Sığınağın paramparça olmuş ana katı, bir mezar sessizliğine gömülmüştü. Dışarıdaki havan toplarının o bitmek bilmez uğultusu nihayet dinmişti. İçerideki savaş, yerini dehşet dolu bir bekleyişe bırakmıştı. Acil durumun uğursuz kırmızı ışıkları, havada asılı duran yoğun toz bulutunu kan rengine boyuyor, her gölgeyi hareket eden bir tehdit gibi gösteriyordu.
Albay Ferid, omzundaki derin yanıktan sızan kana aldırmadan duvara yaslanmış, ayakta durmaya çalışıyordu. Dev Brakk, dizlerinin üzerine çökmüş, hırıltılı nefesler alarak can çekişiyordu. Kızıl Yara’nın sağ kalan savaşçıları, liderlerinin arkasında taş kesilmişti. Ve kaosun merkezinde, çöken tavanın enkazı üzerinde, “Felaket“ duruyordu.
Patriot’un devasa, kırmızı auralı silüeti, sığınağın diğer ucunda, bir enkaz yığını gibi duvara yığılmış olan Leo’nun felçli bedenine kilitlenmişti. Kımıldamıyordu. Sadece, o anlamsız, küçük varlığa bakıyordu; sanki dünyada ondan başka hiçbir şey yokmuş gibi, sanki az önce kendi zihnine girmeye çalışan o cüretkâr böceği inceliyordu.
Lider Lyra, bu cehennemi andıran duraksamayı izlerken, elini yerdeki titreyen betona dayadı. Toz ve enkazın pürüzlü dokunuşu, zihninde sadece birkaç saat öncesinin umutsuz bir anısını tetikledi.
...Dışarıda, zehirli sisin ve havan topu seslerinin ortasındaydılar. Renard, Hükümet’in ’İzci’sinin kopmuş, işkence görmüş kellesini elinde sallayarak önünde durmuştu. Yüzünde o her zamanki tehlikeli sırıtış vardı.
“Bu bir alay konusu, Lyra. Açık bir davet,“ demişti Renard, sesi alaycılık ve şüphenin keskin bir karışımıydı. “Hükümet komutanı, adamının ’Adalet Sarayı’nın Batı Kanadı’nda yaralı olduğunu’ iddia etti. Ve biz, tam da o kanada giden son devriye ekibimizin sessizliğe gömüldüğünü öğrendik! Bize gerçekten sığınağın yerini verdiğini mi sanıyorsun, yoksa bizi bir mezbahaya mı çağırıyor?“
Lyra’nın gözleri çakmak çakmaktı. “Mezbahanın içindeyiz zaten, Renard! Hükümet’in havanları tepemizde, ciğerlerimizde bu zehir... Başka şansımız var mı sanıyorsun? O sığınak ister bir kurtuluş kapısı olsun, ister üzerimize kapanacak bir giyotin... Oraya gitmek zorundayız.“
Emir vermişti. “Tüm birimleri topla. Eğer bu bir tuzaksa, ilk giren ben olacağım. Ve o kapı arkamdan kapandığında, sağ kalanların komutası sendedir.“ Renard, bu intihar görevinden ne kadar nefret etse de, liderinin kararlılığı karşısında başını eğmek zorunda kalmıştı.
“Sakın ölme,“ diye tıslamıştı...
Anı, şimdiki zamanın kırmızı karanlığında kayboldu. Lyra, sarsılmaz bir iradeyle yanındaki Renard’a döndü.
Renard, Lyra’nın yanına yaklaştı, sesi enkazın gürültüsünü delecek kadar keskindi. “Patriot’un gelişi bir şeyi doğruladı: Hükümet’in topları artık bir tehdit değil. Oyalama savaşları bitti, Lyra. Artık asıl düşmanımızla baş başayız: Bizi yavaş yavaş boğan bu zehirli hava. Tek şansımız, o canavarın varlığını bir kalkan gibi kullanıp bu enkazda dayanabildiğimiz kadar dayanmak ve sis dağıldığı an herkesi farklı yönlere dağıtmak.“
Renard, liderinin onayını bekleyerek geri çekilme işareti vermeye hazırlandı. Bu korkakça bir plandı, evet, ama hayatta kalmanın tek mantıklı yoluydu. “Emri ver,“ diye fısıldadı sabırsızca. “Adamları gölgelere çekelim.“
Ancak Lyra kıpırdamadı. Bakışları, Renard’ın gösterdiği kaçış rotasında değil, odanın ortasındaki o koca kütlenin üzerindeydi. Bir gariplik vardı.
Normalde, Patriot’un öfkesi bir sel gibi her şeye çarpardı. Ama şu an... Mızrağını kaldırmış olmasına rağmen, heykel gibi donup kalmıştı. O yıkıcı kırmızı aura, sığınağa rastgele yayılmıyordu; tek bir noktaya, adeta hipnotize olmuş gibi kilitlenmişti.
