Patriot, sığınağın tavanında açılan ve Scout ile Lyra’nın kaçtığı o karanlık deliğe baktı. Kırmızı aurası, öfkesiyle birlikte hala titreşiyordu ama hedefi elinden kaçmıştı. Onları kovalamak, bir avcı içgüdüsüydü.
Dizlerini kırdı. Zırhının altındaki kaslar, binlerce yıllık bir yay gibi gerildi. Ve fırladı.
Patriot, yerçekimine meydan okuyan devasa bir gülle gibi yukarı atıldı. Metrelerce yükseklikteki o deliğin kenarına, betonun parçalanmış demirlerine tek eliyle tutundu. Niyeti, kendini yukarı çekip o solucanların peşine düşmekti.
Ancak sığınak, bir Felaket’in ağırlığını taşımak için inşa edilmemişti. Patriot’un zırhlı parmakları betona saplandığı anda, tüm duvar bloğu acı bir çatırtıyla inledi. Demirler koptu, beton un ufak oldu.
Tutunduğu zemin, Patriot’un devasa kütlesi altında bir kum kalesi gibi dağıldı. Patriot, tutunduğu tonlarca enkazla birlikte tekrar aşağı, metal şehrin zeminine, büyük bir gürültüyle çakıldı. Toz bulutu tekrar yükseldi.
Patriot, enkazın içinden yavaşça doğruldu. Omuzlarındaki tozları silkeledi. Yukarı bakmadı bile. O yol kapanmıştı.
“Fare delikleri...“ diye homurdandı kaskının altından. “Benim yolum değil.“
Etrafına bakındı. Bu yeraltı şehri, uçsuz bucaksız bir mezarlık gibi uzanıyordu. Devasa, mühürlü metal konteynerler, sessiz bloklar halinde dizilmişti. Her biri, üzerinde karmaşık kodlar ve uyarı işaretleri taşıyordu. Hükümet, bu derinliğe sadece erzak saklamış olamazdı. Buranın havasında, genzini yakan o tanıdık, yapay ve metalik koku vardı. Doktor’un kokusu.
Ağır adımlarla konteynerlerin arasında yürümeye başladı. Adımları metal zeminde yankılanırken, gözü “B-74“ kodlu bir konteynere takıldı. İçeriden... çok hafif, neredeyse duyulmaz bir ses geliyordu. Bir makine uğultusu. Ve düzensiz bir kalp atışı.
Patriot durdu. Devasa elini metal yüzeye koydu. İçerideki ısıyı hissetti. Merak, öfkesini bir anlığına bastırdı. Parmaklarını konteynerin birleşim yerine geçirdi ve metali bir kâğıt parçasını yırtar gibi ikiye ayırdı.
Çelik kapaklar gürültüyle kenara savruldu. İçerisi, steril, mavi bir ışıkla aydınlatılmıştı. Burası bir depo değil, tam teşekküllü bir tıbbi odaydı. Ve odanın ortasında, cam bir fanusun içinde, serumlara bağlı küçük bir çocuk yatıyordu.
Patriot yaklaştı. Çocuk 10-12 yaşlarında görünüyordu. Ama derisi... İnsan derisi değildi. Küllü, gri bir renge dönmüştü. Ve alnından, şakaklarından yukarı doğru uzayan, henüz tam gelişmemiş ama belirgin iki kemik çıkıntısı vardı. Boynuzlar.
Patriot donakaldı. Kırmızı aurası bir anlığına sönükleşti. Bu görüntü... Bu boynuzlar... Bu yüz hatları... Zihnindeki zaman çarkları gıcırdıyarak geriye döndü. Binlerce yıl öncesine.
...
Savaş alanı, kan ve çamur kokuyordu. Gökyüzü griydi, yağmur yağıyordu. Ama yağan su, yerdeki kanı temizlemeye yetmiyordu.
Casian (Patriot), devasa elleriyle ıslak toprağı kazıyordu. Etrafında ne bir ordu, ne bir zafer kutlaması vardı. Sadece o ve kazdığı çukur. Çukurun yanında, cansız yatan bir beden vardı. Bir Svıtra değildi. Bir insan da değildi. O, kadim zamanların unutulmuş, boynuzlu ırklarından bir savaşçıydı. Adı tarihe geçmeyecekti. Kimse onu hatırlamayacaktı. Ama Casian hatırlayacaktı.
