Yeraltı şehrinin metalik sessizliği, sadece Patriot’un ağır ve ritmik adımlarıyla bozuluyordu. Her adım, yaklaşan bir kıyametin saati gibi tıkırdıyordu.
Lider Lyra, sırtını soğuk bir konteynerin duvarına yaslamıştı. Bacakları titriyor, kaburgaları nefes aldıkça ciğerlerine batıyordu. SS-Seviye gücü tükenmiş, alevleri sönmüştü. Karşısında yürüyen şey bir düşman değil, kaçınılmaz bir sondan ibaretti.
Patriot, aralarındaki son mesafeyi kapattı. Devasa gölgesi, Lyra’nın üzerine bir mezar taşı gibi düştü. Kırmızı aurası, Lyra’nın yüzündeki korkuyu aydınlatıyordu. Hiçbir şey söylemedi. Sadece o devasa, kan kırmızısı mızrağını kaldırdı. Niyeti infazdı.
Mızrak, havayı yırtan tiz bir ıslıkla indi. Lyra’nın bedeni, düşüncelerinden daha hızlı hareket etti. Saf bir hayatta kalma içgüdüsüyle kendini sağa savurdu. Ancak Felaket’ten kaçış yoktu; sadece bedel vardı.
Mızrağın ucu betonu parçalarken, yanından geçtiği Lyra’nın sol omzunu yakaladı. Etin, kemiğin ve zırhın aynı anda parçalanma sesi, sığınağın soğuk duvarlarında korkunç bir yankı bıraktı. Lyra’nın sol kolu, mızrağın yarattığı basınçla dirseğinin üzerinden koparak savruldu. Kan, sıcak bir nehir gibi beton zemine boşaldı.
Lyra, acıdan kör olmuş bir halde yere kapaklandı. Dünya dönüyor, görüşü kararıyordu. Ama Patriot durmadı. Devasa gövdesini yavaşça çevirdi. Mızrağını saplandığı betondan söküp çıkardı ve tekrar kaldırdı. Bu kez ıskalamayacaktı.
Ölümün soğuk nefesi ensesindeyken, Lyra’nın içinden volkanik bir isyan yükseldi. Acı, korkuyu bastırdı. “YETER!“
Lyra, kalan tek koluyla yerden destek alıp kanlar içindeki yüzünü Patriot’a çevirdi. Gözlerinde yaş değil, saf bir nefret vardı.
“Sadece ölmemi mi istiyorsun? Ha?!“ diye haykırdı. Sesi, kırık ve hırıltılıydı ama yankılanıyordu. “Bütün hayatım... Bütün o lanet olası hayatım boyunca sadece nefes aldığım için suçlandım! Şu saçlarıma bak!“ Sağlam eliyle kan ve ter içindeki kızıl saçlarını kavradı.
“Sırf bu renk yüzünden ’cadı’ dediler! ’Uğursuz’ dediler! Köylerden taşlanarak kovuldum! Sonra o hastalık geldi... Bedenim çürürken bana yardım eli uzatmak yerine ’İfrit’ deyip yüzüme tükürdüler! İnsanlık dışı bir atıkmışım gibi muamele gördüm!“
Patriot’un mızrağı havada asılı kaldı. Kaskının altındaki gözler, bu kırık kızın çığlıklarına kilitlenmişti. “Ama ben hayatta kaldım!“ dedi Lyra, sesi titreyerek. Zihninde Renard’ın alaycı ama sadık yüzü, Kızıl Yara’nın yaşlı üyelerinin ona şefkatle bakan gözleri canlandı. Onlar, Lyra’daki canavarı değil, lideri görmüşlerdi. “O insanlar... O dışlanmışlar bana inandı! Renard, yaşlılar, o çocuklar... Hepsi bana ’Lider’ dedi. Onlar benim ailemdi!“
Lyra, dişlerini sıkarak, kan kaybeden bedenini zorla dikleştirdi. Patriot’un o ruhsuz kaskına, ölümün gözlerinin içine baktı.
