürle andığı bu ne ilk ne de son seferdi.

Resmî olarak Franky, Berlint’te, Ostanian’ın başkentinde küçük bir tütün dükkânı işletiyordu. Ama gayriresmî olarak... O dükkânda satılanlar yalnızca gazete ve sigaradan ibaret değildi.
Franky, belirli bir Westalisli casusun işini yürütebilmesi için ihtiyaç duyduğu her türlü bilgiyi gizlice temin eden kişiydi. Loid ödeme yaptığı sürece, Franky onun için sahte belgeler hazırlıyor, hatta seçkin özel okulların giriş sınav sorularına bile ulaşabiliyordu.

Loid Forger dışarıdan bakıldığında bir sineğe bile zarar veremeyecek kadar nazik ve zarif bir centilmen gibi görünse de, gerçekte tam bir gaddar patrondan farksızdı.
Evlat edindiği çocukla ilgilenme işini defalarca Franky’ye yıkmış, hatta zaman zaman casusluk görevlerine bile onu dahil etmişti.
Son görevde belini sakatlayan Franky, Berlint Genel’e neredeyse abonelik başlatacak hâle gelmişti.

Loid’in hastanede çalışıyor olması da ayrı bir ironi oluşturuyordu—her ne kadar bu sadece onun kılıf kimliğinden ibaret olsa da.
Franky, hastane faturalarını Loid’e yıkma düşüncesiyle zaman zaman iç geçiriyordu ama bu sadece bir fanteziden ibaretti.
Kim bilir, Loid nasıl bir tepki verirdi?

“Paraya biraz olsun kıysam, onun bütün o saçma taleplerini geri çevirirdim.”
Ama işte asıl sorun da buydu: Franky’nin öyle bir parası yoktu.
Gizli tutkusu olan casus aletleri geliştirme hobisi her ne kadar pratik meyveler veriyor olsa da, aynı zamanda cepleri de delik deşik ediyordu.
Bu yüzden Twilight’ın para ödemeye razı olduğu her türlü saçmalığa evet demeye mecburdu.

Normalde para ve güç sahibi insanlar çirkin olurdu. Ama Loid bir şekilde hem yakışıklı, hem zengin, hem de nüfuzlu olmayı başarmıştı.
Hayat bazen gerçekten çok adaletsizdi.
Görev için kurduğu sahte ailesi bile neredeyse kusursuzdu:
Düşüp bayılacak kadar güzel bir eş, zaman zaman sinir bozucu olsa da aslında oldukça sevimli bir küçük kız çocuğu...
Bir de köpekleri vardı tabii.

“Ben de onun kadar yakışıklı olsaydım,“ diye iç geçirdi Franky, “şu an aşk dolu, heyecanlı bir hayat yaşıyor olurdum. Her şey dış görünüşle ilgili. Hep böyleydi zaten.“

Kafasını meşgul eden düşünceler öylesine daldırmıştı ki, farkında olmadan yanlış bir yola sapmıştı. Eve doğrudan gitmeyi planlıyordu ama şu anda nerede olduğunu bile tam olarak kestiremiyordu.
Etrafına baktığında, bir tür bahçede olduğunu fark etti ama civarda başka kimse görünmüyordu. Yakınlarda hastanenin yatan hasta binası vardı—muhtemelen bu bahçe hastaların dinlenmesi için yapılmıştı.

“Demek hastanenin arka tarafına dolanmışım... Eve giden yol daha da uzadı şimdi.“
Şansına lanet okuyarak alnını ovuşturdu ve geri dönmeye koyuldu ki, o sırada bahçenin köşesinden gelen bir sesle duraksadı.

Dönüp sese doğru baktığında, karşısında bembeyaz açmış bir gül yığını gördü. Ses o taraftan geliyordu.

“Biri mi şarkı söylüyor?“
Duyduğu hafif ama büyüleyici sese kapılarak, Franky yavaşça güllerin arasına doğru yürüdü ve dikkatlice içeriye göz attı.

Orada, beyaz pijamalar giymiş bir kız vardı. Elleri göğsünün önünde birleşmişti ve şarkı söylüyordu.
Beline kadar uzanan uzun, sarı saçları vardı. Tek kelimeyle... muhteşemdi.
Franky onun on altı ya da on yedi yaşlarında olduğunu tahmin etti. Gözleri kapalıydı ve görünüşe göre Franky’nin geldiğini fark etmemişti.

“Bir hasta mı acaba?“
Kızın sesi akıl almaz derecede güzeldi. Bu klişe düşünceye direnmek istese de, “Melek gibi bir ses,“ diye geçirdi içinden.
Söylediği şarkıyı daha önce hiç duymamış olsa da, notalar arasındaki geçişleri ne kadar ustalıkla kullandığını anlayabiliyordu.

Şarkı nihayet sona erdiğinde, kız hâlâ gözlerini açmamıştı. Bahçeye tatlı bir sessizlik hâkim olmuştu, şarkının yankısı tamamen sönene dek.
Franky kendini tutamayıp istemsizce alkışladı.

Kızın ince omuzları irkildi.

“K–kim var orada?“ dedi, ürkek bir sesle.
Kollarını göğsünde çaprazlayarak kendini korumaya çalıştı.

“Eyvah,“ diye düşündü Franky.
“Şimdi kesin beni sapık sandı.“
“Ah, hayır, yanlış anlama! Sapık falan değilim!“ diye panik içinde açıklamaya çalıştı Franky.
“Yani, şey... Ortopedi randevumdan dönüyordum. Bu güzelim şarkıyı duydum, sonra seni şarkı söylerken gördüm. Bi’ şey demem gerekirdi ama... sesin o kadar güzeldi ki resmen büyülendim. Neyse... Yani... Seni böyle korkuttuğum için gerçekten üzgünüm.“
Ellerini havaya kaldırdı ve usulca geriye çekildi.

Özrü işe yaramış gibiydi. Kız savunmacı duruşunu gevşetti.
“Hayır, özür dilerim. Sanırım fazlasıyla tepki verdim,“ dedi utangaçça.
“Ama şey... Alkışın için gerçekten çok teşekkür ederim.“

“E–evet, tabii...“ diye mırıldandı Franky, onun o mahcup gülümsemesinden irkilmiş gibi. Boynunun arkasını kaşıdı.
“Şey... Müzikten çok anladığım söylenemez ama... söylediğin şey gerçekten dokunaklıydı. Gerçekten çok, çok güzeldi.“

“B–bunu söylemen çok nazikçe...“
Kız, Franky’nin övgüsündeki içtenlik karşısında kıpkırmızı kesildi.

