“Uzun bir yolculuk oldu, ama neredeyse bitti,” dedi Ah-Duo, geminin güvertesinde durup esintinin tadını çıkararak.
“Evet.” Cariye Lishu, korkulukları sıkı sıkı kavramıştı. Deniz tutması artık çok daha iyi olsa da, geminin aniden sallanıp onu yere düşürmesinden hep korkuyordu, bu yüzden bırakmıyordu. Ah-Duo, onun bu hâline gülümsedi; Lishu ise birden utanıp dudak bükerek karşılık verdi.
O anda güvertede onlarla birlikte bir nedime, Ah-Duo’nun “Rei” diye hitap ettiği genç bir kadın ve iki muhafız vardı.
Rei erkek kıyafetleri giyiyordu ama belli ki bir kadındı. Lishu, başta Rei karşısında afallamıştı, ama bir süre sonra durumun farkına vardı. Ah-Duo da erkek kıyafetleri giydiğinden, ikisi birlikte hoş bir manzara oluşturuyorlardı. İkisi de uzun, ince yapılı, hem güzel hem de çekiciydi. Lishu, onlara bakarken derin bir iç çekmeyi zor tutuyordu—birine hayranlıktan, diğerine ise kendisinde olmayan zarif güzellikten dolayı hayal kırıklığından.
Lishu on altı yaşındaydı ve hâlâ büyüdüğünü söylemek isterdi ama boyu geçen yıl uzamayı bırakmış, vücudu da artık daha kadınsı bir hâl alacak gibi görünmüyordu. Süt içmenin buna yardımcı olabileceğini duymuştu ve bir süre denemişti, ancak her seferinde midesi bulandığı için bırakmak zorunda kalmıştı.
Ne yazık ki nedimeleri onun sürekli tuvalete gidip geldiğini fark etmişti. Arkasından “çaresiz cariye” ve “süs cariyesi” gibi lakaplar taktıklarını biliyordu. Elbette bu onu üzmüş ve sinirlendirmişti—ama ne diyebilirdi ki? Doğru olduklarını biliyordu. En azından artık bu lakaplardan haberdardı. Bu bile, nedimelerinin ne dediğinden tamamen habersiz bir şekilde onlar için dans eden bir soytarı olmaktan çok daha iyiydi.
Lishu’nun yüzüne düşünceleri yansımış olmalı ki Ah-Duo sordu: “Arka saraya döndüğünde iyi olacak mısın?”
Eyvah! diye düşündü cariye ve zorla dudaklarını gülümsemeye zorladı. “İyi olacağım.”
Artık az da olsa müttefikleri vardı. Başnedimesinin yanı sıra, birkaç nedimesi son zamanlarda ona karşı daha anlayışlı davranmaya başlamıştı. Çamaşırları almaya gelen hizmetçi de ara sıra onunla konuşuyordu. Lishu, önceki başnedimesinin bu kadar düşük doğumlu biriyle konuştuğunu duysa ne düşüneceğini tahmin edebiliyordu, ama aynasını elinden almaya çalıştığında aldığı azar, kadını epey susturmuştu.
Çamaşırcı kız, çok sevdiği bir kitabı olduğunu ama okuyamadığını söylemişti, bu yüzden Lishu ona gizlice bir kopyasını çıkarıyordu. Arka sarayda hayat bu kadar sıkıcıyken, böyle küçük bir sır bile kalbi hızlandırmaya yetiyordu.
Ah-Duo ise hâlâ endişeyle bakıyordu. “Peki işini yapabilecek misin?”
“...Yapacağım,” dedi Lishu tekrar.
İşi: yani cariye olarak görevi. Bazen bu, törenlerde görev almak demekti, ama Ah-Duo’nun kastettiği bu değildi.
O, İmparator’un ziyaretlerinden bahsediyordu.
Şimdiye kadar Majesteleri, yaşından dolayı Lishu’yu odasına çağırmamıştı. Ama artık on altı yaşındaydı—artık “çok genç” sayılmıyordu. Bu yolculuk bittiğinde, onu bekleyen şeylerden biri de bu olacaktı.