“Benim omzumda sadece bu örgütün yükü yok... Bana güvenen herkesin umudu var. Onları bu kaosun ortasında, senin gibi bir canavarın insafına terk edemem! Duyuyor musun beni? BURADA ÖLEMEM!“ Sesi sığınağın duvarlarında çınladı.
Patriot, binlerce yıldır sayısız savaş görmüştü. Sayısız yalvarış, sayısız lanet duymuştu. Ama bu kızın gözlerindeki o saf, lekesiz kararlılık... O, kendisine bir şeyi hatırlatmıştı. Çok eski, çoktan unuttuğu bir şeyi. Mızrağı tutan eli, milimlik bir tereddütle titredi. İlk defa. Öldürmek için kaldırdığı eli, inmiyordu. Tam o gergin sessizliğin ortasında, karanlığın içinden gevrek, cüretkâr bir ses duyuldu.
Zayıf, ritmik ve alaycı bir alkış sesi...
Patriot ve Lyra, aynı anda sesin geldiği yöne, gölgelerin en koyu olduğu köşeye döndüler. Orada, devasa bir konteynerin üzerinde bir siluet oturuyordu. Arkasında, sanki gerçekliğin dokusundan yırtılmış gibi duran, üzerinde bulut desenleri hareket eden garip, metalik bir kutu süzülüyordu. Adamın yüzü yoktu. Düz, pürüzsüz siyah bir ten rengi maske... ya da deri.
Lyra, o silueti gördüğü an kalbi tekledi. Bir tanıdıklık hissi... Midesini bulandıran, tüylerini diken diken eden, adını koyamadığı o his. Bu kim? Neden... neden ruhum onu tanıyor?
Patriot ise kaskını yavaşça o yöne çevirdi. Kırmızı aurası tehlikeli bir şekilde dalgalandı. “Sen...“ dedi Patriot, sesi bir deprem uğultusu gibiydi. “Seni son gördüğümde, omurgan daha dik duruyordu, iblis.“
Konteynerin üzerindeki o yüzsüz suratın tam ortasında, aniden dikey bir yarık açıldı ve devasa, kanlı bir göz bebeği belirdi. Ardından, adamın arkasındaki gölgelerde ve o bulutlu kutunun üzerinde onlarca farklı göz daha açıldı. Hepsi aynı anda Patriot’a odaklandı.
“Zaman, omurgaları büker, Lordum,“ dedi Scout. Sesi... O ses. “Lütfen... bu zamansız ziyaretimi ve küstahlığımı mazur görün.“ Lyra’nın nefesi kesildi. Dünya durdu. O ses. O tonlama. O yapmacık nezaket. Zihni, yıllar öncesine, o yağmurlu geceye savruldu. Babasının çığlıklarının kesildiği o ana. Karanlık bir siluetin, kan gölünün içinden çıkıp küçük Lyra’ya doğru yürüyüşü... O siluetin, titreyen omzuna dokunuşu...
“Korkma...“ demişti o ses. “Her şey geçti, küçük kızım. Baban huzura erdi. Artık ben varım.“ O ses, babasının sesi değildi. O ses, onu büyüten, ona emirler veren, onu Kızıl Yara’nın lideri yapan o “gölge“nin sesiydi.
Ama şimdi... o yüzsüz suratı, o açılan iğrenç gözleri görünce, zihnindeki sis perdesi vahşice yırtıldı. Babamı kurtaran o değildi... diye düşündü Lyra, dehşet içinde titreyerek. Babamı parçalayan oydu. Bütün o anılar, o şefkat dolu sözler, hepsi zihnine ekilmiş sahte tohumlardı. Yıllardır babasının katiline “Baba“ demiş, onun emirleriyle dünyayı yakmıştı.