“Şey, peki neden böyle tek başına şarkı söylüyordun?“ diye sordu Franky, başını kaldırıp hastane binasına doğru bakarken.
“Aa, şimdi anladım. Odanı paylaştığın insanlar rahatsız olmasın diye odanda söyleyemiyorsundur, değil mi?“

“Hayır, özel odam var,“ diye açıkladı kız, gözlerini hâlâ açmamıştı.
“Ama geceleri sessizlik saatleri başlıyor. Sessiz şarkı söyleyemem pek. Komşu odalardaki insanları rahatsız etmek istemem. Keşke odam ses yalıtımlı olsaydı...“

“Yani...“ dedi Franky, “hastane odalarını ses geçirmez yapmak pek iyi fikir sayılmaz herhalde.“
“Ses yalıtımlı hastane odası mı istiyor? Demek ki bayağı zengin...“ diye düşündü.
Gerçi burası Berlint Genel Hastanesi’ydi—ülkenin başkentindeki en prestijli hastane.
Siyasetçiler, ünlüler ve iş dünyasının dev isimleri hep burayı tercih ederdi. Bu hastanede özel bir odada kalmak, kesinlikle küçük bir servete mal olurdu.

“Demek ki bu kadar ruhani bir havası olması boşuna değil,“ diye geçirdi içinden.
“Muhtemelen zenginliğinden dolayı dünyanın dertlerinden azade bir hayatı vardır.“

Kıza daha dikkatli bakınca, üzerindeki pijamaların bile kendi sahip olduğu kıyafetlerden çok daha pahalı göründüğünü fark etti.
Muhtemelen bir iş adamının kızıydı; gözlerden uzak, özel bir malikânede prenses gibi büyütülmüştü.

Ama buna rağmen en ufak bir kibir emaresi hissetmemişti.
“Belki de gerçek prensesler gerçekten de masallardaki gibi saf, zarif ve iyi kalplidir...“
Franky’nin aklı Twilight’ın sahte kızı Anya’ya gitti—o küçük kız sadece seçkin Eden Akademisi’ne girebilmek için kendini prenses gibi gösteriyordu.
Ama gerçek bir asilzade işte böyle olurdu. Anya Forger’la bu kızın uzaktan yakından alakası yoktu.
İkisi de sanki bambaşka dünyalardan çıkmış gibiydi.

Ve o iki dünyadan hiçbiri bana ait değil, diye hatırlattı kendine Franky.

Kıza başını sallayıp arkasını döndü, tam yürümeye hazırlanıyordu ki—

“Şey...“ diye seslendi kız, ürkekçe.

“Ha?“
Franky arkasına döndü. Kız nihayet gözlerini açmıştı; onların berrak ve derin birer mücevher gibi parladığını gördü. Ama bakışları Franky’ye değil, uzaklara çevrilmişti.

“Eğer vaktiniz varsa...“ dedi tereddütlü bir sesle.
“Ve sizi rahatsız etmeyeceksem... bir şarkı daha dinlemek ister misiniz?“

Sözleri neredeyse acı verecek kadar içtendi. Franky, başka kiminle konuşabileceğini hayal bile edemiyordu ama kızın gözleri hâlâ onunla buluşmuyordu.

Tam o anda Franky, kızın ayaklarının dibinde duran beyaz bastonu fark etti.
“Kör... demek körmüş...“

Belki de hastanede olmasının sebebi buydu—ya da belki bu, başka bir hastalığın belirtisiydi.

Kızın gerginlikten hafifçe titreyen, ama aynı zamanda o eşsiz güzelliğini koruyan yüzüne baktı Franky.
Ve sonunda “Olur, dinlerim,“ dedi, hafifçe başını sallayarak.

“Teşekkür ederim.“
Kızın gözleri ışıldadı; yüzü tam anlamıyla çiçek gibi açtı.

Franky’nin kalbi bir anlığına yerinden fırlayacak gibi oldu.
“Kendine gel, salak! O daha çocuk,“ diye fırçaladı içinden kendini.
“Saçma sapan hayallere kapılma sakın!“

“Zaten evde beni bekleyen acil bir şey yok,“ dedi omuz silkip. Aşırı hevesli görünmemek en iyisiydi.

Kız alınmış gibi görünmedi. Başını sallayıp gülümsedi.
“Adınızı öğrenebilir miyim?“

“Franky.“

“Benim adım da Alessa,“ dedi.
“Alessa Baltzar.“

“Son zamanlarda tuhaf bir şekilde keyifli görünüyorsun,“ dedi Loid.
Sık sık buluştukları kafede, masanın karşısında Franky’yi inceliyordu. Bugün buraya, Franky’ye ısmarladığı yeni bir mini dinleme cihazını almaya gelmişti.

“Öyle mi diyorsun? Vay canına, nasıl da olmuş,“ dedi Franky, üstünkörü bir tavırla.
Loid’in kuşkucu bakışlarını görmezden geldi.

Birkaç hafta öncesine kadar defalarca terk edilmiş olmanın acısıyla sürünen o adam değildi bu sanki. Şimdi camdan dışarı bakarken, neredeyse şarkı söyleyecek gibi duruyordu.

“Hava güzel sonuçta,“ dedi Franky.

“Kapalı,“ diye karşılık verdi Loid.

“Eee, kapalıysa ne olmuş?“ dedi Franky neşeyle.
“Yeter ki yağmur yağmasın, bence her şey yolunda. Yağmurda dışarı çıkılmaz zaten, değil mi? Sonra hasta olursun falan.“

Loid, adamın bu alışılmadık neşesi karşısında kaşlarını kaldırdı.
Herhalde... o kadar çok terk edildi ki sonunda aklını kaçırdı.
Ya da yaptığı işlerden bir tür doğal sarhoşluk mu yaşıyordu?
Her ne sebepleyse, hoşuma gitmedi.
Franky’nin tüm dikkatini istihbarat toplamaya, çocuk korumasına ve kaynak geliştirmeye vermesi gerekiyordu. Bu görev başka türlü başarıya ulaşmaz.

“Hayatında yeni bir gelişme mi var?“ diye sordu Loid, olabildiğince sıradan bir ses tonuyla.