Lyra, Renard’ın kolunu sertçe tutarak onu sarstı. Gözlerini o devasa silüetten ayırmadan, “Bekle,“ dedi, sesi buz gibiydi. “Kaçış planını unut. Yanılıyorsun Renard. O bize saldırmıyor.“ Lyra’nın gözleri kısıldı, sesi Renard’ın kulağına bir fısıltı gibi ulaştı. “Farkında mısın? Bizi görmüyor. Bütün dikkati o çocukta. O velet, o canavarın üzerine atladı ve herkesi felç eden o mutlak ’İktidar’ yeteneğini bozdu. Bu, ya bir zayıflık... ya da bir saplantı.“
Lyra’nın zihninde yeni bir plan şekillendi. Acımasız, soğuk ve keskin bir plandı bu. “Kızıl Yara’nın en hızlısı sensin,“ dedi Renard’a, gözlerini ayırmadan. “Ama ne kadar hızlı olursan ol, o Felaket’in karşısında bu kadar yakınken bir hiçsin. Sana bir fırsat yaratacağım. O çocuğu kap, bu cehennemden çıkar ve canavarın öfkesini de beraberinde götür. Adamlarımıza zaman kazandır. Hepsi sığınağın alt katlarına çekiliyor.“
Renard, bu yeni, neredeyse intiharla eşdeğer emre baktı. Lideri, canavarı oyalayacaktı. O ise yemi alıp kaçacaktı. Sorgulamadı. Bu dünyada hayatta kalmak için bazen yemi ateşe atmak gerekirdi. Sadece başını salladı. Plan yapılmıştı.
Odanın karşı tarafında, Albay Ferid de kanının çekildiğini hissederek aynı sahneyi izliyordu. Omzundaki alevli kılıç yarası dayanılmaz bir acı veriyordu ama zihni hâlâ bir stratejist gibi çalışıyordu.
Bu çocukta tuhaflıklar olduğu belliydi... Ama şimdi... Patriot’un herkesi felç eden o korkunç ’İktidar’ yeteneğini ve o gücün işe yaramadığı tek kişiyi hatırladı: Leo.
O, bu canavarın mutlak iradesine karşı tek anahtar, diye düşündü Ferid, dişlerini sıkarak. Onu kaybetmemeliyiz. O artık sadece bir öğrenci ya da asker değil... O, Hükümet’in elindeki en değerli silah.
Ferid, Leo’ya doğru hamle yapmak, onu korumak istedi ama bedeni ihanet etti. Yaraları çok ağırdı ve Patriot, Leo’ya çok daha yakındı. Sadece izleyebildi. Çaresizce, bir mucize ya da bir felaket bekleyerek.
Sığınağı dolduran gerilim, bir duman bombasıyla parçalandı. Renard, sığınağın zeminine birkaç küçük disk fırlatmıştı. Kalın, boğucu ve gri bir sis, anında yayılarak kırmızı acil durum ışıklarını yuttu ve her yeri yoğun bir karanlığa gömdü. Patriot, hedefinin dumanın içinde kaybolduğunu anladığı an kükredi.
Bu, yaralı bir hayvanın sesi değildi; bu, cehennemin derinliklerinden kopup gelen, sığınağı temellerinden sarsan, beton blokları titreten saf bir gazabın sesiydi. Devasa metal gövdesi, korkunç bir gıcırtıyla döndü. Kaskından sızan kırmızı ışık, dumanı bir lazer gibi delerek Renard’ın kaçtığı koridorun zifiri karanlığına kilitlendi. Ölümcül mızrağını kaldırdı. Sadece o silahın ucu bile, kaçınılmaz bir sonun habercisi gibi uğursuzca parlıyordu.
Tam o anda, kaosun içinden bir çığlık yükseldi: “SENİN RAKİBİN BENİM!“
Lyra, söz verdiği fırsatı kendi elleriyle, kendi canıyla yaratmıştı. Enkazın üzerinden alevli bir meteor gibi atıldı. SS-Seviye gücünün tamamını, kaybettiği yoldaşlarının intikamını ve hayatta kalanların umudunu tek bir noktaya, tek bir darbeye odakladı. Kılıcı, binlerce derecelik bir ısıyla parladı.
Alevli kılıç, Patriot’un devasa omzuna, bir dağı yarmaya çalışırcasına, korkunç bir güçle çarptı.
Ancak sonuç, dehşet vericiydi.
Darbe, bir dağı gıdıklamaktan öteye gidemedi. Patriot’un zırhı çizilmedi, sarsılmadı bile. O, durdurulamaz bir güçtü.
Fakat Lyra’nın SS-Seviye gücünün saf, yıkıcı kuvveti, Patriot’un devasa ağırlığıyla ve darbenin ivmesiyle birleşince, zaten hasar görmüş olan sığınağın zemini daha fazla dayanamadı. Beton, acı dolu bir çığlık gibi gıcırdadı ve parçalandı.
Lyra ve Patriot, kopan devasa bir beton bloğun üzerinde, bir enkaz şelalesiyle birlikte sığınağın daha da alt katlarına, bilinmezliğin zifiri karanlığına doğru düştüler.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.