Tüm hayatı, bu yüzsüz yaratığın yazdığı bir tiyatro oyunuydu. “Yalan...“ diye inledi Lyra, kopuk kolunun acısını bile unutmuştu. “Hepsi... koca bir yalan.“ Patriot, Scout’un üzerindeki gözlere tiksintiyle baktı. “Doktor’un seni yıllar önce parçalarına ayırıp yok ettiğini sanıyordum. Görünüşe göre o bile işini yarım bırakabiliyor.“
Scout, konteynerden aşağı süzülerek indi. Ayakları yere değdiğinde ses çıkmadı. “Maalesef Lordum,“ dedi, o yüzsüz suratındaki tek gözü kırparak. “O adam sandığınız kadar merhametli değil. Ölüm bir ödüldür. Ve Doktor, ödül vermeyi sevmez.“ Yavaşça Lyra ile Patriot’un arasına girdi, Lyra’ya sırtını dönerek Patriot’a baktı. “Küstahlığımı maruz görün Lordum. Ama o kızı öldürmenize izin veremem. O, sahibimin en sevdiği oyuncaklarından biri.“
Patriot’un kaskının altından derin, sarsıcı bir kahkaha yükseldi. “Sen?“ dedi, mızrağını Scout’a doğrultarak. “Benim karşıma dikilip, avımı alabileceğini mi sanıyorsun? Beni yenebileceğini mi sanıyorsun, eski dostumun köpeği?“ Scout, başını hafifçe eğdi. Arkasındaki onlarca göz, Patriot’un zırhının her noktasını tarıyordu. “Size karşı kazanabileceğimi mi? Asla. Haddimi bilirim Lordum. Sizinle savaşarak kazanma ihtimalim, bir karıncanın güneşi söndürme ihtimali kadardır. Ama...“ Gözleri kısıldı.
“...Sizi yenmem gerekmiyor. Sadece kaçmam gerekiyor.“ Patriot bir adım öne çıktı. “Kaçabileceğini düşündüren ne?“ Scout’un tek gözü, Patriot’un zırhının derinliklerine, o metalin altındaki gerçeğe odaklandı. “Görebiliyorum Lordum,“ dedi fısıltıyla. “Bedeniniz çürüyor. Deriniz, o lanetli hastalığın ateşiyle kaynıyor. Hatta... deriniz zırhınızın iç yüzeyiyle eriyip birleşmiş durumda. Her hareketinizde, etiniz metalden sökülüyor. Şu an, sadece ayakta durmak bile size cehennem azabı veriyor.“
Patriot duraksadı. Bu iblis, zırhının altındaki sırrı görmüştü. Scout derin bir nefes aldı, sesi bir tarihçi edasıyla yankılandı. “Sizinle en son karşılaştığımızda, Kraliçe’nin öldüğü gündü. O zamandan bugüne 2700 yıldan fazla zaman geçti Lordum. Ben bir şeytanım; zaman benim için akan bir nehir değil, içinde yüzdüğüm bir göldür. Ama siz...“ Scout’un sesi ciddileşti, saygı ve dehşet karışımı bir tona büründü.
“Yok olan kadim Svıtra ırkının son varisi. Son Lord, Casian. 20.000 yıldan fazla zamandır yaşıyorsunuz. Normal bir Svıtra’nın ömrünün en fazla 5.000 yıl olduğu düşünülürse... Bu varoluş, doğanın kanunlarına bir hakarettir. Bu korkutucu bir değer.“
Patriot’un kırmızı aurası titredi. “Hastalık vücudunuzu yakıyor, hücreleriniz her saniye ölüp diriliyor. Gücünüzün zirvesinde olmadığınızın, hatta o zirvenin gölgesi bile olmadığınızın farkındayım. Ama buna rağmen...“
Scout, duruşunu sertleştirdi. Arkasından çıkan siyah dumanlar, devasa ahtapot kollarına dönüştü. “...Buna rağmen, size karşı hiçbir zaman bir savaşı kazanma hayali ya da amacı gütmedim. Çünkü yaralı bir aslan, en sağlıklı çakaldan daha ölümcüldür.“
Ve Scout saldırdı. Sözlerinin bittiği yerde, o siyah, vıcık vıcık gölge kolları birer balyoz gibi Patriot’un üzerine indi. Amaç hasar vermek değildi; amaç itmekti.