Franky kıkırdadı.
“Şöyle diyelim... En kurak çöllerde bile çiçek açabilir bazen.“

Demek bir kız var, diye düşündü Loid, biraz olsun rahatlayarak.
Muhtemelen yine hoş bir garsona aşık olmuştu, geçmişten hiçbir ders almamıştı belli ki.
Karşılıksız aşktan ibaret yeni bir vaka. Ciddiye almaya gerek yok.

Ama kız onu reddettikten sonra esas dertler başlayacaktı.
Loid, Franky’nin yine sarhoş olup “hayatım ne kadar berbat“ diye sızlandığı gecelerin birini daha yaşamak zorunda kalacağını düşününce içini çekti—ama o, sonra düşüneceği bir sorundu.

Loid, her zamanki sütlü kahvesinden bir yudum aldı ve sabah Yor’un söylediklerini hatırladı.

“Ha, doğru ya. Franky, şu işten sonra eve uğrayabilir misin?“

“Ne o, yine mi dadılık lazım?“ diye sordu Franky, kuşkuyla.
“Hayır, Yor davet etmek istedi seni,“ dedi Loid.
“Son zamanlarda çok yardımcı oldun, sana bir şeyler pişirmek istediğini söyledi.“

“Vay, sağ olsun valla,“ dedi Franky gülümseyerek.
“Ama gitmem gereken bir yer var. Yor’a selam söyle ama, olur mu?“

Tam arkasını dönecekken yüzü bir anda aydınlandı, aklına bir şey gelmişti.
“Ha! Loid, hatırlıyor musun? O Eden Akademisi görüşmesi için kızını kültürlü göstermek adına aldığın plak koleksiyonunu?“

“Tabii,“ dedi Loid.
Ama dürüst olmak gerekirse, o plakları neredeyse hiç dinlememişlerdi. Ne zaman birini çalmaya kalksa, Anya anında uyuyakalıyordu.
Loid en sonunda projeyi yarıda bırakmış, koleksiyonu Anya’nın odasının bir köşesine terk etmişti. Şimdi toz içinde duruyorlardı.

Franky masaya doğru eğildi.
“O koleksiyonda opera falan da vardı, değil mi?“

“Sanırım öyle.“

“Onları ödünç alabilir miyim?“

“Ha?“
Loid, şaşkınlıkla Franky’ye baktı.
Franky’nin operayla ilgilenecek bir adam olduğunu hiç düşünmemişti. Hatta müzikle pek ilgisi olduğunu da sanmıyordu.

Ama sonra aklına geldi: Franky o Monica denen kıza tutulduğunda, her akşam onun çalıştığı puro barına takılıyordu—puro hakkında hiçbir şey bilmemesine rağmen.
Belki bu yeni kız da opera evinde çalışıyordur?
Ya da bir plakçıda.
Belki de klasik müzik çalan bir kafedir.
Her neyse... Bu adam ders almayacak.
Loid başını salladı.

“Çok sağ ol, Loid!“ dedi Franky.
“Şimdi tutmam gereken önemli bir sözüm var, gitmem lazım. Görüşürüz!“
Cafeden neredeyse zıplayarak çıktı, adeta uçarcasına kapıdan uzaklaştı.

Loid, onun sırtını gözden kaybolana dek bakışlarıyla takip etti.
“Umarım bu işin sonunda yine benden yardım istemez,“ diye mırıldandı.
Franky’nin getirdiği kayıt cihazını çevirip inceledi.
Adam tasarımı birkaç kez geliştirmişti ve bu yeni model şaşırtıcı derecede hafifti.
Mükemmel olacak.
“Köpekleri gerçekten o kadar büyük mü?” diye sordu Alessa.

“Hem de nasıl!” dedi Franky, elleriyle coşkuyla tarifler yaparak.
“Evdeki çocuk onun üstüne binip dolaşabiliyor. Bildiğin küçük ayı gibi, büyük köpek değil yani. Kürkü de öyle kalın ki!”

Hastanenin arka bahçesindeki bankta yan yana oturuyorlardı.
Franky, son bir aydır ne zaman fırsat bulsa oraya gelip Alessa’yla sohbet ediyor, onun şarkılarını dinliyordu.
Alessa, Franky’nin getirdiği küçük şekerleme ya da çiçek hediyelerine öyle içten tepkiler veriyordu ki, sanki ona altın ya da mücevher sunulmuş gibi mutlu oluyordu.
En saçma hikâyelerine bile o berrak, güzel sesiyle gülüyor; ama Franky’nin en çok sevdiği şey, onu gördüğünde yüzünde beliren o aydınlık tebessümdü.
Bu tebessüm, ona daha önce hiç bilmediği bir sevinç veriyordu—her ne kadar içinde biraz utanç ve şaşkınlık taşısa da.

“Bazen onu parka götürüp uçan disk fırlatıyoruz,” dedi Franky.
“Ama o kadar salak ki... Parka kadar yerinde duramaz, zıplar durur, ama diski fırlatınca boş boş bakar, hiç umursamaz.”

Alessa, Bond’un tarifine hayranlıkla iç çekti.
“Küçüklüğümden beri hep büyük bir köpeğim olsun istemişimdir,” dedi.
“Ama babam asla izin vermezdi. Tüyleri ve tozu boğazımıza zarar verir, derdi.”

“Ahh...” dedi Franky, omuzları düşerek.
Alessa’nın o mahzun halini görmek içini burkmuştu.
Gerçi, adamın da haksız sayılmaz olduğunu kabul etmek gerekiyordu.

Ama mesele şuydu: Alessa’nın babası, Baltzar’dı.

Loid’in kendisine yine “sapık mısın sen?” diye çıkışma riskine rağmen, Franky bütün istihbarat becerilerini kullanarak Alessa hakkında her şeyi öğrenmişti.
Görünüşü genç olsa da aslında on dokuz yaşındaydı.
Dünyaca ünlü müzisyenlerden oluşan bir ailede doğmuştu:
Babası efsanevi bir piyanistti, annesi ise en az onun kadar ünlü bir opera sanatçısıydı.
Üç yaş büyük ağabeyi şimdiden birinci sınıf bir kemancı olarak parlıyordu.
Amcası saygın bir orkestranın şefiydi, teyzesi ise dahi bir besteci olarak biliniyordu.
Ailenin arkasında ise Ostania’nın en zengin iş adamları ve üst düzey siyasetçileri vardı.
İki yıl önce Alessa, annesinin opera topluluğunda muazzam bir çıkış yapmaya hazırlanıyordu.
Ama nörolojik bir hastalık, onun görme yetisini elinden almıştı.
İşte bu yüzden Berlint Genel Hastanesi’nde bir hasta hâline gelmişti.