“Sen Uryuu Bey’in kızısın. Bu yolculukta olanlar seni etkilemek zorunda değil. Hâlâ Gece Prensi’yle konuşabilirsin.”
Gece Prensi—arka sarayda hadım Jinshi kimliğiyle bulunmuş olan adam. Meğer bu kimlik sadece bir örtüymüş; gerçekte, adı neredeyse telaffuz edilemeyen biriymiş. İnsanlar ona “İmparator’un küçük kardeşi” ya da “Gece Prensi” diyordu.
Ama bu konuda Lishu sadece başını sallayabildi. Evet, arka saraydayken ona epey tutulmuştu. Resimden fırlamış gibi görünen, her zaman kendisine gülümseyen bir genç... Üst cariye olduğu için bu ilgisinin nezaketten ibaret olduğunu biliyordu ama yine de birinin adını söyleyip ona güzel sözler etmesi hoşuna gidiyordu.
Eskiden—henüz toy ve safken—Lishu buna sevinçle karşılık verebilirdi. Bu kadar güzel birinin, kendisini bu kadar etkileyen birinin kocası olabileceği düşüncesi, bir rüya gibiydi. Ama Lishu anlamıştı: O genç adamın büyüleyici gülümsemesi, aslında herkese gösterebileceği ve göstereceği bir gülümsemeydi. Bunu neredeyse bir yıl önce fark etmişti.
O an, İmparator’un küçük kardeşinin savunmasız bir şekilde gülümsediğini görmesiydi—göksel bir peri gülüşü gibi olan değil, sıradan bir gencin gülüşü. Lishu bunu daha önce hiç görmemişti ve bu, ona onun gözünde özel olmadığını acı bir şekilde hissettirmişti.
“Yapamazdım. O bana ziyan olurdu,” dedi.
Ah-Duo bunun üzerine sırıttı. “Ho ho. O zaman İmparator’un üst cariyesi olmaktan memnunsun demek?”
“Ah! Öyle demek istemedim—!” Lishu, sanki bu düşünceyi itebilecekmiş gibi ellerini salladı. Kendini Majesteleri’nin cariyesi olmaya bile layık görmüyordu. İmparatoriçe Gyokuyou ve Cariye Lihua, Lishu’ya sanki bulutların üzerinde yaşıyorlarmış gibi geliyordu; o kadar ulaşılmazlardı ki, ziyafetlerde onların yanında oturduğunda, orada bulunmasının gerçekten uygun olup olmadığını hep sorguluyordu. Bazen, kendi özgüvenini toparlamak için nedimelerine gerektiğinden daha sert davrandığını fark ediyordu. Bu düşünceyle yüzü utançtan yanıyordu.
“Öyle mi? O zaman ne demek istedin, sorabilir miyim?” Ah-Duo ona takılarak gülümsedi.
Lishu yanaklarını şişirdi—ama çok değil. Garip bir şekilde, Ah-Duo kendisine takıldığında bundan pek rahatsız olmuyordu.
Lishu, Gece Prensi’ne daha uygun biri olduğu gibi, İmparator’a da daha uygun birinin olduğunu düşünüyordu. Uzun bir süre sessiz kaldı.
“Ne oldu? Dilini mi yuttun?” dedi Ah-Duo, gözleri parıldayarak. Ama Lishu sessizce ona bakmayı sürdürdü. Ah-Duo yakışıklı bir genç adam gibi görünüyordu ama aslında bir kadındı. Bir zamanlar, Majesteleri’nin tek cariyesi bile olmuştu.
Hem kırmızı saçları ve yeşil gözleriyle egzotik bir cazibesi olan İmparatoriçe Gyokuyou, hem de açan bir gül gibi güzelliği ve zekâsıyla Cariye Lihua, Majesteleri’nin bahçesinin tam merkezine konmaya layıktı. Ama Lishu, “İmparator’un yanında durmaya en layık kişi kim?” diye kendine sorduğunda, zihni hep Majesteleri’nin hâlâ veliaht olduğu günlere gidiyordu. Ah-Duo ve Lishu birlikte çay içerken, Majesteleri’nin ara sıra kafasını uzatıp atıştırmalık bir şeyler aşırdığı, Lishu’yu dizine oturttuğu zamanlara… O zamanlar Lishu cahil bir çocuktu ve ona “Sakallı Amca” derdi. Bu, Majesteleri’nin yüzüne hafif bir gülümseme getirirken, Ah-Duo’nun ise kahkahalarla karnını tutmasına sebep olurdu.