Darbe, sığınağın zeminini çökertecek kadar ağırdı. Zemin sarsıldı, beton bloklar un ufak oldu. Dağ gibi, yıkılmaz duran Patriot, binlerce yıldır ilk defa, fiziksel bir darbenin etkisiyle geriye doğru sürüklendi. Botları betonu yararak derin izler bıraktı. Bir metre. İki metre. Beş metre.
“Seni solucan!“ diye kükredi Patriot. Ayaklarını sertçe yere vurarak kaymayı durdurdu. Kollarını iki yana açtı ve üzerindeki o siyah ahtapot kollarını paramparça etti. Gölgeler, siyah kan gibi etrafa saçıldı. Ama Scout o saniyeyi kullanmıştı bile.
Çoktan Lyra’nın yanına ulaşmış, onu tek koluyla kucaklamıştı. Lyra, o anda gözlerini açtı. Kendisini tutan kolların sıcaklığı, midesini bulandırdı. Babasının katilinin kucağındaydı. Kurtuluyordu... ama bir köle olarak.
“Bırak beni!“ diye bağırdı, ağzından kanlar saçarak. “Bırak! Ölürüm daha iyi!“ Sağlam kalan elindeki hançeri çekti. Gözü dönmüş bir öfkeyle, tereddüt etmeden Scout’un o yüzsüz suratına sapladı.
Hançer giriyor, siyah bir sıvı fışkırıyor, bıçak tekrar kalkıyor ve tekrar iniyordu. Anlamsız, çaresiz darbeler. Scout tepki bile vermedi. Yüzündeki göz, sadece sıkılmış bir ifadeyle Lyra’ya baktı. “Uslu dur kızım,“ dedi o iğrenç babacan tonla. “Eve gidiyoruz.“
Scout, tavana fırlattığı gölge kancasıyla yükselmeye hazırlandı. Ancak Patriot’un kaskının altından, sığınağın havasını donduran o tek kelime döküldü. “DUR.“
İktidar. Bu seferki, sığınağın üst katındakilere yaptığı gibi genele yayılan bir dalga değildi. Bu, tek bir noktaya, tek bir varlığa odaklanmış, saf, yoğunlaştırılmış bir emirdi. Hava katılaştı. Yerçekimi bin katına çıktı.
Scout, havadayken görünmez bir el tarafından yakalanmış gibi sarsıldı. Hızı, bir anda saniyenin onda birine düştü. Hareketi donma noktasına geldi.
Scout’un yüzündeki göz, dehşetle büyüdü. Bu... Bu imkânsız, diye geçirdi içinden. Bu kadar yaşlı... bu kadar hasta... ve çürümüşken... Hâlâ bu seviyede bir İktidar mı?!
“Daha ne kadar gücün var senin?!“ diye inledi, hareket etmeye çalışırken kemikleri çatırdıyordu. Patriot, ağır çekimde hareket eden Scout’a doğru koşmaya başladı. Bu bir koşu değildi; bu bir doğal afetin yaklaşmasıydı. “Sana kaçabileceğini düşündüren neydi?“ diye gürledi. Mızrak, kırmızı bir şimşek gibi ileri atıldı.
Scout, İktidar’ın baskısı altında son bir çabayla vücudunu bükmeyi başardı. Mızrak, kalbini ıskaladı ama sağ tarafındaki o gölge konteynerini ve bedeninin bir kısmını biçip geçti. Darbe, Scout ve kucağındaki Lyra’yı bir top mermisi gibi sığınağın tavanına fırlattı. Çarpışmanın şiddetiyle oluşan patlama, etrafı toz ve metal yağmuruna tuttu. Scout, ağzından siyah kanlar kusarak duvara çarptı ama Lyra’yı bırakmadı. Sarsılmıştı. Yaralanmıştı. Ama ölmemişti.