Ancak yaşadığı bu büyük talihsizlik bile Alessa’nın yeteneklerini yitirmesine neden olmamıştı.
Her gün hastanenin arka bahçesinde şan çalışıyordu.
Franky, onun bu azmine hayranlık duyuyordu.
Çünkü onun yerinde kendisi olsa, büyük ihtimalle herkese ve her şeye saldırır, içine kapanık, kendini yiyip bitiren birine dönüşürdü.
Ama birbirlerini tanıdıkları bu bir ay boyunca Alessa’nın ağzından tek bir şikâyet duymamıştı.

İşte bu yüzden, Franky onun için bir şeyler yapmayı her geçen gün daha çok istiyordu.

“Şey, biliyor musun,“ dedi Franky, “gelecek hafta Bond’u getirebilirim.“
“Gerçi biraz sersem, ama yumuşacık kalbi vardır. Korkulacak hiçbir şeyi yok. İstersen ona köpek ödülü falan verirsin, ne dersin?“

“Gerçekten mi?“
Alessa’nın solgun yüzü heyecanla kızardı ve bir anda yerinden doğruldu.
Ama bu sevinç yüzünde belirdiği gibi hızla da silindi.
Tekrar usulca bankta yerine oturdu.

“Ne oldu? Tüy mü? Yani, evet… bayağı tüylü gerçekten… Belki kısa tüylü başka bir köpek bulup onu getiririm bir gün—“

Ama Alessa hemen sözünü kesti.
“Hayır,“ dedi, sesi neredeyse bir fısıltı kadar hafifti.
“Sadece... Gelecek hafta göz ameliyatım var.“

Franky donakaldı.
“Ciddi misin?! Neden daha önce söylemedin? Bu çok önemli bir şey!“

“Üzgünüm,“ dedi Alessa, gözleri yaşla dolarken.

“Hayır, hayır! Asıl özür dilemesi gereken benim.“
Bir süre sessiz kaldılar. Sonra Franky, sesini yeniden neşelendirerek konuştu:
“Ama bu basit bir işlem değil mi ya? Herhâlde bir saat içinde falan biter.“

Alessa yanıt vermedi.

“Yani... pek de basit bir işlem değil, öyle mi?“ diye temkinli bir şekilde sordu Franky.

Alessa hafifçe başını salladı.
O gözlerdeki parıltı sönmüş gibiydi.
Franky’nin içinde tuhaf, mide bulandırıcı bir sızı belirdi.
İkisi de uzun bir süre konuşmadı.
Üstlerindeki gökyüzü, yavaş yavaş kalın bulutlarla kaplanıyor, yağmurun habercisi oluyordu.
Sonunda Alessa konuştu.
“Gerçek şu ki… korkuyorum,” dedi.
“Doktorlar anestezi altında olacağımı ve her şeyin uyanmadan önce biteceğini söylüyor. Ama aklımdan bir türlü şu düşünce çıkmıyor: Ya bir daha hiç uyanamazsam? Ya sevdiğim şarkıları bir daha hiç söyleyemezsem? Ya bir daha seninle konuşamazsam?”
Sesi titremeye başlamıştı.
Omuzlarından dökülen sarı bukleleri hafifçe sallanıyordu.

“Hayatımda hiçbir adamla seninle konuştuğum kadar keyif alarak konuşamadım, Franky,” dedi.
“Şarkı söylemeye devam etmek istiyorum. Ve senin onları dinlemeye devam etmeni istiyorum.”

“Alessa…” dedi Franky, ama ne söyleyeceğini bilemiyordu.

“Benim mutlu olmam için bu yeterli.”

Franky, aynı anda hem bu kadar acı hem de bu kadar mutluluk hissedebileceğini daha önce hiç düşünmemişti.
O kadar sevdiği müzikle kendisini bir tutması… ona, Franky’ye bu kadar değer vermesi…
Ama aynı zamanda, çok korkuyordu.
Tıptaki tüm gelişmelere rağmen, genel anesteziden sağ çıkmak hâlâ garanti değildi.
Franky’nin yüreği, Alessa’nın hissettiğiyle tıpatıp aynı korkuyla sıkıştı.

“Evet, anlıyorum,” dedi Franky, ses tonu neşeli görünse de içinde fırtınalar kopuyordu.
“Ameliyat korkutucu olabilir, biliyorum. Hani şu sana anlattığım yakışıklı süslü çocuk var ya, Loid, hatırladın mı? Dişçide yirmilik dişini çekerlerken o kadar korkmuştu ki, koltukta bayıldı.”

“Bayıldı mı?!”

“Aynen. İğneyi görünce ağlamaya başladı. Doktor onu bir çocuk gibi kovalamak zorunda kaldı.”

“Gerçekten mi?”

Franky eğilip kulağına fısıldadı.
“Aslında… Bunların hiçbiri Loid’le ilgili değildi. O anlattıklarım tamamen benim başımdan geçmişti.”

“A-a.” Alessa ne diyeceğini bilemedi.

“Ama anlatırken bu kısmı gizli tutmayı seviyorum.”

Alessa bir anda kahkahalara boğuldu.
Gülüşü dindikten sonra Franky’e içtenlikle teşekkür etti.

“İyi olacaksın,” dedi Franky.
“Bence ameliyatın çok iyi geçecek. Senin gibi iyi ve tatlı biri asla kötü bir şeyle karşılaşmaz. Buna söz veriyorum.”

Alessa’nın gülümsemesi soldu, gözleri yeniden dolmaya başlamıştı.
“Ah, Franky… Ben senin sandığın gibi biri değilim,” dedi boğuk bir sesle.
“Ben iğrenç, korkunç bir insanım. Herkese tepeden baktım çünkü kendimi onlardan üstün sandım. Özel olduğumu düşündüm hep. Bu dünyanın bütün güzel, parıltılı şeylerini hak ettiğime inanıyordum. Bu yüzden, buraya yattığımdan beri beni ziyarete gelen tek bir arkadaşım bile olmadı.”

Alessa’nın o güzel, porselen gibi yüzünde üzüntü okunuyordu ama en ufak bir acındırma hissi yoktu.
Kendinden utanıyor, geçmişteki kibri yüzünden pişmandı.
Ama aynı zamanda, gelecek için içten bir kararlılık da taşıyordu.