Şimdi ise bu düşünce ona hayal bile edilemez geliyordu.
Lishu, tatlı bir şeyler atıştırırken onları izler ve içinden, Demek karı koca dediğin böyle oluyormuş diye geçirirdi. Ona göre dünyada birbirine bundan daha çok yakışan bir çift yoktu.
Belki de bu yüzden, bunun kaçınılmaz olduğunu bilse bile kabullenemiyordu. Cariye olduğu ilk andan itibaren bunun kaçınılmaz olduğunu bilmişti.
Lishu, Ah-Duo ile İmparator’un arasındaki bir engelden ibaretti—ve öyle kalacaktı. Gerçek hayatta aşkın, resimli parşömenlerdeki kadar güzel olmadığını biliyordu. Bunun kendi kaderi olduğunu da biliyordu. Ama yine de, çok sevdiği Ah-Duo’nun bu yüzden kendisinden nefret etmesinden endişe ediyordu. Hatta Lishu, arka saraya gelmemiş olsaydı, Ah-Duo’nun hâlâ cariye olabileceğini düşünüyordu.
Yine de bu, onun Gece Prensi’nin eşi olması gerektiği anlamına gelmiyordu. Sonunda, ne istediğini bilmeden, hayatın akışına kapılıp gidiyordu. Aşkı, ya da belki “aşk”ı, parşömenlerden ve romanlardan biliyordu—ama onun gerçekte ne olduğunu hiç anlamamıştı.
“Şuradan başkenti görebilirsin,” dedi Ah-Duo. Uzakta hâlâ puslu olsa da, sarayı çevreleyen devasa dış surlar seçilebiliyordu. “Ben odalara dönüyorum. Eşyalarımı toparlamak istiyorum.” Ah-Duo, yanında sadece en az sayıda hizmetçi bulunduruyordu; çoğunlukla kendi işini kendi görüyordu. Bu, Lishu’nun gözünde onu son derece etkileyici kılıyordu.
“Ben de!” dedi Lishu, korkuluğu bırakıp Ah-Duo’nun peşinden gitmek üzere. “Ah!” diye haykırdı.
Korkuluğun tahtası biraz pürüzlüydü; bir kıymık avucuna batmıştı. Parmağıyla bastırıp çıkarmaya çalıştı ama tek yaptığı, elini kanatmak oldu. Acının verdiği ani öfkeyle, zihninde başka bir anı canlandı.
Gece Prensi’nin bir hizmetkârı, Lishu’yu iki kez kurtarmıştı—ilkinde haydutlardan, ikincisinde yabancı diyarlardan gelen vahşi bir hayvandan. İlk olayda haydutları kolayca püskürtmüştü, ama Lishu korkudan arkada büzüldüğü için yüzünü görememişti. Onu ilk kez yüz yüze görmesi, ancak aslan saldırdığında olmuştu. Daha yaşlı olacağını sanmıştı, ama aralarında beş yıldan fazla fark olmadığını fark etti. Sonradan onun Ma klanından olduğunu öğrendi.
Genç adam elini incitmişti—belki de aslana indirdiği o sert darbede—ve tedavi ediliyordu; Rei ona yardım etmek istemişti ama genç adam reddetmişti. Ancak eczacı kız bunu fark etmiş ve onun itirazlarına rağmen ilk yardımda bulunmuştu. Eczacı kız oldukça soğukkanlıydı ve genç adam, homurdansa da, tedavi olmasına izin vermişti. Lishu onların iyi arkadaş olduğunu anlamıştı ve bu düşünce onu üzmüştü.