O darbenin ivmesini kullanarak, tavandaki delikten yukarı, karanlığa doğru fırladı ve gözden kayboldu. Patriot, mızrağını yere vurdu. Kaçmışlardı.
Ama öfkesinden çok, derin bir yorgunluk hissetti. Zırhının içindeki erimiş eti zonkluyordu. Aşağıda, enkazın arasında tek başına kalan Lyra’nın kopmuş kolu ve kan gölü duruyordu. Ama Lyra yoktu.
Lyra ise, yukarı doğru çekilirken, o kısa anlık şokun içinde donup kalmıştı. Aşağıya, uzaklaşan o kırmızı deve bakıyordu.
İlk defa... Hayatında ilk defa, Patriot’u -o durdurulamaz Felaket’i- fiziksel olarak itebilen birini görmüştü.
Ve aynı kişi, Patriot’un o öldürücü darbesini doğrudan almasına rağmen parçalanmadan kaçabilmişti.
Ama onu asıl dehşete düşüren şey bu değildi. 20.000 yıl... Çürüyen bir beden... Hastalık... Lyra, uzaklaşan kırmızı parıltıya bakarken zihninde tek bir soru yankılandı: Eğer bu canavar... hasta, yaşlı ve çürümüş haliyle, gücünün sadece kırıntılarıyla dünyayı titretiyorsa...
Lyra’nın başı, Scout’un omzuna düştü. Burnuna dolan koku... Babasının kokusuydu. Ama artık biliyordu; bu bir koku değil, bir parfümdü. Bir maskeydi.
Dudakları titredi, ama çıkan ses bir fısıltıdan çok, ruhunun kırılma sesiydi. “Sen...“ dedi Lyra, kelimeler boğazını yakarken. “Sen babamın sesini giydin... Onun hayatını çaldın... Ve ben...“
Gözlerinden süzülen yaşlar, yüzündeki kanı temizleyerek çenesinden damladı. “...Ben de o çalıntı sesin yankısıyla dans ettim. Bir ömür boyu... Bir ölünün hayaletine itaat ettim.“
Sonra bakışları Scout’un o itaatkâr duruşuna döndü. Bu korkunç varlık, yukarıdaki adama bir eşyanın sahibine baktığı gibi bakıyordu. “Ama sen...“ dedi Lyra, zihnindeki o korkunç aydınlanmayla. “Sen de sadece bir kuklasın. Doktor’un kuklası.“
Lyra’nın kanı dondu. Scout, Kızıl Yara’yı yöneten gölgeydi. Hükümeti titreten, Lyra’yı bir silah gibi kullanan o karanlık zekaydı. Ama şimdi, o bile titriyordu. O bile bir başkasına, bir “eşya“ gibi aitti. Lyra başını zorlukla yukarı kaldırdı. Tavandaki delikten onları izleyen o karanlık siluete, Doktor’a baktı.
O an, dehşetin hiyerarşisini anlamlandırmaya çalışıyordu. Zihninde tek bir soru, cevabını vermekten korktuğu bir çığlık gibi yankılandı: “Asıl korkmam gereken kişi, babamı parçalayıp beni bir oyuncak gibi kullanan bu yüzsüz şeytan mı?“
Gözleri, Scout’un Doktor’dan korkan o tek gözüne takıldı. “Yoksa...“ diye düşündü, kalbi duracakmış gibi atarken. “Şeytanın bile tasmasını elinde tutan... O adam mı?“
Geçmişte... O kadim zamanlarda... Bu varlıkların en güçlü, en aktif olduğu o çağlarda... Lyra’nın gözleri karardı, bilinci kapanırken son düşüncesi tüm benliğini üşüttü: ...O zamanlar Dünya nasıl bir yerdi? Ve biz, şu an neyin kalıntıları üzerinde yaşıyoruz?
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.