“Görme yetimi kaybettikten sonra çok şey yitirdim. Ama bu durum bana hayatın gerçekten neyin önemli olduğunu öğretti. Gerçek güzelliğin ne olduğunu gösterdi.”
Nemli esinti saçlarıyla oynarken konuşuyordu.
Sonra Franky’ye döndü ve tatlı bir gülümsemeyle devam etti:
“Senin o harika hikâyelerini dinlemek, beni neşelendirmeye çalışman… O kadar mutlu ediyor ki beni. Benden güçlü olmamı ya da moralimi yüksek tutmamı istemiyorsun hiç. Sadece her şeyin iyi olacağını söylüyorsun. İyi ki seni tanımışım.”

Franky bu sözlere nasıl karşılık vereceğini bilemedi.
Sadece onun derin ela gözlerine baktı.
O gözlerde, Alessa onu göremese de, Franky kendi yansımasını görebiliyordu.
Ama aralarında, bundan bile büyük bir engel vardı.
Ve Franky bunu şimdi her zamankinden daha çok hissediyordu.
Çünkü Alessa, onun aslında kim olduğunu bilmiyordu.

“Ameliyata gireceğim,” dedi Alessa, yanakları hafifçe kızararak.
“Bittiğinde orada olur musun? Sonrasında da… her gün yanımda olur musun?”

Franky, her zamanki şakacı tonuyla cevap verdi:
“Şimdi böyle diyorsun ama… Ya ben cüce gibi, çirkin bir trollsem mesela?”

“Umurumda bile değil!” diye bağırdı Alessa, hafifçe öfkelenmiş bir ses tonuyla.
“Nasıl göründüğünün hiçbir önemi yok. İster cüce ol, ister çirkin ol!”
Bu noktada kulaklarına kadar kızarmıştı.
Kendini çabucak toparladı.
“Şey... özür dilerim. Yani seni çirkin ya da cüce demek istemedim... Sadece... böyle olsan bile umursamayacağımı söylemeye çalışıyordum...”
“Alessa… Gerçekten bilsen, ne olduğumu bilsen...”
Franky, ilk kez onun kendisini görememesine seviniyordu.
Çünkü şu an yüzünü kimse görmesin istiyordu.

“Şey... Franky?”
Franky cevap vermeyince Alessa incecik bir parmağını ona doğru uzattı.
Franky, onun boşlukta umutsuzca yoklayan parmağını izledi…
Ve düşünmeden, o parmağı iki avucunun arasına aldı.

“Ah, iyi oldu,” dedi Alessa, gözleri hâlâ görmese de gülümsüyormuş gibi.
“Gidip beni terk ettiğini sanmıştım.”

Franky hiçbir şey demedi.
Avuçlarındaki o parmak o kadar narin, o kadar kırılgan hissediliyordu ki sanki camdan yapılmıştı.
Her an parçalanabilecekmiş gibi geliyordu.
Onu sıkıca tutmak istedi ama…
Bunun yerine, yavaşça serbest bıraktı.

“Yağmur geliyor gibi,” dedi sonunda.
“Sen en iyisi odana dön. Ameliyat öncesi hasta olmak istemezsin.”

“Evet, haklısın,” dedi Alessa, her zamanki sakin ve ölçülü sesiyle.
Başını usulca salladı.
“Bandajlar açıldığında… tekrar beni görmeye gelir misin?”

“Tabii,” dedi Franky.

Alessa hastane kapılarının önünde el sallarken Franky yürüyüp uzaklaştı.
Artık kararını vermişti—Loid’i araması gerekiyordu.
Bunun bir sorun olacağını en başından hissetmiştim. Ve işte, tam da düşündüğüm gibi oldu.

Loid kollarını önünde kavuşturmuş, bir süre Franky’ye sessizce bakarak duruyordu.
Tahminlerinin doğru çıkması ona hiçbir tatmin vermemişti.

Sonunda konuştu:
“Yani bu kıza bandajları açıldığında başka bir yüzle görünmek istiyorsun?”

“Evet! Lütfen, bana yardım etmelisin.”

“Hayır,” dedi Loid, tek kelimeyle ve kesin bir ifadeyle.

Franky telefonda anlattığı hikâyeyle tam da Loid’in beklediği şeyi söylemişti ama aynı zamanda onu yine de şaşırtmıştı.
Daha önce Franky, ondan kadınlarla flört etme teknikleri, ilişki tavsiyeleri, hatta kadınlara nasıl çekici olunacağı gibi şeyler istemişti.
Ama… yeni bir yüz istemesi?

Bu, Franky’nin bu kıza ne kadar ciddi bağlandığını gösteriyordu.
Loid bunu anlayabiliyordu.
Ama özel bir maske kullanarak başka biri gibi davranmak ve o kişinin kimliğine bürünerek bir ilişki kurmak…
Bu tam anlamıyla saçmalıktı.

Sonuçta böyle bir yalan sonsuza dek sürdürülemezdi.
Franky bir istihbarat ajanı değildi, sadece bir muhbir.
Basit bir maskeyi er ya da geç herkesin fark edebileceği kesindi.

“Aşık olacaksan, kendi yüzünle ol,” dedi Loid, arkasını dönüp uzaklaşırken.
“Görüşmeyi bitirdik.”

“Bekle!” diye seslendi Franky, onun peşinden koşarak.
“Hani şu seninle birlikte SSS subayı kılığında Yor’u sorguladığımız zaman vardı ya? İşte onun gibi bir şey istiyorum! Ama bu sefer daha iyi saçlarla. Kıyafetleri de değiştiririm, havamı biraz farklı yaparım. Sadece biraz değişmek istiyorum, anlıyor musun?”

Franky, Loid’in beline sarılarak kaçmasını engellemeye çalıştı.
“Sadece şu anki halimden mümkün olduğunca uzak bir şey yap, tamam mı? Son seferki makyaj iyi görünüyordu ama hâlâ fazla bana benziyordu.”

“O makyajın neresi sana benziyordu ki?” dedi Loid, onun ellerini üzerinden sıyırırken.

Ama Franky pes etmiyordu.
“Bu sefer beni yakışıklı bir adam yap. Sarı saçlı, mavi gözlü biri! Hayır, dur—senin gibi olmak istemem, bu biraz rahatsız edici olurdu. Ne dersin, uzun, dalgalı siyah saçlı, genç görünümlü bir yüz? Badem gözler, ince kaşlar, biraz da entelektüel bir hava?”