Savaşın en ön saflarında, Casian’ın sırtını kollayan tek kişi oydu. Korkmadan, geri çekilmeden, Casian gibi bir devin gölgesinde değil, yanında savaşmıştı. Ve bir hiç uğruna ölmüştü.
Casian, dostunun bedenini nazikçe çukura indirdi. Yüzüne baktı. O çıkık elmacık kemikleri, alnındaki o karakteristik boynuzlar... Huzurlu görünüyordu.
Avucuna aldığı toprağı, dostunun yüzüne serperken, arkasında bir ayak sesi duydu. Dönmedi. Kim olduğunu biliyordu.
Siyah önlüklü, maskeli figür, mezarın başına geldi. Doktor.
Elinde tek bir, solgun beyaz çiçek vardı. Eğildi ve çiçeği, taze kapatılmış toprağın üzerine bıraktı.
Casian, elindeki küreği sıkıca tutarak Doktor’a baktı. Şaşkındı. Doktor, duygusuzluğuyla, alaycılığıyla bilinirdi. Ölüye saygı? Bu onun tarzı değildi.
“Neden?“ diye sordu Casian, sesi yağmurun altında boğuktu. “Onu tanımazdın bile. Neden buradasın?“
Doktor doğruldu. Maskesinin altından mezara baktı. Sesi, her zamanki gibi soğuktu ama içinde garip bir ağırlık vardı.
“Bu kişiyi tanımam,“ dedi Doktor. “Ne bir kan bağım var, ne de tek bir kelime sohbetim. Hatta aynı ırka bile mensup değiliz. Biyolojik olarak bana tamamen yabancı.“
Doktor, bakışlarını Casian’a çevirdi. “Ama bizim yanımızda, bir an bile tereddüt etmeden, cesurca savaşarak öldü. Bu... benim ona saygı duymama yeter.“
Bir an durdu, yağmur maskesinden süzüldü. “Ve ben, saygı duyduğum birisinin mezarını ziyaret etmeyecek kadar alçak birisi değilim, Casian.“
...
Anı silindi. Patriot, sığınağın o steril odasında, cam fanusun içindeki çocuğa bakarken buldu kendini.
Çocuğun yüzü... O çıkık elmacık kemikleri. O alnından çıkan boynuzların şekli. O gün toprağa verdiği, yüzünü kendi elleriyle kapattığı dostunun yüzüne o kadar benziyordu ki. Sanki o adam küçülmüş, çocuk olmuş ve buraya yatırılmıştı.
“Bu...“ diye fısıldadı Patriot. Sesi titriyordu. “Bu nasıl mümkün olabilir?“
Arkadaşı ölmüştü. Onu gömmüştü. Ama bu çocuk... Bu çocuk, o kadim ırkın, o dostunun bir kopyası gibiydi. Hatta bir kopya değil... Sanki onun ta kendisiydi ama bozulmuş, zorlanmış, bir fanusa hapsedilmiş hali.
Patriot’un zihninde Doktor’un o günkü sözleri yankılandı: “Saygı duyduğum birisinin mezarını ziyaret etmeyecek kadar alçak değilim.“
Patriot, cam fanusa dokundu. Bir şüphe, zehirli bir sarmaşık gibi kalbine dolandı. “Mezarı ziyaret ettin...“ dedi Patriot, dişlerini sıkarak. “Yoksa... mezarı açtın mı, Doktor?“
Benzerlik tesadüf olamazdı. Bu çocuk, binlerce yıl önce ölen o dostun genlerini, mirasını, belki de lanetlenmiş bir parçasını taşıyordu. Ve Doktor, o gün oraya sadece çiçek bırakmak için gelmemişti.
Patriot’un kırmızı aurası, hüzünden sıyrılıp saf bir öfkeyle parlamaya başladı. Dostunun huzur içinde uyumasına bile izin verilmemişti. Bu çocuk... Bu deney... O saygının değil, o mezar soygunculuğunun bir ürünüydü.
Patriot, fanusun camını tek bir hareketle parçaladı.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.