Kaldıkları süre boyunca, onu teşekkür edip etmemesi gerektiğini defalarca düşünmüştü. Ama sonunda, kendisini burnu akan, perişan bir hâlde görmüş olmasının utancıyla, onunla konuşmaya cesaret edememişti. Genç adam başka birine hizmet ediyor olsa da, kendi başına saygın bir aileden geliyordu. Belki de Lishu’yu görgü bilmeyen küçük bir kız olarak görüyordu. Ona en azından bir mektup göndermeyi istese de, bulunduğu konum buna izin vermiyordu. İzin verse bile, yine de göndermezdi; o cesaret onda yoktu.
Lishu derin bir hüzne kapıldı. Elindeki kıymığa bakarak kamarasına döndü.
“Sanırım bir süreliğine vedalaşıyoruz,” dedi Ah-Duo hafifçe, başka bir arabaya binerken. Normalde gemi iskelesinde yolları ayrılacaktı, fakat Lishu ısrar etmiş, Ah-Duo’yu başkente dönüş yolunda aynı arabayı paylaşmaya ikna etmişti. Lishu, keşke saraya kadar birlikte gidebilselerdi diye çok istemişti, ama bundan vazgeçmişti. Ah-Duo onu belki hoş görebilirdi, fakat Lishu, kendi hizmetçisinin giderek rahatsız olduğunu fark etmişti. Ah-Duo’yu daha fazla rahatsız etmemeye karar verdi.
Ah-Duo’nun arabası uzaklaşırken Lishu, onu pencereden izledi. Ardından kendi arabası arka saraya doğru yola koyuldu. Alışık olmadığı altı haftalık yolculuk, Lishu’yu epey yıpratmıştı. Günlerce ya arabada ya da gemide geçmiş, kavurucu güneşin altında cildi yanmıştı. Böcekler olmuştu, üstüne üstlük önce haydutların, sonra da bir aslanın saldırısına uğramıştı. Düşenin dostu olmaz derlerdi ya—tam da öyleydi.
Ama işin doğrusu, yine de eğlenceli olmuştu. Arka saraydaki hayat her türlü rahatlığı sunsa da çok sıkıcıydı. Lishu, uzun zaman sonra nedimelerini tekrar göreceği için mutluydu, fakat onların arasında kendisinden hoşlanmayanların da olduğunu biliyordu. Yine de onlarsız, cariye olarak vakarını koruması mümkün olmazdı.
Yanında oturan nedimesine baktı—o, aslan saldırısından beri Lishu’ya korku dolu bir yüzle hizmet ediyordu. Babası tarafından Lishu’ya hizmet etmesi için görevlendirilmişti, ama onu neredeyse tamamen görmezden gelmişti. Belki Lishu’nun üvey kız kardeşi tarafından böyle yapması söylenmişti, belki de cariyenin gayrimeşru bir çocuk olduğu dedikodularına inanıyordu. Belki de ikisi birden. Lishu, kadının arka saraya kendisiyle dönmeyecek olmasına içten içe seviniyordu.
Araba sarayın kapısından geçti, arabacı yazılı izin yerine geçen mührü gösterdi.
Lishu, doğrudan arka saraya gideceklerini sanıyordu. Bu yüzden, arka sarayın kapısı hâlâ uzaktayken arabanın durmasına şaşırdı. “Ne oluyor?” diye sordu yanındaki nedimesine.
Kadın huzursuzca arabacıya bakmaya çalıştı, sonra aynı tedirginlikle Lishu’ya döndü. “Görünüşe göre sizinle konuşmak istiyorlar, efendim.”
Tam o anda birkaç orta yaşlı kadın arabaya bindi. Lishu onları arka sarayda hiç görmemişti—kıyafetlerinden, asıl sarayda görev yapan hademe hanımlar olduklarını anladı.
Ortadaki kadın diz çökerek, “Leydi Lishu,” dedi. “Lütfen en derin özürlerimizi kabul edin, fakat önümüzdeki bir ay boyunca arka sarayın dışında kalmanız rica olunacak.” Başını kaldırdı ve Lishu’nun gözlerinin içine baktı.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.