“Dinle Franky. Bana güven. Kendi yüzünle devam et.”
Loid iç çekti.
“Kaç kere söylemem gerekiyor? Kadınları kandırarak bir ilişki kuramazsın.”

“Bunu hep söylüyorsun. Ama bunu senin söylemen… ironi gibi,” dedi Franky, suratını ekşiterek.

“Hoşça kal, Franky.”
Loid uzaklaşmaya başladı.

“Tamam, ciddi söylüyorum, bekle! Ne olur! Sana yalvarıyorum!”
Franky önüne geçip Loid’in yolunu kesti.
“Ey yüce Twilight! Benim tek umudumsun! Lüüüütfen!”

Sonra beton zemine diz çöküp secde eder gibi eğildi.
Alnı yere değiyordu.
Loid yukarıdan ona baktı.
Franky her zaman inatçıydı, ama bu kadarı… daha önce hiç bu kadarını yapmamıştı.

“Bu kıza gerçekten bu kadar mı âşıksın?” dedi Loid.

Bu noktada Franky genelde,
“Evet! O yüzden yardıma ihtiyacım var! Lütfen, şu zavallı, alçakgönüllü Scruffy’ne acı!”
gibi bir şeyler söylerdi.
Ama bu kez... hiç konuşmadı.

Belki bu sefer gerçekten ciddiydi.
Eğer öyleyse, Loid’in yardım etmemesi için daha da fazla sebep vardı.
Çünkü Franky’nin istediği şey... mümkün değildi.
İnsan kendi yüzünü öyle kolayca geride bırakamazdı.
Ve Franky, bunu anlayabilecek kadar akıllı bir adamdı.

“Bak Franky,” dedi Loid, bir öneride bulunurcasına,
“mükemmel bir randevu planlamana yardım edebilirim. Ama başka biri olarak gidersen ve işler gerçekten yolunda giderse, sonra ne olacak? Her görüşmenizde gelip yeniden yüzünü mü değiştireceksin?”
Loid’in sesi yumuşaktı ama taşıdığı ciddiyet açıkça hissediliyordu.
“Eğer bu kıza gerçekten âşıksan… o zaman olduğu gibi git. Kendin olarak. Yapabileceğin en iyi şey bu.”

Bunu söyledikten sonra Loid bir kez daha arkasını döndü ve yürümeye başladı.

“...tzar,” diye mırıldandı Franky.
Sesi o kadar kısıktı ki, yüzü hâlâ yere bastırılmışken zar zor duyuluyordu.

Loid, sokağın girişinde durdu.
“Ne dedin?”

Franky başını kaldırdı.
“Baltzar kızı,” diye tekrarladı.
Kalın gözlükleri, yüzündeki olası duyguları gizliyordu.

Loid’in kaşları çatıldı.
“Baltzar mı? Şu ünlü müzisyen ailesi mi?”

“Aynen.”

Baltzarlar, dünyanın en meşhur müzisyen ailelerinden biriydi.
Ve onların koruyucuları arasında, WISE’ın bilgi edinmek isteyebileceği sayısız Ostanian elitinin yer aldığı kesindi.
Bu, Loid için son derece cazip bir istihbarat hattı olabilirdi.

“Alessa da annesinin opera topluluğunda çıkış yapmaya hazırlanıyordu,” dedi Franky, duygu içermeyen, donuk bir sesle.
“Eğer tekrar görebilirse… dünya çapında bir sansasyon olabilir. Bu da beraberinde pek çok istihbarat fırsatını getirir.”
“Bana yardım etmek… senin için de iyi bir anlaşma olabilir.”

Franky’nin sözleri Loid’in kulağında soğuk bir şekilde yankılandı.
“Ve sen… bununla gerçekten başa çıkabileceğine emin misin?”
Loid’in sesi de onunkinden farksızdı—katı ve buz gibiydi.

“Evet, eminim.”
Franky’nin yüz ifadesi, Loid’in daha önce hiç görmediği türdendi.

“Anladım.”

“Gerçekten bu mu cevabın?”
Loid, erdemli biri gibi davranmıyordu ve Franky’nin ona sunduğu şeyin değerini inkâr edemezdi. Bir casus olarak bunu hevesle kabul etmesi gerekirdi.

Ama karşısındaki adama bakarken içi bir tuhaf buruklukla doldu.

Loid sayısız kadını kandırmış, kendi amaçları için kullanmış ve onlara işine yaramadıklarında acımasızca sırtını dönmüştü. Bunun için asla özür dilemeye niyeti yoktu ve dilemiş olsa bile, onların affedeceğine inancı da yoktu. Ellerinde kir vardı, ama görevini yerine getirmek zorundaydı, koruması gereken idealler vardı.

Bunların hiçbiri kendi tatmini için değildi.

Ama Franky, sevdiği kişiyi kaybetme korkusuyla, onu kandıracak ve hatta farkında olmadan onu yabancı bir istihbarat teşkilatının muhbiri haline getirecekti.

Loid’in içini sızlatan şey tam da buydu.

Franky casus bile değilken neden böyle bir şeye kalkışıyordu ki...?

Cevap birden kafasına dank etti.

Loid hayal kırıklığına uğramıştı. Franky aptalca hareketler yapabilirdi ama kötü biri olduğunu hiç düşünmemişti. Çünkü ne kadar hafif davranışlar sergilese de, Franky nefret etmek zor olan biriydi. Biraz sakar, biraz da komik ama yine de kendini affettiren yanları vardı. Tüm bunlar bir yana, Loid uzun zamandır genel olarak iyi niyetli, cazibeli olmaya çalışan bu muhbirden hiç hoşlanmamıştı bile. Aslında yakın zamana kadar “arkadaşlık” gibi duygusal bağlardan vazgeçmemiş olsaydı, ona karşı az da olsa bir şeyler hissedebilirdi—

“Saçmalıyorsun!”

Kendi düşüncelerinden hızla sıyrıldı Loid. Ne yapıyordu böyle? Kimseye güvenmiyordu. Kimseye karşı his beslemiyordu. Bunlar onun yaşama kuralları değil miydi? Onun gibi insanların hayatta kalabilmesi için uyması gereken kurallar?

Ben bir casusum, bu adam ise değerli bir bilgi kaynağı. Daha fazlası değil, daha azı da değil. Franky’yi sevgilisinden ayrıldığında neşelendirmem, onu yemeğe davet etmem ya da kadınları baştan çıkarmanın sırlarını öğretmem gerekmiyor. Böyle bir ilişkiye ihtiyacımız yok. Hiç olmadı zaten.

“Peki, yapacağım,” dedi Loid.

“Teşekkür ederim,” Franky rahat bir nefes alarak söyledi. Eski haline dönmüştü, yüzündeki bükülmüş ifade kaybolmuştu. “Sana borçluyum.”

Loid, onu soğuk gözlerle süzdü ama hiçbir şey demedi. Ardından döndü ve bu sefer gerçekten uzaklaştı.

Dışarısı kusursuz bir havaya sahipti.

Buradaki konumu sadece bir kılıf olabilir, ama Dr. Loid Forger gerçekten hastanede çalışıyordu. Gizlenmesi gereken bir yer değildi burası; yine de Loid, binanın arkasındaki gölgelerde saklanıyor, Franky ile Alessa’nın buluşma noktasında olabildiğince fark edilmeden bekliyordu.

Bu arka bahçeyi iyi biliyordu; daha önce kaçış yolu olabileceğini tespit etmişti. Her zamanki gibi boştu. Beyaz güllerin kim tarafından ve neden dikildiğini bilmiyordu ama bu çiçekler, mekâna daha da yalnız bir hava katıyordu.

“Affedersiniz. Siz… Franky misiniz?”

Alessa geç kalmış ve oldukça gergin görünüyordu; Franky’nin güllerin yanındaki banka oturmuş haliyle karşılaştı.

“Evet, benim,” dedi Franky, ayağa kalkarak. Neredeyse Franky’den eser yoktu üzerinde. Yumuşak, dağınık kahverengi saçları ve genç, narin yüz hatları ufak yapısına çok yakışıyordu. Üzerinde sade gri bir boğazlı kazak, parlak kot pantolon ve spor ayakkabılar vardı; bu gün için özel olarak almıştı kıyafetleri. O kalın, ikonik gözlükler yoktu, sol kulağındaki tek küpe de artık yoktu.

“Ameliyatını sağ salim atlattığına çok sevindim,” dedi.

Franky’nin sahte yüzünde bir gülümseme yayıldı ve Alessa utanarak karşılık verdi. İfadelerinden birbirlerine karşı ne kadar sevgi besledikleri çok netti.

Alessa tartışmasız güzel bir genç kadındı. Güzelliği, gençliği, Baltzar soyadı ve Franky’nin yemin ettiği gibi sahip olduğu şarkı tutkusu göz önüne alınırsa, annesinin operadaki başarısını yakalaması hatta aşması kesin gibiydi.

Ve kaçınılmaz olarak birçok nüfuzlu patron edinecekti. İster istemez, onun üzerinden pek çok bilgi—hem faydalı hem başka türlü—gelecekti. Onun farkında olmadan, sevdiği adam tarafından çoktan bir istihbarat kaynağı haline getirilmişti.

O günden beri Franky pek konuşmamıştı. O sabah, maskenin özel makyajını yaparken bile gereğinden fazla konuşmamıştı.

“Ve gerçekten buna hazır olduğundan emin misin?”

Bir anda o anı hatırlayıp kendinden tiksindi Loid. Her zaman mantıklı düşünmeyi ve görevlerini mümkün olduğunca sorunsuz ilerletmeyi önceliklendirmişti. Ne zaman böyle alakasız endişeler beslemeye başlamıştı ki?

Bu düşünceleri bir kenara itti ve önündeki iki kişiye odaklandı.

“İşte, taburculuğunuzu kutlamak için küçük bir şey,” dedi Franky, Alessa’ya bir demet çiçek uzatırken.

Alessa kızardı ve beyaz dalyalarla dolu demete burnunu gömdü. “Çok güzel.”

Alessa taburcu olacağı zamanı, Franky’nin evine ziyaretine ne kadar istekli olduğunu ve onu ailesi ve abisiyle tanıştırmayı ne kadar çok istediğini anlattı.

Franky, sakin ve sessizce onu dinliyordu.

“Ah, ve taburcu olduktan sonra lunaparka gitmek istiyorum! Hayatımda en azından bir kere dönme dolaba binmek istiyorum. Hep prova ve çalışmalarla o kadar meşguldüm ki böyle şeylere hiç zaman ayıramadım. Ama şimdi, ameliyattan sonra, ailem dinlenmem ve iyileşmem için bana zaman ayırmamı söylüyor ve… Eğer sakıncası yoksa, oraya seninle gitmek istiyorum, Franky.”

Alessa bu son ricayı fısıltıyla, çok nazikçe dile getirdi.

Loid, Franky’nin bu isteğe sevinip gülümseyerek “Evet” diyeceğini bekliyordu, ama Franky başını bile sallamadı.

“Şey, dinle,” dedi, sessiz bir sesle. “Sana söylemem gereken bir şey var.”

“Ah?” dedi Alessa, gülümseyerek. Gözleri küçük bir çocuğunki gibi açık ve güven doluydu, Franky’nin ne diyeceğine karşı sıcak bir tebessüm an be an patlamaya hazır gibiydi.

Franky tedirgince etrafa baktı. Yüzünde nazik bir gülümseme vardı. “Acil bir iş için yurt dışına gitmem gerekiyor, bu yüzden seni tekrar göremeyeceğim. Üzgünüm.”

Yeni filizlenen gülümseme Alessa’nın dudaklarında donup kaldı.

“Ne—ne?”

Loid onun kadar şaşkındı. Böyle bir şeyi beklememişti. Franky orada oturuyordu, Loid’in yaptığı dudaklarla sakin bir şekilde gülümsüyordu.

“Neden?”

Alessa, elindeki çiçek demetine sıkıca tutundu, hayal kırıklığıyla.

“Ama… ama sonsuza kadar yanımda olacağına söz vermiştin, Franky!”

“Çok özür dilerim,” dedi Franky. Sesi Loid’in hayal bile edemeyeceği kadar nazikti. Ama bu nezaketin ardında gerçek bir güç ve kararlılık vardı. Bu geri alınmayacak bir vaat gibiydi.

“Nasıl yaparsın?”

Alessa kekelemeye başladı. Gözleri doldu ve yanaklarından yaşlar süzüldü.

“Çok özür dilerim.” Franky tereddüt etti ve tekrar konuştu:

“Alessa? Bir kez daha benim için şarkı söyler misin?”

Loid’e göre, Franky’nin bu isteği neredeyse bir duaydı.

Birkaç burun çekme ve hıçkırığın ardından, Alessa şarkı söylemeye başladı. Sesi ağlamadan nasibini almıştı ama hüzünlü aşk şarkısı net ve güzel duyuluyordu. Franky tüm dikkatiyle dinliyordu, sanki o anı hafızasına kazımaya çalışır gibiydi.

Loid gözlerini kaçırdı. İkisinin de fark etmediği bir anda sessizce oradan uzaklaştı.

“Selam,” dedi Loid, Franky’ye yaklaşırken.

Franky her zamanki barlarında tezgâhın arkasında oturuyordu, elinde bir bardak, maskesi yoktu ve yüzü içkiden kızarmıştı. Loid’in selamına sessizlikle karşılık verdi.

Loid tezgâha oturdu, aralarında bir koltuk boş bırakarak. Yaşlı ve az konuşan barmene martini sipariş etti.

“Hâlâ o artistik şeyleri içiyorsun ha?” diye homurdandı Franky. “Bana da bir tane,” diye seslendi barmene.

Barmen, içlerinde zeytin olan iki sert kokteyli getirdi. Adamlar bir süre sessizce içkilerini yudumladılar. Sonunda Franky sessizliği bozdu.

“Üzgünüm,” diye mırıldandı. “Seni kandırmamam gerekirdi.”

“Sorun değil,” dedi Loid, martini bardağına dalmış halde. “Eğer yaptığın şeyi yapmasaydın, senden çok daha az şey düşünürdüm.”

“Gerçekten değişmişsin,” diye güldü Franky. “Bu şekilde devam edersen erken mezarı boylayacaksın.”

Sözlerinde hafif bir endişe, hatta şefkat tonu vardı. İkisi yeniden sessizliğe bürünüp içkilerini yudumlamaya koyuldular. Franky tekrar konuştuğunda, kan çanağı olmuş gözlerini bara dikmişti.

“Alessa, gerçekten güzel şeylerin arasında yaşamalı.”

“Hmm. Anlıyorum,” dedi Loid.

Loid’in tahminine göre, karanlıkta yaşayan biri olan Franky, kendisini o ‘güzel şeylerin’ arasında sayamıyordu. İşte bu yüzden bitirmişti. Ama diğerlerinden farklı olarak, Alessa onun dış görünüşünü asla önemsemeyecek tek kızdı. Franky nasıl görünürse görünsün, onu kabul edecekti. Hatta belki de Franky’nin bir istihbarat satıcısı olduğunu bile kabullenebilirdi—

Ah, fark etti Loid aniden. Franky bunu da biliyordu. Alessa’nın ne kadar saf ve iyi kalpli olduğunu anlamıştı. İşte bu yüzden Loid’in karşısına âşık bir aptal rolüyle çıkmış, başka birine dönüşmek için yalvarmıştı. Çünkü bir gün yolları tekrar kesişirse, Alessa bu Franky’nin “onun” Franky’si olduğunu asla bilmesin istemişti.

“Bunu baştan neden bana doğru düzgün anlatmadın ki?” diye sordu Loid.

“Hmm?”

“Sana âşık olmuş bir kız olduğunu ve bu işi sonlandırmak için yardımıma ihtiyacın olduğunu söyleseydin yeterli olurdu.” Loid’e göre bunu bu şekilde açıklasaydı, yardım etmekte hiçbir sorun yaşamazdı. Bu kadar dolambaçlı yollara gerek yoktu.

“Sen ciddi misin?” diye burun kıvırdı Franky. “Ya yanılmış olsaydım? O zaman nasıl rezil olurdum düşünsene! Yerin dibine girerdim.”

Bu sözleriyle, Franky’nin eski hâline döndüğü anlaşılmıştı.

Loid, boş bardağını çevirerek içindeki zeytinin kenarlarda dolanışını izledi. “Beni kandırabilmiş olmana hâlâ inanamıyorum.”

“Aha! Demek o kadar da beceriksiz değilmişim!” Franky zaferle kahkaha attı. “Ama yahu… Gerçekten onunla birlikte olmak istiyordum. Doğru olanı yapmam gerekiyordu işte. Salak gibi davrandım.” Franky tezgâha kapandı ve abartılı bir şekilde inledi.

Loid, Franky’nin bu numaralarının ardında gizlemeye çalıştığı gerçek gözyaşlarını görmemek için başka tarafa baktı. Bunun yerine barmene seslenip kendisine ve arkadaşına bir tur daha kokteyl sipariş etti.
“Tebrikler! Sonunda eve dönüyorsun!”
“Yaptığın harika işler için bol şans!”
“Bir gün seni o opera sahnesinde izlemeye geleceğim, söz!”
“Lütfen anne ve babana da en iyi dileklerimizi ilet.”

Hastane müdüründen doktorlara, hemşirelere kadar herkes, Alessa’nın resmi taburculuğu için oradaydı. Birisi eline büyükçe bir çiçek buketi tutuşturdu.

“Benim için yaptığınız her şey için çok teşekkür ederim,” dedi Alessa, hastane kapısının dışında kendisini bekleyen arabaya doğru dönerken.

Herkesin gelmiş olması çok nazikti ama görmek istediği kişi orada değildi. Geçen günlerde, olayları nasıl bıraktığını düşünerek kendini hırpalamıştı.

“Bunu bana nasıl yaparsın?”
Bu, ona söylediği son söz olmuştu. Ama artık onun da kendi nedenleri olduğunu anlıyordu ve davranışının çocukça olduğunu kabul ediyordu.

Üzgünüm, Franky.
Ona ne kadar minnettar olduğunu söylemeyi ne kadar isterdi. Tüm kalbiyle inanıyordu ki, Franky şu anda dünyanın bir yerinde hâlâ onun için en iyisini diliyordu.

Onunla birlikte geçirdiği hatıralarla dolu hastaneden çıktı ve dışarıdaki meydanda genç bir adamın yanından geçti. Burun deliklerine tanıdık bir tütün kokusu doldu.
Franky?
Arkasını döndü ve adama baktı ama yanıldığını fark etti. Saçının rengi, tarzı, yüz hatları—her şeyiyle onun tanıdığı adama benzemiyordu.

Hayal kırıklığıyla başını eğdi, onun düşüncelerini aklından silmeye çalışarak arabaya bindi.

Araba çalıştı ve uzaklaştı.

Geçerken yanından geçtiği genç adam, onun uzaklaşışını izledi. Alessa bu sözleri hiçbir zaman duymayacaktı ama adam, içten bir fısıltıyla veda etti:

“Elveda.”

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


2   Önceki Bölüm